O’nun Muhteşem Ahlâkı -24-
YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi
(Bâtınî Farzlar: Sabır ve İstikamet)
ZÂHİRÎ ve BÂTINÎ İLİM
Dînimizin emirleri iki maddede hulâsa edilir:
• Tâzim li-emrillâh: Allâh’ın emirlerini huşû ile, kalp ve beden âhengi içinde, tâzim ile tatbik edebilmek.
• Şefkat alâ halkillâh: Allâh’ın mahlûkātına şefkat sergilemek. Cenâb-ı Hakk’ın rahmet sıfatından nasîb alabilmek.
Bu kemâle erişebilmek için de, iki türlü ilim gerekir:
1. Birincisi zâhirî ilimdir ki hocalardan, kitaplardan tahsil edilen ilimdir.
2. İkincisi ise bâtınî ilimdir. Yani iç âlemimizde tahsil edeceğimiz bir ilimdir. Takvâdır ve neticesi ise irfandır. Bir mü’min bunu, kitaptan ve hocadan elde edemez. Ancak kalbini inkişâf ettirerek bu seviyeye nâil olabilir. Bu inkişâf da ihlâs ve takvâ neticesinde meydana gelir. Âyet-i kerîmede buyurulduğu gibi:
وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُۜ
“…Allah’tan ittikā edin (takvâ sahibi olun), Allah size (bilmediklerinizi) öğretir…” (el-Bakara, 282)
Takvâlı olanlara, Kur’ân-ı Kerim de irşâd edici olur. Âyet-i kerîmede buyurulmuştur:
هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ
“(İçinde şüphe bulunmayan bu kitap), müttakîler için hidâyet rehberidir.” (el-Bakara, 2)
Hakikî tahsil, işte bu kalbî mârifetullah tahsilidir. Fakat zâhirî tahsil olmadan da olmaz.
Nitekim Ebu’l-Hasen Harakānî Hazretleri bu hakikati şöyle dile getirmiştir:
“İki kişinin dinde çıkardığı fitneyi, şeytan bile çıkaramaz:
1) Dünya hırsına sahip âlim (takvâdan mahrum âlim),
2) İlimden mahrum ham sofu! (Cehâletin getirdiği cür’et!)”
Demek ki;
Kalbi «mârifetullah»tan mahrum olan bir âlim, nefsinin ihtiraslarına kapılarak büyük fitne ve fesâda yol açabilmektedir.
Diğer taraftan; zâhirî ilimden mahrum bir sofu da, usûlsüzlük sebebiyle, fayda vereyim derken dîne zarar verebilmektedir.
Zâhir ve bâtın beraber ikmâl olunmalıdır.
Bir gün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Ziyâd bin Hudeyr’e;
“–İslâm’ı ne yıkar bilir misin?” diye sordu.
Ziyâd bilmediğini söyleyince, Hazret-i Ömer şöyle cevap verdi:
“–İslâm’ı sarsacak şeyler şunlardır:
• (Bir menfaat karşısında takvâsı zaafa uğrayan) âlimin ayağının kayması,
• Münafığın Kur’ân’ı vasıta ederek cidâle girişmesi (nefsânî ve felsefî mülâhazalarla Kur’ân’ın dünya menfaatlerine âlet edilmesi, tarihselcilik gibi) ve;
• İdlâl edici imamların hüküm vermesi…” (Dârimî, Mukaddime, 23)
Her üçü de; mâneviyatsızlığın neticesidir. Dînimiz mutlaka, zâhir ve bâtın husûsiyetlerinin birlikte ikmâliyle tahsil ve tatbik edilmelidir.
