O (S.A.V) Ne Öğretti, Nasıl Öğretti, Ne Hâsıl Etti? -10-

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbını muhabbetle, kalb-i selîm ile terbiye etti.

•Samimî ve Yakın Alâka Gösterdi

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bilhassa tebliğ için kabiliyetli, terakkîye istîdatlı talebelerine yakın bir alâka gösterdi.

Meselâ;

İstîdatlı ashâbını bazen bineğinin terkisine bindirdi. Bazen muhatabının elini tuttu. Bazen muhatabının göğsüne tatlı bir şekilde vurdu.

Fakat hiçbir zaman lâubâlî olmadı. Müstesnâ takvâsından dolayı son derece vakur ve heybetli idi. Ashâb-ı kiram, onu başında kuş varmış da uçuverecekmiş gibi bir dikkatle dinlerdi. Yine ilme âşık sahâbîler; mânevî heybeti dolayısıyla Efendimiz’e sual sormaya çekinir, çölden bir bedevînin gelip sual sormasını içlerinden geçirirlerdi.

Kur’ân-ı Kerim, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e hitabı ve seslenişi dahî edep çizgileriyle belirledi. O’na adıyla ve yüksek sesle seslenilmesini yasakladı. Böyle yapanları akılsızlar olarak vasfetti.

Velhâsıl bir mü’min;

•Kibirli olmayacak, vakarlı olacak.

•Zillete düşmeyecek, mütevâzı olacak.

•Lâubâlî olmayacak, samimî olacak.

Birbirine yakın gibi gözüken bu dengeleri iyi muhafaza edecek.

•Yorulmadı, Fedâkârlık Gösterdi

Fahr-i Kâinât Efendimiz; hiçbir zaman bezginlik, yorgunluk, bıkkınlık ve âcizlik göstermedi. Hiç tatil yapmadı. Hiç mola vermedi. «Şu ağacın altında bir müddet dinleneyim, bana gelmeyin!» dediği bir ânı bile olmadı.

Fakat O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; ibâdetle, zikrullâh ile, tebliğ ve irşad faaliyetleriyle dinlendi, huzur buldu.

Çünkü;

İslâm’ı yaşama ve yaşatma gayretleri, bir başka ifadeyle, Allah yolunda can ve malla hizmet etmek; diğer bazı ibâdetler gibi, hududu tayin edilmiş bir vazife değildir.

Meselâ namazın ve orucun vakitlerini biliriz. Zekâtın şartları, nisâbı ve nisbetleri mâlûmdur. Fakat İslâm’a hizmet, cihad, tebliğ gibi vazifelerde ise «ucu açık» bir emir mevzubahistir. Bunun hududu, ancak kişinin imkân ve tâkatidir. Zira Cenâb-ı Hak, kimseye vüs‘atinden ötesini emretmez. Lâkin bu, vüs‘ati kadarını yani tâkatinin yettiği kadarını emreder demektir. Âyet-i kerîmede;

لَا تُحَمِّلْنَا مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِهِ

“…Bize tâkatimizin yetmediği şeyleri yükleme!” (el-Bakara, 286) diye duâ etmemiz tâlim edilmektedir.

Demek ki;

Cenâb-ı Hak, verdiği tâkatten mes’ul kılıyor.

–Bir mü’min, tâkatinin hududunu nasıl belirler?

–Şu âyet-i kerîmeye ittibâ ederek:

فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ

“Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” (el-İnşirâh, 7-8)

Böylece kişi; Cenâb-ı Hakk’ın kendisine lutfettiği her günü, her zaman dilimini, İslâm’ı yaşamak ve yaşatmak maddesi içine girecek hayırlı hizmet ve ibâdetlerle doldurursa, elinden geleni yapmış olma huzurunu idrâk edebilir.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَاَنْفِقُوا ف۪ى سَب۪يلِ اللّٰهِ وَلَا تُلْقُوا بِاَيْد۪يكُمْ اِلَى التَّهْلُكَةِ
وَاَحْسِنُوا اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَ

“Allah yolunda infâk edin. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Yaptığınızı güzel yapın; Allah güzel yapanları sever.” (el-Bakara, 195)

Ebû Eyyûb el-Ensârî, bu âyetin;

“Artık Mekke fethedildi, biz vazifemizi yaptık; tarlalarımıza, bahçelerimize dönelim.” diyen ensar hakkında indiğini bildirmiştir.

