Salih Amelleri Yok Eden Belâ : HASET

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

İÇİMİZDEKİ KANSER

Gafil insan, kendi iç dünyasındaki korkunç ahvalden habersizdir. Tezkiye edilmemiş nefs ve tasfiye edilmemiş kalp, çok zehirli hastalıklar ihtivâ eder. Âdetâ içimizdeki bir kanser gibidir. Bu hâliyle mülevves nefs ve hastalıklı kalp, insanın asıl mücadele ve mücâhede etmesi gereken düşmanıdır.

Asr-ı saâdetin en zor ve meşakkatli seferi Tebük’ün dönüşüydü. Ashab bin bir fedâkârlık göstermişti. Saç ve sakallar birbirine karışmış, açlıktan deriler kemiklere yapışmıştı. Peygamberimiz, böyle bir hâlet içinde oldukları hâlde ashâbına;

“–Küçük cihaddan büyük cihâda dönüyoruz.” buyurdu.

Ashâb-ı kiram hayretler içinde;

“–Yâ Rasûlâllah! Hâlimiz meydanda! Bundan daha büyük cihad var mı?” dediklerinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Şimdi büyük cihâda (nefs cihâdına, nefsin hevâsı ile mücâhedeye) dönüyoruz!” buyurdular. (Süyûtî, II, 73; Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, III, 141/2873; Ali el-Müttakî, IV, 430/11260)

Bu sebeple tasavvufa «cihâd-ı ekber» denilmiş ve; “Hiç sulhü olmayan bir cenk.” şeklinde tarif edilmiştir. Son nefese kadar devam eden bu mücadelede düşman, insanın iç dünyasındaki kötü duygulardır.

İnsan; iç dünyasını tezkiye etmedikçe, düşmanı beyhûde yere dışarıda arar. Başkalarına karşı kin ve düşmanlık duyguları besler. Kötü ahlâk ile kendi âkıbetini berbat eder.

Hazret-i Mevlânâ bu sırrı, Firavun kıssasındaki bir remizle anlatır:

“Firavun, Musa Peygamber’in meydana çıkmaması için binlerce kişiye zulmetti. Binlerce vebal aldı. Binlerce kan döktü. (…)

Hazret-i Musa, Firavun’ın sarayında rahatça yaşadığı hâlde, Firavun boş yere çocukları öldürüyordu.

(Aradığı hasmı sarayında dururken o dışarıda arıyordu. İşârî olarak) Firavun, hislerine uyarak tenini besleyen en büyük düşman nefsini kuvvetlendirdiği hâlde;

«Dışarıda bir kimsenin bana düşmanlığı vardır. Bana haset ediyor.» diye vehme kapılan bir kişiye benziyordu.

«Bu adam benim düşmanımdır, bana haset etmektedir!» der. Hâlbuki; kendisine asıl haset eden, asıl düşman olan, o beslediği bedendir. Yani nefsidir. O benlik, o nefis sahibi olan kişi Firavun’a, bedeni de Musa’ya benzer. Firavun;

«Düşman nerede?» diye dışarılarda dolaşır durur. Duygularının esiri olan kişinin nefsi, beden evinde nazla çeşitli nimetlerle beslenmektedir. Hâlbuki, kendisi başkalarına, kendi dışında bulunan kimselere kin güderek elini ısırmaktadır.”

Âyet-i kerimede, insanın iç dünyasındaki düşmanını tezkiye etmesinin zarûreti şöyle ifade edilmiştir:

وَنَفْسٍ وَمَا سَوّٰيهَاۙۖ ﴿٧﴾
فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَاۙۖ ﴿٨﴾
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَاۙۖ ﴿٩﴾
وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَاۜ ﴿١٠﴾

“…Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de ona fücur ve takvâsını (iyilik ve kötülüklerini) ilhâm edene yemin olsun ki;

-Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş,

-Onu kötülüklere gömen de ziyân etmiş, hüsrâna uğramıştır.” (eş-Şems, 7-10)

Kalpten temizlenmesi gereken çirkin huyları, aynı zamanda bâtınî haramlar olarak da isimlendirebiliriz. Bu çirkin huylardan biri de çekememezlik;

HASET

Haset; ilâhî taksim neticesinde, başkalarına lutfedilen nimetlere kalben itiraz etmektir. Yani bir mânâda Cenâb-ı Hakk’ın taksimine râzı olmamaktır.

Hadîs-i şeriflerde buyurulur:

“Haset etmekten sakının.