Rasûlullah Efendimiz; suffe medresesinde, ashâbını hem zâhiren hem bâtınen yetiştirdi. Onları mâneviyat sahasında da yetiştirdiğinin bir şahidi olarak, Abdullah İbn-i Mes‘ûd -radıyallâhu anh- şöyle der:
“Biz (Peygamber Efendimiz’in terbiyesinde) boğazımızdan geçen lokmaların tesbihlerini duyar hâle gelmiştik!” (Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25)
İlmin zâhir ve bâtında kemâlinin alâmeti ise, o ilmin faydalı olmasıdır. İlmin faydası ise, sahibinin haşyet ve takvâsını artırmasıdır. Yani kulun istikametidir.
İSTİKAMET
İmtihan dünyasında insanın hayat şartlarında med ve cezirler vukû bulur. Bunlara mukabil iç dünyada, eğrilme ve savrulmalar olursa kul, istikamet imtihanında başarısız olmuş demektir. Lâkin hayatın ve kaderin değişen bütün şartları karşısında, gidişâtını Allah ve Rasûlü’nün tâlimatları çizgisinde tutabilen ise, en kıymetli derece olan istikamet üzere yaşama derecesine vâsıl olmuş demektir.
Bu sebeple Hak dostları «istikamet»i, en büyük kerâmet olarak adlandırmışlardır.
Cenâb-ı Hakk’ın muazzam bir lutfu olan Ramazân-ı şerif gibi mübârek zamanların akabinde de bir istikamet imtihanı yaşanır. Bu imtihan; Ramazân-ı şerifteki kazancın muhafaza edilmesi ve kaybedilmemesidir.
Unutmamalıdır ki;
Ramazân-ı şerif ve kandil geceleri gibi mübârek zamanlar, mevsimlik ibâdet zamanlarından ibaret değildir. Onlar ömür boyu kulluk istikameti üzere rûhâniyetimizi takviye ve teyit içindir.
Muallâ bin Fadl -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatır:
“Selef-i sâlihîn; Cenâb-ı Hakk’a, altı ay kendilerini Ramazân’a ulaştırması için duâ ederlerdi. Geri kalan altı ayda da idrâk ettikleri Ramazân’ı kabul buyurması için duâ ederlerdi.” (Kıvâmu’s-sünne, et-Terğîb ve’t-Terhîb, II, 354)
Bir kişinin Ramazân’ının makbul olup olmadığının alâmeti, Ramazan’dan sonra da aynı vecd ve istiğrak ile günlerinin geçmesidir.
Şeytan -aleyhillâne-, istikameti bozmak için türlü iğvâlarla insana yaklaşır;
“Nasıl olsa çok ibâdet ettin, şimdi biraz da dünyaya meylet. Merak etme, Allah Ğafûr’dur, Rahîm’dir. Yine bir Ramazan gelir, yine kulluk edersin. Şimdi gençliğini yaşa!.. Biraz dünyadan keyif al!..” ve benzeri bâtıl düşünceler ilkā eder.
Hâlbuki, istikamet çizgisindeki küçük bir inhiraf; giderek büyür ve insan birkaç adım sonra, hakikî gayesinden çok uzağa düştüğünü fark eder.
Rabbimiz Fâtiha-i şerîfede bize dâimâ istikamet duâsı yaptırmakta, sürekli;
اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَ
“Bizi sırât-ı müstakîme / dosdoğru yola eriştir!” diye niyaz ettirmektedir.
Sırât-ı müstakîm Cenâb-ı Hakk’a giden yoldur. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e Allah Teâlâ;
اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَل۪ينَ
عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ
“Sen şüphesiz peygamberlerdensin. Sırât-ı müstakîm (istikametli, dosdoğru yol) üzerindesin.” (Yâsîn, 3-4) buyurmaktadır.
Sırât-ı Müstakîm, Peygamber Efendimiz’dir. O’nun sünnet-i seniyyesidir, muazzam ahlâkıdır, üsve-i hasene olan sîretidir.
Bu bakımdan istikamet, Rasûlullah Efendimiz’in izinde yaşayarak şerîatte titizlik göstermektir.