Yani esas tehlike; cihâdı, İslâm uğruna gayretleri, tebliğ ve irşad faaliyetlerini terk ederek, ebedî helâke dûçâr olmaktır.

Bir başka âyet-i kerîme de kulluk vazifelerinin, son nefese kadar sürdürülmesi gerektiğini şöyle ihtar eder:

وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتّٰى يَاْتِيَكَ الْيَق۪ينُ

“Ve Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibâdet et!” (el-Hicr, 99)

Bu vazife o kadar mühimdir ki;

Zekât, sadaka ve infak mefhumları Kur’ân-ı Kerim’de 125 yerde geçmektedir.

İnfak; sadece maddî şeylerden değil, her türlü imkândan îfâ edilir.

Kimisi bedenî gayretiyle, kimisi ilmiyle, kimisi kalemiyle Allah yolunda infakta bulunur.

•Bedenen infak

–Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-; Kudüs’e giderken deveye kölesiyle beraber nöbetleşe binmiş, şehre girerken de nöbet sırası köleye geldiğinden deveye kölesini bindirmiştir.

–Bedir’den dönüşte; zaman zaman esirler develere bindirilmiş, sahâbîler ise yaya yürümüşlerdir. Bu insânî davranış, kölelerin kalplerini yumuşatmış, Bedir esirlerinin çoğu müteâkip yıllarda müslüman olmuştur.

Yani infâkı, hayatın her safhasına yansıtabilmek zarûrîdir.

Bu ısrarlı telkinler; bizi merhamete tevcih eden, dolayısıyla da hizmet ve fedâkârlığa teşvik eden tâlimatlardır.

•Geç kalmadan infak

İnfak husûsunda ağırdan almak ve geç kalmak da hatalı bir davranış olur.

Nitekim bir derviş, Hasan-ı Basrî Hazretleri’nden bir şey istemişti. O da hemen ayağa kalkıp gömleğini çıkardı ve dervişe verdi;

“–Efendim, eve gidip oradan bir şeyler verseydiniz olmaz mıydı?!.” dediler.

Hazret şu cevabı verdi:

“–Bir defasında ihtiyaç sahibi biri mescide gelip; «Karnım aç!» demişti. Biz gaflet edip hemen yiyecek getirmedik. Sabah namazına geldiğimizde bir de baktık ki, zavallı ölmüş. Kefenleyip defnettik. Ertesi gün, bir zuhûrat olarak, fakiri sardığımız kefenin mihrapta durduğunu ve üzerinde; «Kefeninizi alın, Allah kabul etmedi!» yazdığını gördük. İşte o gün;

«Bundan sonra bir ihtiyaç sahibini gördüğümde onu bekletmeyeceğim, hemen ihtiyacını göreceğim.» diye yemin ettim.” (Bkz. Darîr Mustafa Efendi, Yüz Hadis Yüz Hikâye, İstanbul 2001, s. 157)

•Tavizsiz Fakat Tedrîcî

Peygamber Efendimiz’in eğitiminin merkezinde ilâhî hakikatler vardı. Kur’ân ve Sünnet yani vahiy vardı.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, muhatabını kazanmak için o hakikatten asla taviz vermedi. O kişiyi elde etmek için dünyevî şeyler va‘detmedi.

•Bedir’de, Uhud’da en ihtiyaç duyduğu anda, müşrik muharip kişiler; ganîmet almak için kendisine müracaat edip, ordusuna katılmak istediler. Bu kişileri, münkir oldukları için reddetti. Ancak îmân edenleri kabul etti.

•Kendisine şartlar koşmaya kalkan Tâifli müşriklerin şartlarını reddetti.

Buna mukabil;

Tedrîci gözetti. Son söylenecek şeyi ilk söylemedi. Sıra gözetti. Muhatabının hazır hâle gelmesini bekledi.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz şöyle demektedir:

“İlk nâzil olan sûre, mufassal sûrelerden biri idi. Bunda cennet ve cehennemden bahsediliyordu. Helâl ve harama dâir hükümler ise ancak insanlar İslâm’a tam olarak ısındıktan sonra nâzil olmaya başladı. Eğer ilk defa;

«–İçki içmeyin!» emri inseydi, insanlar;

«–Biz içkiyi kesinlikle bırakamayız!» derlerdi.