Zira ateşin odunu (veya otları) yiyip bitirdiği gibi haset de iyilikleri yer bitirir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 44/4903)

“Size eski ümmetlerin hastalığı sirâyet etti:

Bu, haset ve buğzdur.

Bu, kazıyıcıdır (yok edicidir). Bilesiniz; kazıyıcı (yok edici) derken saçı kazır demiyorum. O dîni kazıyıcıdır (yok eder)…” (Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme, 57)

Demek ki;

Mü’min; zâhirî haramlardan ne kadar kaçınsa, zâhirî farzları ne kadar edâ etse de, bâtınî bir haram olan hasetten kurtulmadıkça, diğer biriktirdiğini zannettiği amellerini de kaybetmektedir. Bu çok ağır bir hüsrandır! Cenâb-ı Hakk’a karşı kalbî itiraz, insanın îmânını da altüst eder.

Nitekim Kārun; kendisine mânevî ilimler verilmesine rağmen, Hazret-i Harun’u kıskanıp haset etmesi sebebiyle helâke dûçâr olmuştur. İçindeki haset, Hazret-i Musa’ya iftira tuzağı kurmak gibi fecî haramlara onu sevk etmiştir. Demek ki, zâhirî haramların da temelindeki sâik, yine bâtınî haramlardır.

Kişide, haset illetinin mevcudiyetini gösteren ilk alâmet; haset ettiği kimsedeki nimetin zevâlini arzu etmek ve nimetin ortadan kalktığını gördüğünde nefsen rahatlayıp sevinç duymaktır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu çirkin kalp hastalığı hakkında mü’minleri şöyle îkaz buyurmuşlardır:

“Birbirinize kin tutmayınız,

• Haset etmeyiniz,

• Sırt dönmeyiniz ve

• Alâkanızı kesmeyiniz.

Ey Allâh’ın kulları, kardeş olunuz.” (Buhârî, Edeb, 57)

Hasetçi; haset ettiği kimseye karşı, kin, hâinlik, intikam, hile, ayıplama ve kötüleme gibi aşağılık hisler içinde çırpınır durur. Fânî ömrünü hülyalar ve kuruntular içinde ziyan eder. Etrafına zehir saçar. Haset ettiği kişinin dedikodu ve gıybetini yapar, onu aşağılamaya çalışır. Bu ise, kıyâmette hüsran sebebidir.

Hazret-i Mevlânâ, îkāz eder:

“Hak yolunda yürürken; haset gelir çatar da gırtlağına yapışırsa, bil ki, bu hasette şeytanın azgınlığı var.

Nitekim şeytan; Hazret-i Âdem’e haset ettiği için, ona secde etmekten yüz çevirdi. Hasetten ötürü, kendini saâdetten mahrum kıldı.

Hak yolunda hasetten daha zor, daha tehlikeli bir geçit yoktur. Gönlüne hasedi sokmayan kişi ne mutlu kişidir.”

Hasedin sebep olduğu cinayetler tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir. Hazret-i Âdem’in evlâtlarından Kābil, Hâbil’e haset etti. İlâhî takdire rızâ göstermedi. Bu haset onu, Hâbil’i katlederek yeryüzünde ilk cinayeti işlemeye sevk etti. Böylece ebedî kahr-ı ilâhîye uğradı.

Cenâb-ı Hak; Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail’e, Kâbe’yi kastederek;

“Evimi temizleyin!” (el-Bakara, 122) buyurmuştur.

Hak dostları, hadîs-i şeriflerde Cenâb-ı Hakk’ın nazar ettiği buyurulan kalbi, Kâbe’ye benzetmişlerdir. Yûnus Emre Hazretleri’nin dediği gibi:

Gönül Çalab’ın tahtı,
Çalab gönüle baktı.

Bu sebeple Hazret-i Mevlânâ, işârî olarak bu âyeti;

“Nazar kıldığım yer olan kalplerinizi, haset ve benzeri kirlerden temizleyin!” şeklinde tefsir eder. Şöyle der:

“Şunu iyi bil ki; bu beden, haset evidir. Ev halkını oluşturan bu bedene ait bütün duygular; idrak, işitme, görme, takdir etme hissiyatı vesâire, hep haset yüzünden kirlenirler ve necaset hâline gelirler. Bu sebeple;

«Evimi temizleyin!» âyet-i kerîmesi, vücut ve ruh temizliğini emreder.”