En başta dikkat edeceğimiz; şerîat, yani Allâh’ın emir ve yasaklarını rûhâniyet ile edâ etmektir. Şerîat olmadan takvâ da olamaz. Tasavvuf da şerîati kemâle erdirmektir.
Bu sebeple;
En başta dikkat edeceğimiz husûsiyetler;
•Zâhirî farzlar ve
•Zâhirî sünnet-i seniyyeler.
Ayrıca;
•Bâtınî farzlar ve
•Bâtınî sünnet-i seniyyelerdir.
Gaye şudur:
Zâhirî farzları; yani namaz, oruç, zekât, sadaka vesâir ibâdetleri kalp ve beden âhengi içinde ihyâ edebilmek. Ardından da; merhamet, tevâzu, iffet ve benzeri bâtınî farzlarda zirveleşebilmek. -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in müstesnâ hâl ve ahvâlinden hisse alabilmek, hiç olmazsa o muhteşem istikametin eşiğine varabilmek. Hassas, duygulu ve zarif bir insan olabilmek. İslâm’ı yaşayan ve bu yaşadığını emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker ile tevzî edebilen bir mü’min olabilmek…
İstikametten ayrılmamak ve takvâ üzere Fahr-i Kâinât Efendimiz’e ittibâ etmenin ise ecri çok büyüktür. Cenâb-ı Hak, istikamet sahiplerine dünyada ve âhirette meleklerini göndererek ilâhî yardımda bulunur. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Şüphesiz; «Rabbimiz Allah’tır!» deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara;
«Korkmayın, üzülmeyin, size va‘dolunan cennetle sevinin.» derler.” (Fussilet, 30)
Mü’minin istikametini sarsan bir unsur da; sabırsızlık, acelecilik ve iğvâlar karşısında metânetsizliktir. Bu sebeple bâtınî farzlardan biri de sabırdır.
SABIR
Rivâyete göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz sabrı şöyle tarif buyurmuştur:
“Sabır üçtür:
• Musîbetlere karşı sabır,
• Kullukta sabır,
• Günah işlememekte sabır…” (Süyûtî, II, 42; Deylemî, II, 416)
Tâat ve ibâdette sabır; «Ölüm gelinceye kadar» huşû ile ibâdete devam edebilmektir. Ramazan gibi mâneviyat mevsimleri sona erince ibâdet şuur ve hassâsiyetini kaybetmek, bilhassa mâsiyete karşı sabırda gevşeklik göstermek, hazin bir sabırsızlık ve istikametsizlik olur ki, iflâs ile neticelenir. Daha evvel kazanılmış ecirler de ziyân olur.
Kullukta aslolan, ibâdetin ömre yayılmasıdır. Saman alevi gibi bir ateş, nasıl bir yemeği pişiremezse, devamlı olmayan bir kulluk gayreti de gönülde olgunlaşmayı hâsıl etmez.
Cenâb-ı Hak da böyle inişli, çıkışlı, muvâzenesiz ve tezatlı bir kulluktan râzı olmaz.
Hadîs-i şerifte;
“Amellerin Allah Teâlâ’ya en sevimli olanı, az da olsa devamlı yapılanıdır.” buyurulmaktadır. (Müslim, Müsâfirîn, 218; Ahmed, VI, 61)
Bu sebeple istikametin bir sırrı da, «az da olsa devamlı» gayreti şiâr edinip, inkıtâ vermemektir. Şeytanın müdâhil olacağı bir boşluk oluşturmamaktır.
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede;
فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ
وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ
“Boş kaldın mı hemen işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” (el-İnşirah, 7-8) buyurarak bir hayırlı ameli bitirdikten sonra hiç fâsıla vermeden, diğer bir hayırlı amele koşmamızı emretmektedir.
Zira Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi:
“İbâdetin kabul ediliş alâmeti; o ibâdetten sonra hemen başka ibâdete girişmek, birbiri ardınca durmadan hayırlara koşmaktır.”
Sabrın bir başka makamı ise; musîbetlere gösterilen sabırdır ki, ilâhî taksime karşı gönül hoşnutluğudur.