Yine ilk olarak;

«–Zinâ etmeyin!» emri gelseydi insanlar aynı şekilde;

«–Zinâyı asla bırakamayız!» derlerdi.

Ben Mekke’de oyun oynayan bir çocukken Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e;

بَلِ السَّاعَةُ مَوْعِدُهُمْ وَالسَّاعَةُ اَدْهَى وَاَمَرُّ

“Hayır onlara va‘dedilen (asıl azap) vakti, kıyâmettir. İşte o an, cidden çok dehşetli ve çok acıdır.” (el-Kamer, 46) (gibi îman ve kıyâmetle alâkalı) âyetler nâzil olmuştu. (Muâmelâtla alâkalı hükümler ihtivâ eden) Bakara ve Nisâ Sûreleri ise ancak ben O’nun yanında iken (Medine’de) nâzil olmuştur.” (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 6)

•Prensipler, Düsturlar Vererek Öğretti

Fahr-i Kâinât Efendimiz; kıyâmete kadar geçerli düsturlar ve prensipler ortaya koydu.

Akāid, fıkıh, tasavvuf ilimleri Allah Rasûlü’nün getirdiği ve vaz ettiği prensiplerle inşâ edildi. Hak mezhebler ve tarîkatler; bütün tatbikatlarına, O’nun hayatından düsturlarla metod geliştirdiler.

Hazret-i Muâz’ı Yemen’e gönderirken; Kitap, Sünnet ve kıyâsın zeminini öğretti.

Hazret-i Âişe’yi bir müçtehide olarak yetiştirdi.

Aşırı gitmek isteyen sahâbîleri durdurdu. Taşkınlığa müsaade etmedi. Haksız bir davranışı olan ashâbından teberrî etti. Hemen onun hatasını telâfi etti.

•Gençlere İhtimam Gösterirdi

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bilhassa gençlerin yetişmesine çok ihtimam gösterir ve onlara salâhiyetler verirdi:

Efendimiz’in âzâd ettiği kölesi Zeyd bin Hârise -radıyallâhu anh-, hidâyete erdiğinde 15 yaşındaydı. Tâif’te Peygamberimiz’e atılan taşlara karşı vücudunu hiç çekinmeden, korkusuzca siper eden genç ve yiğit bir delikanlıydı.

Oğlu Üsâme bin Zeyd -radıyallâhu anhümâ-, 19 yaşında İslâm ordusuna kumandanlık yapmıştı.

Câfer bin Ebî Tâlib -radıyallâhu anh-; Habeşistan’da Necâşî’nin huzûrunda müslümanları temsîlen, ilim, hikmet ve cesaretle konuştuğunda 17 yaşlarında bir gençti.

Mekke’nin en zengin ve en yakışıklı gençlerinden Mus‘ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-, müslüman olup ailesi tarafından hapsedildiğinde 18 yaşlarındaydı. O Mus‘ab ki; daha sonra Yesrib’i Medine’ye çevirmiş, gönülleri Kur’ân’la, firâseti ve tatlı diliyle fethederek, Medine Site Devleti’nin temelini atmıştı.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’yi fethettiğinde, 20 yaşındaki Attâb bin Esîd -radıyallâhu anh-’ı oraya vali tayin etmişti.

Müçtehid âlimlerden Yahya bin Eksem henüz gencecik bir yaşta iken Basra’ya kadı tayin edilmişti. Basralılar yaşını küçük görüp;

“–Kadı Efendi’nin yaşı kaçtır?” diye sorarlardı. Kendisini küçük gördüklerini anlayınca onlara şu cevabı verdi:

“–Benim; Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Mekke-i Mükerreme fethedilince oraya vali tayin ettiği Hazret-i Attâb bin Esîd’den, kadı olarak Yemen’e gönderdiği Muâz bin Cebel Hazretleri’nden ve Hazret-i Ömer’in Basra’ya kadı olarak tayin ettiği Ka‘b bin Süver’den yaşım daha fazla.”

