KINALI KEDİNİN KUYRUĞU

YAZAR : Dr. Halis Ç. DEMİRCAN demircan@istanbul.edu.tr

Çocukken kışları çok sık hastalanırdım.

Yine böyle bir kış günü; köydeki anneannemin evinde, ateşler içinde yatıyordum.

Doktora gitmiş, ilâçlarımı almış, eve gelmiştik. İğne olmak için iğneci Fatma Teyzeyi bekliyorduk.

Bir süre sonra kapı hızlı hızlı çalındı, gelmişti. Hızlı bir şekilde odaya girdi hemen çantasını açtı, metal iğne kutusunu çıkarıp kuzineli sobanın üzerine koydu.

Her zaman böyle hızlı hareket eder, sanki bir yerlere yetişmek ister gibi bir hâli olurdu.

İğnelerin kaynamasını beklerken; üzerindeki tertemiz siyah yeldirmesi,* başında bembeyaz tülbendi ile yanıma oturdu. Yuvarlak tel çerçeveli gözlüklerin ardından pırıl pırıl parlayan, zeki bakışlı gözlerini bana dikti. Gülümseyerek kınalı elleriyle ellerimi tuttu;

“–Nasılsın kuzum?” deyip ateşime baktı.

Gözlerim kınalı ellerine takılmıştı, elleri tamamen kınalıydı. Soranlara; «Mikroplara karşı koruyor.» derdi.

Her gelişinde; iğne kutusunun kaynamasını beklerken, hem çocukların iğne korkusunu gidermek için hem de kedileri çok sevdiği için kedilerle ilgili hikâyeler anlatırdı:

Yavru bir kedi, kuyruğuyla oynuyormuş. Bunu gören yaşlı bir kedi sormuş:

–Neden kuyruğunu kovalıyorsun?

Yavru kedi cevaplamış:

–Mutluluğun kuyruğumda olduğunu öğrendim. Onu yakaladığımda mutluluğa kavuşacağım. Bu sebeple onu kovalıyorum.

Bunun üzerine yaşlı kedi şöyle demiş:

–Senin yaşında ben de mutluluğun kuyruğumda olduğunu düşünmüştüm. Sonra şunu fark ettim; ne zaman onu yakalamaya çalışıp, kovalasam benden uzaklaşıyor, ne zaman kendi yoluma gitsem hep peşimden geliyor.

Bu arada; sobanın üzerinde kaynayıp, artık steril olan iğne kutusunun kapağını açıp bir pens yardımıyla iğnelerin içinden birisini seçip enjektöre geçirdi. İğneyi ucu yukarıda kalacak şekilde kutuya yasladı. Sulandırıcı ampulü eline alıp, üst boğumunda kalan sıvıyı parmağıyla tık tıklayarak alt kısma geçirdi. Küçücük bir testereyi o üst boğuma sürterek incelttikten sonra, parmaklarıyla tık diye kopardı. Sulandırıcı sıvıyı enjektöre çekti ve iğneyi diğer eline aldığı kuru ilâç şişesinin lâstik tapasına batırıp sulandırıcıyı içine boca etti. İki elinin arasına aldığı bu ilâç şişesini hızla ovuşturarak içindeki ilâcı eritti. Yeniden iğneyi alıp lâstik tapaya batırdı. Karışmış olan ilâcı enjektöre çekti. Çantasından çıkardığı silindir şeklindeki cam pamukluktan, bir parça pamuk koparıp kolonyayla ıslattı. Diğer eliyle içinde ilâç bulunan enjektörü yukarı doğru kaldırıp, iğnenin ucuna bakarak dikkatli bir şekilde içinde hava kalmayacak şekilde -birazını da havaya- fışkırttı.

Ateşin etkisiyle büyülü gözlerle o kınalı ellerin seremonisini izliyordum;

“–Haydi kuzum, dön bakalım arkanı!” demesiyle kendime geldim.

Birkaç gün süren bu seremonilerden sonra iyileşirdim.

İğneci Fatma Teyze; yetmişli yaşlarda, kocası erken vefat ettiği için evinde kedisiyle yaşayan yalnız bir hanımdı.

O; köyün sadece iğnecisi değil, aynı zamanda köyün ebesiydi. Kırık çıkık bakımı, yara pansumanı, diş çekimi gibi tıbbî müdahalelerin yanı sıra; kavga edenlere arabuluculuk edip barıştırır, evlenme çağı gelenlere ve dullara uygun eş bulur, yani kısaca her başı sıkışan ona koşardı.

Köyde bir evden diğerine yetişir, herkesin derdine çare olmaya çalışır, bundan da çok mutlu olurdu.