Hazret-i Mevlânâ, haset gibi günahların bâtınî oluşunu şu temsil ile anlatır:

“Nefs, çakmak taşı ile demire benzer. Put (gibi zâhirî kötülükler, yani görünen haramlar) ise, çakmak taşından sıçrayan kıvılcımdır. O kıvılcım, su ile söner.

Kıvılcım söner ama çakmak taşı ile demir su ile söndürülebilir mi? Hayır!

Çakmak taşı ile demirin ateşi, kendi içlerinde gizlenmiştir. Onların içlerine su girmez ki ateşi söndürsün. Su, ancak dışarıda bulunan (zâhirî) ateşi söndürür. O taşın ve demirin içine nasıl girer? (Giremez ve bâtınî ateşi söndüremez!)”

Meselâ bir insan, haset duygusu kabarmadığı esnada kendisini çok masum ve temiz zannedebilir. Fakat kalpte, âdetâ çakmak taşının kıvılcım meydana getirme husûsiyeti gibi, haset hastalığı meknûz (gizli) ve potansiyel (bilkuvve) olarak durmaktadır. Hasedini ortaya çıkaracak bir hâdise meydana geldiğinde; meselâ haset ettiği bir şahsı, haset edeceği bir nimet içinde gördüğünde, bu mekanizma harekete geçmekte ve o temiz ve masum sandığı hâlinin yerini vahşî bir canavarın yırtıcı duyguları almaktadır. Nitekim âyet-i kerîmede, bizlere;

“Haset ettiği zaman, hasetçinin şerrinden Allâh’a sığınırım.” (el-Felâk, 5) duâsı tavsiye edilmiştir.

Meselâ şu tarihî bir hakikattir:

Timur, haset sebebiyle 4.000 kilometre yol geldi. Sivas ve Kayseri’de 70.000 müslümanı katletti, Osmanlı’ya büyük bir darbe vurdu ve hiçbir şey elde edemeden döndü. Onun haset ateşinde binlerce insan perişan oldu. Osmanlı büyük sarsıntılar geçirdi, fakat ihlâsın bereketiyle tekrar ayağa kalktı. Timur, hüzün ve pişmanlık içinde son nefesini verdi. Bıraktığı devâsâ ülke ise, kısa bir müddet içinde parçalandı.

Demek ki; nefs tezkiye edilmeli ve onun bâtınî ârızaları tedavi edilmelidir ki, ondan devamlı günah kıvılcımları ortaya çıkmasın.

Bu sebeple, en başta nefse itimat etmemek ve onu terbiye etme yolunda mücâhedeyi elden bırakmamak gerekir. Bu kolay bir iş değildir. Hazret-i Mevlânâ der ki:

“Put kırmak kolaydır, hem de pek kolay (bir baltayla toz duman edersin); fakat nefis putunu kırmayı kolay sanmak, cehâlettir, cehâlet! (Zira o hileleri ile bir tilki misâli kendini gizler de kıracağın nefs putunu göremezsin!)”

“Ey kardeş! Sen Allâh’ın emrine ve azîz Peygamberimiz’in sünnetine uy da, ten Ebûcehl’inden ve nefsânî isteklerden kurtul…”

Haset öyle bir belâdır ki, peygamberlere îmân etmeyen birçok kimse; iç dünyalarındaki haset, kin ve nefret yüzünden, ilâhî taksime rızâ gösterememiş ve küfre düşerek, ebedî kahra dûçâr olmuşlardır.

Asr-ı saâdette Ebû Cehil ve Velid bin Muğîre gibi müşrikler; Kur’ân’ın muhteşem belâgat ve fesâhatine hayran oldukları, hattâ gizli gizli Kur’ân dinledikleri hâlde, iç dünyalarındaki hasedi bertarâf edemedikleri için îman şerefine nâil olamamışlardır.

Bilhassa Velîd’in îmân etmemesindeki temel sebep, hasediydi. O şahıs ki şöyle diyordu:

“–Ben şiirin her çeşidini bilirim. Benim O’ndan dinlediğim şiir değildi. Şiirden daha üstün bir sözdü. O sözler, nesir de değildi. Çünkü öyle eşsiz bir fesâhat ve belâgat dolu latîf bir âhengi, ben daha önce hiçbir sözde işitmedim. Kâhin sözlerine ise hiç benzemiyordu. Mecnun sözleri de değil. Ben O’nda deliliğe dair tek bir alâmet bile görmedim. Biz O’na sihirbaz da diyemeyiz. Çünkü okuyup üflemiyor, düğüm bağlamıyor, dolayısıyla sihirbazlara benzer bir yönü de yok!”