•Herkesi İstîdâdına Göre Yetiştirdi

Fahr-i Kâinât Efendimiz, herkesi mizâcına ve istîdâdına göre yetiştirirdi.

Eğitimde önce kabiliyet ve istîdâdı doğru bir şekilde tespit edebilmek zarûrîdir.

Eğitim bir yatırımdır. Eğitimci; sermayesini, en çok verim alacağı sahada kullanmaya da gayret etmelidir.

Nasıl bir koyun sürüsü içerisinde koçlar hemen belli olursa, eğitimcinin gözüyle de kalabalıklar içinden kabiliyetlileri seçmek öyle kolay olmalıdır. Kabiliyetlilere husûsî alâka gösterilerek, daha fazla inkişâf etmelerine zemin hazırlanmalıdır.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ilmî ve mânevî sahada yüksek kabiliyetlerin bulunduğu suffe ashâbına daha fazla ilgi göstermiştir. Bu özel alâka sayesinde suffe ashâbının istîdatlı gençleri daha da inkişâf etmiştir.

Kumandan tayin edeceği ashâbını, o vazifenin gerektirdiği vasıfları hâiz olanlardan seçti. Elçi, vali, muallim, zekât memuru ve benzeri vazifelere; dâimâ ehil ve istîdatlı kişileri seçip yetiştirdi.

Bugünkü eğitimin en büyük zaaflarından biri budur. Talebelerin mizaç ve istîdatlarına göre değil; sadece aklî melekelerinin bir kısmını gösterebilecek test imtihanlarının neticelerine göre, tahsil ve mesleklere sevk ediyor. Bunun neticesinde, emekler israf oluyor. Nice gencimiz; sırf üniversite okumuş olmak için, mizâcına uygun olmayan bir sahada, yıllarını boş yere sarf edebiliyor.

•Yaşayarak Öğretti

Ne tâlim ettiyse bizzat tatbik ederek öğretti. Örnek oldu.

Mescid inşaatında taş taşıdı. Hendek kazılırken o da kazdı. Ashâbıyla bineklere nöbetleşe bindi. İbâdetleri, ahlâkî hasletleri, muâmelâtı hep tatbikatıyla öğretti.

Efendimiz; seferlerde ve savaş esnasında en önde bulunarak ashâbına destek olmuş, dönüşte ise kafilenin arkasından gelerek, yürümekte güçlük çeken zayıflara yardım etmiş, onları terkisine bindirerek kendilerine duâ etmiştir.

Emrederken de kendi yakınlarına, akrabalarına bilhassa şöyle emretti:

“Ey Rasûlullah Muhammed’in kızı Fâtıma! Ey Safiyye! Allah katında makbul ameller işleyiniz! (Sâlih amelleriniz yoksa bana güvenmeyiniz.) Çünkü ben (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allâh’ın azâbından kurtaramam!” (İbn-i Sa‘d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îmân, 348-353)

Vedâ Hutbesi’nde; fâiz, kan dâvâsı gibi zulümleri en yakınlarından başlayarak kaldırdı.

NE HÂSIL ETTİ? TÂLİM ve TERBİYESİNİN NETİCESİ NE OLDU?

Öğretmek, söyleyip geçmek değildir.

•Öğretmek, güzel bir davranışı kazandırmaktır.

•Fazîletli, faydalı bir haslete sahip hâle getirmektir.

•Güzel bir kabiliyeti inkişâf ettirmektir.

•Kötü bir alışkanlığı terk ettirmektir.

O’nun tâlim, terbiye ve tezkiyesinin neticesi;

•Muhteşem asr-ı saâdet oldu

•Mükemmel İslâm medeniyeti oldu.

➢Efendimiz, secdeyi öğretti.

O’nun öğrettiği secdelerde hâsıl edilen huzur ve itmi’nân ile toplumda psikiyatrik rahatsızlık kalmadı.

➢Efendimiz, riyâzeti öğretti.

Mısır’dan gelen doktor, işsiz kaldı. Geri döndü.

➢Efendimiz, infâkı öğretti.