RIZÂ MAKAMI
Musîbetlere sabır; takdir-i ilâhîyi, rızâ ve teslîmiyetin huzuru ile karşılamaktır. Bu ise yüksek derecede kalbî olgunluk ister.
Peygamber Efendimiz, sahâbe-i kiram ve evliyâullah hazerâtının hayatlarında bunun da muazzam misalleri mevcuttur.
Allah Rasûlü’nün hayatı çileler çemberi gibidir. Yetim doğmuş, öksüz büyümüştür. Altı evlâdını elleriyle defnetmiştir. Peygamberlik vazifesinde, yani Allah yolunda ise sayısız iptilâlara maruz kalmıştır. Lâkin Cenâb-ı Hakk’a rızâsında hiçbir değişiklik olmamıştır. Tâif’te nâdan ve bedbahtlar tarafından taşlandığı vakit;
“Yâ Rabbî, Sen bana gazaplı değilsen, başıma gelecek hiçbir şeye aldırmam!” demiştir. (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35; Buhârî, Bed‘ü’l-Halk, 7)
Ashâb-ı kiram da, çile ve meşakkatlere tebessüm etti. Onlar; şehâdet haberini, kendileri için müjde telâkki ettiler. Yokluklara, sıkıntılara, hakaretlere ve saldırılara dâimâ sabr-ı cemîl ile mukabelede bulundular.
Çünkü;
Ashâb-ı kirâmın gözünde dünya küçüldü, âhiret ise yegâne ufuk oldu. Cenâb-ı Hak ile kurbeti, yani Allâh’a yaklaşmayı arzu ettikleri için; dünya iptilâları gözlerinde bir hiç hükmünde kaldı. Yani çile ve musîbetler, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmalarına mâni olmadı. İlâhî vecd ve istiğrakları öyle keskin hâle geldi ki; dünyevî meşakkatler karşısında rızâ ve teslîmiyet hâlinde oldular. Sarsılmadılar ve istikametlerini bozmadılar.
Nice misallerden birkaçını zikredelim:
O’NU GÖRMEDEN HUZUR BULMAM!
Uhud dönüşünde;
İki oğlunu, babasını, kocasını ve kardeşini Uhud Harbi’nde kaybeden beş şehid sahibi Sümeyrâ Hatun;
“–O’na (Efendimiz’e) bir şey oldu mu?” deyip duruyordu.
Sahâbe-i kiram cevaben;
“–Allâh’a hamd olsun ki durumu iyidir. O, senin arzu ettiğin gibi hayattadır!” dediler.
Sümeyrâ Hatun;
“–O’nu görmeden gönlüm huzur bulmayacak, bana Allah Rasûlü’nü gösteriniz.” dedi.
Gösterdiklerinde derhâl gidip elbisesinin ucundan tuttu ve;
“–Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Sen sağ olduktan sonra gayrı hiçbir şeye endişelenmem!” dedi. (Vâkıdî, I, 292; Heysemî, VI, 115)
Sevginin büyüklüğü, sevilen için yapılan fedâkârlıkla ölçülür. Seven kişi, sevdiği uğruna canını verir de bir fedâkârlık yaptığını düşünmez.
Bu sebeple ehlullah hazerâtı; sabredilmesi gereken bir hâdiseyle karşılaştıklarında, zarûreten tahammül etmek yerine, bunu Cenâb-ı Hakk’a yaklaşma ve ecre nâil olma fırsatı olarak görmüş ve zehirle pişmiş aşı, gönül hoşnutluğu ile yudumlamışlardır.
Hazret-i Ali’nin ayağına bir muharebede ok saplanmıştı. Bir türlü çıkaramadılar. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-;
“–Ben namaza durayım da öyle çıkarın!” dedi.
Dediği gibi yaptılar. Hiçbir zorluk çekilmeden, kolayca çıkarıldı. Ali -radıyallâhu anh- selâm verince;
“–Ne yaptınız?” diye sordu.