Bu sözlerden sonra Velîd, hasedinden dolayı inkâr yolunu seçerek şöyle iftira etti:

“–Ancak O, kardeşi kardeşten ayırıyor. Akraba arasına ayrılık tohumları ekiyor. Bu sebeple sözü de sihir ve büyüden başka bir şey değildir!” (İbnü’l-Cevzî, VIII, 403-404; Hâkim, II, 550; Vâhidî, s. 468)

Çünkü o bedbaht içindeki haset ve gayzı şöyle ortaya döküyor ve ilâhî taksimatta -hâşâ- hata görüyordu:

“–Kureyş’in büyüğü ve efendisi olan ben, yahut Sakîf’in ulusu Amr bin Umeyr dururken, Kur’ân, (fakir ve yetim olan) Muhammed’e mi inecek?!..” (İbn-i Hişâm, I, 385)

Cenâb-ı Hak;

“Allâh’ın rahmetini onlar mı taksim (ve tevzî) ediyorlar?” (ez-Zuhruf, 32) buyurarak bu ahmakça itirazı reddetti.

Yine asr-ı saâdette Efendimiz’i tanıyıp kitaplarında okuduklarını âhirzaman nebîsine ait vasıfları O’nda gören samimî ehl-i kitap, derhâl Fahr-i Kâinât Efendimiz’e îmân ettiler.

Lâkin son nebînin kendi kabîlelerinden değil de, ümmî Araplar arasından gelmesini hazmedemeyen kimi yahudi ve hıristiyanlar ise, müşriklerle ittifak ederek, azılı İslâm düşmanı oldular. Böylelerinin çirkin hâlleri âyet-i kerîmede şöyle beyan edilir:

“Ehl-i kitaptan birçoğu arzu etmektedir ki, sizi îmânınızdan sonra çevirip kâfir etsinler: Hak kendilerine iyice belirdikten sonra bile sırf nefsâniyetlerinden ve kıskançlıktan dolayı bunu yaparlar…” (el-Bakara, 109)

Hazret-i Mevlânâ, peygamber ve velîlere düşmanlık edenler hakkında şöyle der:

Bütün kâfirler; peygamberlerin mânevî cevherlerinin parıltısının, yani peygamberlik nurlarının, kendilerini nurlandırmasına, kendileri engel olmuşlardır.

Hasta, kendisini tedavi eden hekime düşman olursa; çocuk, kendisini terbiye edene kin güderse; gerçekten de bunlar, kendi canlarına kast etmektedirler. Kendi akıllarının, canlarının yolunu vurmaktadırlar.

Bez yıkayan güneşe kızarsa; balık suya öfkelenir, düşman olursa, sen dikkatle bak da gör; bu hiddetin, bu öfkenin, bu düşmanlığın zararı kime dokunur? Sonunda, bu kızgınlık yüzünden kimin bahtı kararır?

Ey hakikati göremeyen; hasedi, çirkin huyu yüzünden nebîlere ve velîlere düşman olan kişi! Allah senin yüzünü çirkin yaratmışsa, kendine gel, aklını başına al da hem çirkin yüzlü hem de çirkin huylu olma.

Eğer bedenî güzelliklerin varsa; suç işleme ki, ayakkabının taşlı yollarda parçalandığı gibi, senin de günah yollarında işlediğin suçlardan, kötülüklerden ötürü bedenî güzelliklerin yok olmasın.

İki kat çirkin isen, yani hem yüzün hem huyun çirkin ise; işlediğin suçlar yüzünden gözden düştü isen, inanç bozukluğu ve iyi işler yapamama sebebi ile çirkinliğin artmasın. Suçların dört kat olmasın.

Sen; «Ben filân kişiden daha aşağı mıyım ki talihim böyle ters gidiyor?» diye ona buna haset ediyorsun.

Zaten haset; bir başka eksiklik, bir başka ayıp, hattâ bütün aşağılıklardan aşağı beter bir şey!

• Şeytan da aşağılıktan utandığı, yani Hazret-i Âdem’e secde etmenin ve onu üstün görmenin kendisini küçük düşüreceğini sandığı için, alçaldı; yüzlerce kötülüğe düştü.

O; topraktan yaratılan Âdem’in ilâhî halîfe olmasına haset ederek, ona secde etmedi de böylece kendisini yüceltmek istedi. Fakat yücelik nerede kaldı? Gözlerinden kanlı yaşlar boşaldı.