O’nun yetiştirdiği toplumda hiçbir isyan ve kargaşa yaşanmadı. Günümüzde bile İslâm toplumlarında; tam olarak zekât verilmediği hâlde, batıya göre yardımlaşma çok daha yüksek.

Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- zamanında herkes zekât verdiği için, zekât verecek kimse bulunamadı. Valiler merkeze yazdılar. Köle satın alınıp âzâd edildi.

Osmanlı, muazzam bir «Vakıf Medeniyeti» tesis etti.

Vâlide sultanlar; geride mîras olarak mücevherler, elmaslar bırakmadılar. Camiler, medreseler, külliyeler ve çeşmeler bıraktılar. O şanlı ve muhterem ecdat, arkalarından büyük bir sadaka-i câriye serveti bıraktılar.

➢Efendimiz, dürüstlüğü öğretti.

Abdullah bin Revâha -radıyallâhu anh-’ın dürüstlüğüne yahudiler hayran kaldı;

«‒Dünya bu adâlet ile dönüyor!..» dediler.

Efendimiz’in dürüst talebeleri; muhafaza edemedikleri gayr-i müslimlere, aldıkları vergiyi iade ettiler. İnsanlar hayran kaldı.

➢Efendimiz, adâleti öğretti.

Hazret-i Ömer’e bütün dünya hayran kaldı. Ona Fâruk dendi.

Osmanlı adâleti için, Râhip Notaras;

“Başımızda kardinal şapkası görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz.” dedi.

➢Efendimiz; tefekkürün, sanatın, bediî zevklerin önünü açtı.

Avrupa’dan asırlarca önce, müslümanlar dünyanın çapını hesapladı. Avrupa’daki Rönesans’ın da temelinde; müslümanların dünyaya ve onlara öğrettiği ve aktardığı, matematik ve teknik var…

Osmanlı mimarîsi hâlâ zirve… Rûha ferahlık veren çizgileriyle; Süleymaniyeler, çeşmeler, kervansaraylar ve daha nice şâheserlerimiz hâlâ zirve…

➢Efendimiz; merhamet medeniyetini tesis etti.

Sahâbeden Hazret-i Câbir diyor ki:

“İmkânı olup da vakıf kurmayan, vakfetmeyen hiçbir sahâbî ben bilmiyorum.” (İbnü Kudâme, el-Muğnî, V, 598)

Vakıf medeniyeti, Osmanlı’da da muhteşem tezâhürlerini gösterdi.

Vakıf, İslâm’ın insana ve mahlûkāta bakış tarzının en güzel ifadesidir.

Merhamet insanı o kadar inceltti ki;

Akıl hastalarına «muhterem âcizler» dendi. Bu merhamet kuşlara kadar uzandı. Camilerin duvarlarına kuş yuvaları kondu. Yaralı göçmen kuşlara hizmet eden vakıflar kuruldu.

Camilerin avlularına kabirler kondu ki, mü’minler dâimâ gerçek istikbâlin ölüm ve ötesi olduğunu hatırlasın da merhamet ve fedâkârlıkla âhirete hazırlansın.

Toplum öyle bir zarâfet ve nezâkete ulaştı ki;

Pencere pervazına işaret olarak konulan özel bir çiçekle o evde bir hastanın olduğunu ifade etmek kâfî olurdu. Artık o sokaktan satıcılar sessizce geçerdi, çocuklar orada gürültü etmezdi.

Ya bugün? Maytaplar, havâî fişekler, tam tam müziklerine benzer yüksek sesli eğlenceler… O gürültüye mâruz kalan evlerde bebekler, hastalar, yaşlılar var mı hiç aldırmayan bir vurdumduymazlık…

➢Efendimiz; hayâ ve iffet toplumu inşâ etti.

Peygamberimiz gözlerin nâmahreme bakmamasını tâlim buyurdu. Tesettürü öğretti:

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

“(Ey Rasûlüm!) Mü’min erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle! Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır.

Mü’min kadınlara da söyle:

Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini muhafaza etsinler. Görünen kısımları (yüz, el, ayak) müstesnâ olmak üzere ziynetlerini (vücut mahremiyetlerini) teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine (kadar) örtsünler…” (en-Nûr, 30-31)

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bilhassa;

Vücuda yapışık, dar ve içini gösteren elbise giymeyi de nehyetti. Buna riâyet etmeyenlere «giyinik çıplak» tabirini kullandı. İlâhî hükme en uygun olarak cilbâbı, yani vücut hatlarını belli etmeyen şekilde bir dış örtüyü emretti.