Onlar da;
“–Oku çıkardık!..” dediler.
Yani kıldığı namazdan öyle bir mânevî lezzet almıştı ki, bedendeki maddî acıları hissetmemişti!
Hazret-i Mevlânâ bu namazdaki vecd ve istiğrâkı şöyle ifade eder:
“Öyle bir abdest al ki, hiç bozulmasın! Öyle bir namaz kıl ki, hiç bitmesin! Âşığa beş vakit namaz yetmez. Beş yüz bin vakit ister. Gerçek âşık, vuslatın bitmesini hiç ister mi?”
Bu kıvam ömür boyu;
«Bir vecd ile bin secde» etmenin rûhâniyet ve lezzetidir.
Vefâyât adlı eserinde İbn-i Hallikān, şu hâdiseyi nakletmektedir:
ECİR FIRSATI
“Urve bin Zübeyr -rahmetullâhi aleyh- oğlu Muhammed ile birlikte, Halîfe Velid bin Abdülmelik’i ziyaret maksadıyla Medine’den Şam’a gitmişti. Oraya vardıklarında çok sevdiği oğlu Muhammed, bir ara hayvanların bakımı için ahıra girdi. Lâkin serkeş bir hayvanın kendisine attığı fecî tekme neticesinde hemen orada vefat etti.
Bu elîm kazanın üzerinden henüz bir müddet geçmişti ki, Urve -rahmetullâhi aleyh-’in ayağında kangren hastalığı zuhûr etti. Bunu haber alan Halîfe Velid bin Abdülmelik, Urve bin Zübeyr’e ayağının kesilmesinin zarûrî olduğunu, aksi takdirde hastalığın bütün vücuduna yayılabileceğini söyledi. O da, ilâhî takdîre büyük bir rızâ ve teslîmiyet içerisinde bunu kabul etti. Bunun üzerine derhâl, Urve’nin ayağını kesmesi için mâhir bir cerrah çağırıldı. Gelen cerrah, yapacağı ameliyatın çok fazla ızdırap vereceğini, bu sebeple hastanın narkoze edilmesi gerektiğini ifade ettikten sonra Urve Hazretleri’ne;
«‒Efendim! Müsaadeniz olursa, ayağınız kesilirken acı hissetmemeniz için size bir miktar şarap içirelim.» teklifinde bulundu.
Urve -rahmetullâhi aleyh- ise, bu teklif karşısında hayretle cerrahın yüzüne baktı ve haram karşısındaki metânet ve sabrını dile getirdi:
«‒Hastalıktan kurtulmak için bile olsa, Allâh’ın haram kıldığı bir şeyi asla kullanmam!»
Cerrah, aldığı kesin cevap üzerine bu defa;
«‒Efendim! O hâlde uygun görürseniz sizi uyutacak bir ilâç verelim.» teklifinde bulundu. Urve -rahmetullâhi aleyh-;
«‒Hem bir uzvum kesilirken acısını hissetmeyeceğim, hem de Cenâb-ı Hak’tan onun ecrini isteyeceğim, öyle mi? Böyle bir şeye nasıl râzı olabilirim!» diyerek bunu da kabul etmedi.
Bu defa odaya birkaç kişi girdi. O;
«‒Bunlar da kimdir? Niçin geldiler?» diye sorunca cerrah;
«–Efendim! Ayağınız kesilirken kimi zaman acı dayanılmaz olacaktır. Bu gelenler, sizi bu esnada tutmak için geldiler.» dedi. Bunun üzerine Urve -rahmetullâhi aleyh- cerraha;
«‒İnşâallah sabreder, size de güçlük çıkarmam!” dedi ve gelenlere teşekkür edip onları gönderdi.