Kış geceleri komşuların bir araya geldiği, üzerinde çay kaynayan kuzineli sobaların olduğu odalarda toplanılıp yapılan sohbetlerin birinde, kulak misafiri olmuştum:

İğneci Fatma Teyzenin çok mutlu bir yuvası varmış, kocası belediyede otobüs şoförü imiş. Her sabah işe giderken onun çorbasını hazır eder, uğurlar; akşam geldiğinde kapıda karşılayıp terliğini ayağına giydirirmiş. Aralarındaki bunca muhabbete rağmen çocukları olmuyormuş.

Bir akşam iğneci Fatma Teyzenin kocası eve elinde bir kedi yavrusuyla gelmiş:

–Hayırdır bey, nereden buldun bu enciği?

–Sorma hanım; bu sabah belediyeden otobüsü aldım, tam yola çıkacakken önüme fırladı anaları, ne ettiysem olmadı, arabanın altında kaldı, inip baktım ki ölmüş hayvancağız. Çok üzüldüm. O sırada gördüm onları, üç tane yavru koşturuyor etrafta. Aldım onları garaja götürüp bir karton kutunun içine yerleştirdim, annelerini de bir ağacın dibine gömüp işime döndüm. Akşam garaja döndüğümde ilk işim o karton kutuya bakmak oldu; ama bir de baktım ki, diğer yavrular ortada yok. Sadece bu enik kalmış, ben de aldım eve geldim.

–İyi ettin bey!

O günden sonra o kedicik onların evinde yaşamaya başlamış. Zaten birkaç ay sonra da kocası ânî bir kalp hastalığı sebebiyle vefat etmiş.

Çok sevdiği kocasının erken yaşta ölmesi onu çok üzmüş.

Bir ara ortalıklardan kaybolmuş.

Bu ortadan kaybolduğu günlerden bir Cuma günü; komşumuz onu, Üsküdar’daki Aziz Mahmud Hüdâyî Efendi Camii’ne namaz kılmaya girdiğinde görmüş. Bir köşeye çekilmiş, elinde tesbih, duâ eder vaziyetteymiş. Sonraki hafta da yine aynı yerdeymiş.

İğneci Fatma Teyze bir süre sonra tekrar köye dönmüş ve evinde kedisiyle birlikte yaşamaya başlamış.

Günlerden bir gün, akşama doğru kardeşimin ayağı burkuldu, çok canı yanıyordu, annem bana hemen; «İğneci Fatma Teyzeni çağır!» dedi.

Evimizin arkasından kestirmeden koşarak İğneci Fatma Teyzenin evine ulaştım. Tek katlı, müstakil, eski bir evdi. Hava hayli kararmıştı, evin lâmbasının yandığı dışarıdan görülüyordu. Dışarıdan seslendim ama ses yoktu. Kapıyı çalmaya çalıştım; tahta kapıya vurunca kapı biraz aralandı, bir daha seslendim yine ses yoktu. Kapı aralığından içeride bir hareket olduğunu fark ettim, dikkatli bakınca içeride iki tane kedi gördüm.

Bir kez daha;

“–Annem sizi çağırıyor!” diye seslendim.

Evde olmadığına karar verince, kapıyı çekip ana yoldan eve döndüm ki İğneci Fatma Teyze bizdeydi;

“–Fatma Teyze nasıl geldin buraya?” dedim.

Gülerek;

“–Damların üstünden atlayarak geldim kuzum.” dedi.

“–Bize gelmen gerektiğini nereden bildin?” dedim.

“–Sen söyledin ya kuzum, annem çağırıyor diye…”

“–Ama sen evde yoktun…” deyince;

“–Evdeydim, sen geldiğinde mutfaktaydım.” dedi.

Bir taraftan da tatlı tatlı gülümsüyordu.

Yıllar sonra, o akşamüzeri, o kapı aralığından gördüğüm görüntüyü gözümde canlandırdığımda; «kedilerden birinin ön patileri, sanki kınalı gibi, kızıl bakır rengi miydi?» diye düşünmekten kendimi alamam.

Ancak şu bir gerçek ki, o; çok sevdiği kocasının yasını tutarken, hikâyedeki kedinin, kendi kuyruğunun peşine düştüğü gibi, şahsî mutluluklar peşinde koşmak yerine, aldığı irşad gereği, kendini insanlara hizmete adamıştı. Bu şekilde belirlediği yolda da artık mutluluklar onun peşinden gelir olmuştu.

Sağlıcakla kalın.

____________________________________

* Bazı Karadeniz köylerinde; kadınların elbiselerinin üzerine giydiği, pardösü benzeri, önlük şeklinde siyah giysi.