Tesettür sayesinde, hanımların topluma şifre, ancak eşlerine ve mahremlerine deşifre oldukları huzurlu ve nezih bir toplum inşâ etti. Böylece hanımların izzet ve haysiyetlerini, şehvet ve cinsiyet tasallutundan kurtardı.

Bu şekilde toplumda namus ve iffet mevzuu güçlendi. Aile kuvvet buldu. Aileyi yıkıcı her türlü fahşâ (çirkin günahlar) ve zinâ o toplumdan silindi.

Dulun ve yetimin kötü yola düşmemesi için onları himâye eden vakıflar kuruldu. Mahalleler, yetim ve dulların bir nevi sigortası oldu.

Hattâ Fatih Sultan Mehmed Han; şehidlerin dul ailelerine erzak gönderirken bu vazifenin loş karanlıkta yapılmasını emretti ki, onların izzet ve haysiyetleri rencide olmasın.

➢Efendimiz, hayır söyleyen yahut da susan bir toplum inşâ etti.

Peygamber Efendimiz, sözün edebini öğretti. Yalanı, tecessüsü, gıybeti, sû-i zannı ve nemîmeyi (lâf taşımayı) yasak etti…

Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَلَا تَجَسَّسُوا

“…Birbirinizin gizli hâllerini araştırmayın!..” (el-Hucurât, 12)

➢Efendimiz, Allah yolunda iki türlü cihâdı öğretti:

Cihad husûsunda âyet-i kerîmede buyurulur:

وَمَنْ جَاهَدَ فَاِنَّمَا يُجَاهِدُ لِنَفْسِه۪ۜ اِنَّ اللّٰهَ لَغَنِيٌّ عَنِ الْعَالَم۪ينَ

“(Nefsiyle yahut İslâm düşmanlarıyla) cihâd eden, ancak kendisi için cihâd etmiş olur.

Şüphesiz Allah, âlemlerden müstağnîdir. (O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur).” (el-Ankebût, 6)

Müfessirlerin beyan ettikleri üzere; bu cihad hem nefse karşı yapılan mücâhede, hem de İslâm düşmanlarına karşı yapılan mücadeledir. Aynı sûrenin sonunda da şöyle buyurulur:

وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِن۪ينَ

“Bizim uğrumuzda cihâd edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah ihsan sahipleriyle beraberdir.” (el-Ankebût, 69)

Bursevî Hazretleri şu îzahta bulunur:

Burada «mücâhede»nin mutlak olarak (yani kiminle cihâd olduğu tayin edilmeksizin) zikredilmesi; zâhirî ve bâtınî bütün düşmanları içine alması içindir.

Dolayısıyla Peygamber Efendimiz, bizlere;

1. Kendi nefsimize karşı cihâdı öğretti:

Nefsin arzularıyla ve şehvet, gazap gibi duygularıyla mücâhede ederek, onu dizginleyip terakkî ettirmeyi tâlim etti. Bu hakikati te’yîden hadîs-i şeriflerde şöyle buyurulmuştur:

“Gerçek mücâhid, nefsine (hevâ ve heveslerine) karşı cihâd edendir.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 2/1621)

“Güçlü ve kuvvetli pehlivan, herkesi sallayıp yere yatıran değildir. Asıl kahraman kişi, öfke zamanında kendini tutandır.” (Buhârî, Edeb, 102; Müslim, Birr, 106-108)

2. İslâm’a ve vatana yapılan mütecâviz saldırılara karşı cihâdı öğretti.

O’nun öğrettiği cihad, mü’minlerin canlarıyla, mallarıyla ve bütün imkânlarıyla, Allah yolunda gayret etmeleridir. İslâm’ın istikbâli için kendini mes’ul görmektir. Hidâyetlere vesile olmaktır. Bu gaye istikametinde insanlar ile İslâm’ın arasına giren mâniaları, fitne ve zulümleri bertaraf etmektir. Asla beldeler elde etmek için, toprakları kanla sulamak değildir. Bilâkis gönülleri fethetmektir. İslâm fütuhâtının kalıcı olmasının sebebi de budur.