Cerrah, bunun üzerine ameliyatına başladı. Önce topuğu bıçakla kesti. Bıçak kemiğe dayanınca da testere ile kesme işine devam etti. Urve bin Zübeyr Hazretleri ise, ameliyatının sonuna kadar büyük bir teslîmiyet, tevekkül ve Hakk’a rızâ hâlinde, dâimâ tehlil ve tekbir getirerek;
لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ واللّٰهُ أَكْبَرُ
dedi ve sabretti.
Ayağın kesilmesi tamamlandıktan sonra, kesilen yer, kızdırılan zeytinyağı ile dağlandı. Urve -rahmetullâhi aleyh-; bu esnada çektiği büyük ızdırap neticesinde daha fazla dayanamayıp bayıldı. Ayıldığında yüzündeki teri silerek şu âyet-i kerîmeyi okudu:
«…Hakikaten şu yolculuğumuz sebebiyle başımıza (epeyce) sıkıntı geldi!» (el-Kehf, 62)
Daha sonra ayağını doktorların elinde görünce onu istedi, eline alıp kesik ayağını evirip çevirdi ve onunla şöyle konuştu:
«‒Beni sana taşıttıran Zât’a yemin ederim ki, bu ayağım -çok şükür- hiçbir zaman harama gitmemiş ve ona yönelmemiştir.»” (İbn-i Hallikān, Vefâyât, Beyrut 1900, III, 255-257)
Devrimizde de Suriye’de narkoz ilâcı bulunamadığı için anestezi yapılamadan ameliyat olan çocuklara ait görüntüler, yürekleri dağlamıştır. O yiğit çocuklar, o dayanılmaz ızdırâba, ezbere bildikleri sûreleri tekrarlayarak tahammül etmişlerdir.
GÖNÜL VECDİ
Bu bir gönül vecdidir. Mânânın maddeyi, metafiziğin fiziği bertarâf etmesidir.
Nitekim şanlı tarihimizdeki nice zaferlerde de bunun birçok misâli sergilenmiştir.
Çanakkale muharebelerinde kumandanlık etmiş, yaralanmış emekli bir subay hâtırâtında şöyle anlatıyor:
“… Ali Çavuş ile karşılaştım. Sapsarı olmuş yüzünde müthiş bir ızdırap okunuyordu. Daha; «Neyin var?» demeye kalmadan, o her şeyi anlatmaya yetecek olan kolunu bana gösterdi. Dehşetle ürpermiştim. Sol kolu bileğinin dört parmak kadar yukarısından aldığı bir isabetle hemen hemen tamamen kopacak hâle gelmişti ve elini, yere düşmekten ancak zayıf bir deri parçası alıkoymakta idi. Ali Çavuş dişlerini sıkarak ızdırâbını yenmeye çalışıyordu. Sağ elindeki çakıyı bana uzattı;
«–Şunu kesiver kumandanım!» dedi.
Bu üç kelimelik cümle; öyle müthiş bir istek, öyle bir mecburiyet ifade ediyordu ki, gayr-i ihtiyârî çakıyı aldım ve derinin uçunda sallanan eli koldan ayırdım. Bu tüyler ürpertici vazifeyi yaparken de;
«–Üzülme Ali Çavuş, Allah vücuduna sağlık versin!» diye moral vermeye çalışıyordum.
Çok geçmeden Ali Çavuş; yalnız elini değil, vatan uğruna fânî vücudunu da fedâ etti. Gözlerini hayata yumarken de;
«Allah îmandan ayırmasın!.. Vatan sağ olsun! Bu can, dînime ve vatanıma fedâ olsun!..» cümlelerini tekrarlayarak son nefesini vermiş, etrafı küçük bir kan hâlesine dönmüştü.”
Bu hâl; Cenâb-ı Hakk’a olan vecd ve aşkın bütün ızdırapları unutturmasıdır. Yani ilâhî aşk ile narkoze olabilmektir…
Murad Hüdâvendigâr; Kosova’da kendilerinin iki katından daha kalabalık haçlı ordusuyla karşılaştığında, Rabbine sığınıp şöyle duâ etmişti:
“Yâ İlâhî! Bu mü’min askerleri küffâr elinde helâk eyleme!.. Onlara öyle bir zafer lutfet ki, bütün müslümanlar bayram etsin! Dilersen o bayramın kurbânı da şu Murad kulun olsun!..”