• Ebû Cehil de asil, fakat yetim ve servetsiz bulunan Hazret-i Muhammed’in, Allâh’ın elçisi olmasına haset etti de hasedi yüzünden kendisini azîz Peygamberimiz’den üstün tutmaya kalkıştı.

Adı Ebu’l-Hakem iken, Ebû Cehil oldu. Nice ehliyetli kişiler vardır ki haset yüzünden ehliyetsiz olmuşlardır.

Fazîlet ve üstünlük dâvâsından; dolayısıyla, kendini fazîletli, başkalarından üstün, fende ve ilimde ileri gitmiş görerek, küstahlığa kapılmaktan vazgeç. Çünkü Hak yolunda işe yarayan amel, Allah rızâsı için insanlara hizmette bulunmaktır, güzel ahlâklı olmaktır.

Gönül gözleri kapalı kişiler; peygamberleri kendileri gibi birer insan saydıklarından, onların mânevî yönlerini, hakikatlerini göremediklerinden, onların üstünlüklerini, sabır ve tahammüllerini kıskandılar. Onlara haset ettiler; «Onların hasedi meydana çıksın.» diye Cenâb-ı Hak peygamberleri vasıta kıldı.

Haset imtihanı; insanlar arasında yaşandığı için, bilhassa nebîlere karşı tezâhür etmektedir. Yine Mevlânâ buyurur:

“İnsanlar; gerçek olsun olmasın bir mâbud tanır, ona kulluk etmekten utanç duymaz. Hiçbir yerde Cenâb-ı Hakk’a haset eden yoktur.

Fakat gafiller; peygamberi de kendisi gibi bir insan sanır, onun mânevî gücünü anlayamaz da (ona teslîmiyet göstermek nefsine ağır gelir) o yüzden ona haset eder.”

Ne gariptir ki;

Peygamber Efendimiz’e haset, 14 asır sonra da devam etmektedir. Batıda sık sık Allah Rasûlü’ne dil uzatan, hakaret eden hücumlar tekrarlanmaktadır. Gafil müslümanlar arasında da Fahr-i Kâinât Efendimiz’in sünnet-i seniyyesini dinden dışlamaya kalkan, kıt akıllarıyla idrâk edemedikleri hadîs-i şeriflerini dillerine dolayan nâdanlar zuhur etmektedir.

Unutmamalıdır ki;

Cenâb-ı Hak;

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَۚ

“Kim Rasûl’e itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80) buyurarak, Peygamberimiz’e itaatin Zâtına itaat ile beraber olduğunu îlân etmiştir.

“(Rasûlüm!) De ki:

Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…” (Âl-i İmrân, 31) meâlindeki hitabıyla da; Allah Rasûlü’ne ittibâı, O’na tam bir teslîmiyetle her emrine tâbî olmayı, ilâhî muhabbet ve mağfiretin şartı olarak ifade buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak;

• Rasûlullah Efendimiz’in Kur’ân’ı tebyin (açıklama) vazifesi dâhilinde (en-Nahl, 44, 64), bizlere temiz şeyleri helâl kılıp, pis şeyleri haram kıldığını (el-A‘râf, 157);

• O’nun, hevâsından konuşmadığını, O’nun (beşerî kelâmları hâricindeki) sözlerinin vahy-i ilâhî olduğunu (en-Necm, 3-4);

• O’nun hüküm ve kararı karşısında bir mü’minin muhayyerliğinin bulunmadığını (el-Ahzâb, 36);

• O’nun hüküm ve kararına itirazın îmansızlık olduğunu (Bkz. en-Nisâ, 65) bildirmiştir.

• O’na salât ve selâm arz etmemizi vâcib kılmış (el-Ahzâb, 56);

• O’na hürmet ve tâzim ile hitap etmemizi emretmiş (en-Nûr, 63; el-Hucurât, 2);

• O’na en küçük bir edepsizliği amellerin iptaline ve akılsızlığa sebep saymıştır (el-Hucurât, 3-4).

Cenâb-ı Hak, huzûruna kalb-i selîm ile «râdıye ve merdıyye: Allah’tan râzı ve Allâh’ın rızâsına nâil olanların» mertebesinden nasîb alarak varabilen bahtiyar kullarından eylesin. Kalplerimizi çirkin huylardan temizlememize yardım eylesin.

Âmîn!..