Öyle ki; fethedilen birçok beldenin halkı, müslümanların gelişini sevinç ve huzurla karşıladı.

Daha önce düşman tasallutu altında öz yurdunda garip hâlde olan mü’minler, Efendimiz’den aldığı bu iki cihad rûhu ile zaferden zafere koştular. Atillâ ve İskender istîlâları gibi parlayıp sönen değil; kalıcı ve muazzam fetihler müyesser oldu.

Polonya’da;

“Vistül Nehri’nde Osmanlı atları su içmedikçe bu ülke hürriyet ve istiklâle kavuşmaz!” diye darb-ı meseller söylendi.

➢Efendimiz, nesil endişesini ve gerçek mîrâsı öğretti.

Peygamber Efendimiz, ehl-i beytine maddî mîras bırakmadı. Onlara İslâm şahsiyet ve karakterini, en güzel ahlâkı, Kitap ve Sünnet’i bıraktı.

Sahâbe-i kiram da nesil endişesiyle, gerek evlâtlarına gerek talebelerine İslâmî değerleri mîras bırakabilmek heyecanıyla fedâkârâne gayret ettiler.

Dînimiz, bir mü’minden diğergâm olmasını istiyor.

Bu diğergâmlıkla İslâm, asrımıza kadar ulaştı. Kıyâmete de kadar da yine «İslâm karakter ve şahsiyetini mîras bırakabilmek» yolundaki fedâkârlıklarla ulaşacaktır.

➢Hâsılı Efendimiz’in tâlim ve terbiyesiyle;

İtilen, kakılan, bedeni sermaye yapılarak fuhşiyâta zorlanan, hakkı sömürülen kadın; ayakları altına cennet serilen sâliha hanımefendi hâline geldi. Efendimiz; kişinin kendi üzerinde bulunan hak husûsunda üç sefer; «Annen» buyurduktan sonra; «Baban» buyurdu.

İslâm’da kadın, iffetin timsâlidir. Anne, evlâtlara bir örnektir. Sâliha bir hanım, ömürlük bir teşekküre lâyıktır.

Köleler; en mümtaz sıfatlara kavuştu, Bilâl-i Habeşî misâli insanlık yıldızı hâline geldiler. Kızlarını vahşîce gömen, vicdanları dumûra uğramış insanlar; gözü yaşlı, kalbi rakîk, başkasının yetimine sahip çıkan merhamet kahramanları oldu.

Şairin diliyle;

Dünyâ neye sâhipse, O’nun vergisidir hep!
Medyûn O’na cem‘iyyeti, medyûn O’na ferdi,
Medyundur O Mâsûm’a bütün bir beşeriyyet!
Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret!..

Son olarak; Efendimiz’in öğrettiklerinin neticesi, cennet-i a‘lâ ve orada Allah Rasûlü ile beraber olmaktır.

Çünkü cennet için kalb-i selîm gereklidir. Efendimiz’in kazandırdığı en büyük vasıf, «kalb-i selîm»dir.

VELHÂSIL;

Peygamber Efendimiz’in terbiyesinde kemâle ermiş bir mü’minin vasıfları hulâsaten şöyledir:

“–Lisânında halâvet, yani tatlı dilli olmak,

–Ahlâkında letâfet, yani güzellik ve incelik sahibi olmak,

–Dâimâ bir tefekkür derinliği içinde hikmetlere âşinâ olarak yaşamak,

–Sîmâsında beşâşetli ve mütebessim olmak, dâimâ müjde dolu bir alâka ve muhabbet göstermek,

–Edâsında zarâfetli olmak,

–Muâmelâtında şefkat, merhamet ve sehâvet sergilemek ve diğergâm olmak,

–Özürleri kabul edişinde cömertçe affedici olmak,

Kısaca;

–Mahlûkāta karşı Hâlık’ın nazarıyla bakmak.

Yüce Rabbimiz;

-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in o zarif, ince ve muhteşem hayatındaki sır ve hikmetlerden gönüllerimize hisseler nasîb eylesin!

Âmîn…