Hakikaten, o gün Cenâb-ı Hak muazzam bir zafer lutfetti. Murad Hüdâvendigâr da o zafer bayramının kurbânı oldu. Mehmed Âkif; bu hakikatin ardından, sonraki yıllarda musîbetlerle dolu zâlimane işgallerle yaşanan acı kayıplar ve hüzünler karşısında ızdıraplar içinde şöyle feryâd eder:
Nerde olsam çıkıyor karşıma bir kanlı ova,
Sen misin yoksa hayâlin mi vefâsız Kosova?
…
Söyle meşhed, öpeyim secde edip toprağını,
Yok mudur sende Murâd’ın iki-üç damla kanı?
ÖLÜMÜ GÜZELLEŞTİRMEK
Bu şehâdet sahneleri, aynı zamanda ölümü güzelleştirme hâlleridir. Ölümün ürkütücü hâlinden kurtulup şevk ile şehâdete yürüyebilmesi, ancak gönlün aşk ve vecd iklimine girebilmesiyle mümkündür. Bu da, nefsânî arzuları bertarâf ederek;
موُتوُا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا
“Ölmeden evvel ölünüz!” sırrına erişmekle hâsıl olur. Yani kul, sağlığında nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesine muvaffak olabilirse; bütün dünyevî ızdıraplar ve çileler, onun üzerindeki tesir gücünü o nisbette kaybeder.
İmtihan dünyasında kaderin işleyişinde mutlaka sabır imtihanları olacaktır. Rabbimiz buyurur:
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz.
(Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele!
O sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman;
«Biz Allâh’ın kullarıyız ve biz O’na döneceğiz!» derler.” (el-Bakara, 155-156)
Sabrın en kıymetli ânı ise, musîbetle karşılaşılan ilk andır. Bu sebeple sadme-i ûlâda, yani musîbetle karşılaştığı ilk anda gösterilmesi lâzımdır. Bu hâl ise sabrın zirvesidir.
Firavun’un sihirbazları; Hazret-i Musa’nın karşısında Cenâb-ı Hakk’ın hidâyet tecellîsine mazhar olunca, secdeye kapanıp îmân ettiler. Firavun, âdetâ deliye döndü ve tehditler yağdırmaya başladı:
“…And olsun ki ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve muhakkak sizi hurma dallarına asarak (azabın en şiddetlisini tattıracağım.) Böylece, hangimizin azabının daha şiddetli ve sürekli olduğunu iyice anlayacaksınız.” (Tâhâ, 71)
Başlangıçta Firavun, Mısır hazinelerini o sihirbazların önüne sermişti. Onlar ise dünya nimetlerini ellerinin tersiyle ittiler, en ağır işkencelerden de yılmadılar. Firavun’a karşı;
“Ne hüküm vereceksen ver! Sen ancak bu dünya hayatına hükmedebilirsin!” (Tâhâ, 72) diye tavır koydular.
“«Biz zaten Rabbimize döneceğiz!» dediler.” (el-A‘râf, 125)
Zulüm tatbikatı başladı. Ortalığın can pazarına ve kan gölüne döndüğü o anda, o sîneleri îmân ile dolu mü’minler; Firavun’a bir minnette bulunup da îmanlarının bir zaafa uğramasından korktular. Geç kavuştukları tevhîdi tez kaybetmemek endişesiyle Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ ettiler:
“…Yâ Rabbi! Üzerimize sabır yağdır (Firavun’a minnet sebebiyle îmânımızdan dönmeyelim) ve canımızı müslüman olarak al!” (el-A‘râf, 126)
Bu bakımdan sabır, Hakk’ın takdîrinden dâimâ râzı olarak Allah ile dost kalabilme sanatıdır. Hakk’ın şu tâlimâtına itimat etmektir:
“…Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 216)
Başa gelen ızdırap verici hâdiselere sabredip Cenâb-ı Hakk’a sığınmak; hayır veya şer her şeyin O’ndan geldiğini bilmek ve bir imtihan olduğunu idrâk edip mükâfâtını kazanmaya çalışmak, Hak dostlarının meşrebidir. Şikâyetler, feryâd ü figanlar, sızlanmalar ise; zarar ve ziyanı artırmaktan başka bir şey değildir.
Sabır, insanın iç âlemindeki kıymetli bir hazinedir. Sahibini hem varlığın hem yokluğun, hem belânın hem de nimetin tehlikesine karşı koruyan güvenli bir kalkandır.
PEYGAMBER ZIRHI
Sabır, bütün peygamberlerin kuşandığı ve ümmetlerine tavsiye ettiği bir zırhtır.
Yâkub -aleyhisselâm- çok sevdiği oğlu Yûsuf’u kaybetmenin acısına sabr-ı cemîl gösterdi.
Bilhassa Eyyûb Peygamber’in sabrı dillere destan olmuştur. O malını, evlâd ü ıyâlini ve sonunda da sıhhatini kaybetti. Fakat asla muvâzenesini kaybetmedi.
Bir defasında hanımı Rahîme Hatun, Hazret-i Eyyûb’a;
“–Sen bir peygambersin. Duân makbûldür. Çok muzdarip bir hâldesin. Duâ et de şifâya nâil ol.” dedi.
Eyyûb -aleyhisselâm- ise, şu mânidar cevabı verdi:
“–Rabbim bana seksen sene sıhhat verdi. Hastalığım ise henüz seksen sene olmadı. Ancak birkaç senedir muzdaribim. Hâl böyleyken Cenâb-ı Hak’tan sıhhat istemeye teeddüb ederim.”
Tâ ki, Eyyûb -aleyhisselâm- hastalığının Hak yolundaki hizmetlerine kusur ve noksanlık verdiğini görünce;
“…Bana gerçekten hastalık isabet etti. Sen merhametlilerin en merhametlisisin.” (el-Enbiyâ, 83) diyerek, kalben Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etti. Cenâb-ı Hak da, ona yerden çıkardığı soğuk bir su vesilesi ile şifâ ihsan eyledi.
Sabırsızlık, isyan ve istikametten inhirâf etmeye sevk eder. Bu da mâsiyet ve günahların girdaplarla dolu karanlığıdır. Allah Rasûlü’nün ifadesiyle ise;
“Sabır ziyâdır.” (Müslim, Tahâret, 1) İnsanın dünya ve ukbâsını aydınlatır.
Sabrın sonu selâmettir.
Vaktiyle, çok yaşlı bir mesnevîhânı ziyaret etmiştik. Evlâtları tarafından terk edilmişti. Bağlarbaşı’nda, fenâ kokulu izbe bir yerde kalıyordu.
Refîkim Dr. Naif Bey bu manzara karşısında, tesellî makamında;
“–Sabır!” dedi.
O zât, sabrı bizzat yaşamanın irfânıyla;
“–Sabır… Dünya tarafı çok acı, âhiret tarafı çok parlak!” dedi.
Rabbimiz bizleri, iptilâların ve gafletin karanlığında bırakmasın. Bizleri dâimâ hidâyet, istikamet ve sabır kandilleriyle nurlandırsın!..
Yâ Rabbî!..
Bizleri başına gelenlerden râzı, tâatinde sabırlı ve istikametli, isyana ve nefsinin hevâsına düşmekten ise uzak durabilen kullarından eyle!..
Yâ Rabbî!..
Meleklerin selâmlarıyla karşılanan istikamet ehli ve müjdelediğin sabreden kullar zümresine bizleri de ilhâk eyle!..
Âmîn!..