DURUŞLU ve TUTARLI

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Bir tarafta kafesler vardı, bir tarafta hür gökler.

Konduğu dallarda ise, dikenler de vardı, güller de.

Sesler doldurmuştu ortalığı.

Herkes konuşuyordu.

Neler neler anlatıyorlardı.

Eğitim bülbülü baktı, hangisini dinleyip de ona göre hikmet çıkarsın, bilemedi. Aynı anda her ağızdan bin bir lâkırdı arasında çünkü tıkanmıştı kulaklar. Bunun üzerine kendi kendine dedi ki:

Şakıma artık bülbül, figan et, uyan, uyan;
Bir kulak çıksa yeter yanık sesini duyan! (Seyrî)

Başladı feryâda:

“‒Ey insanoğlu!

Nerde durduğuna dikkat et!

Bak;

Neyin üzerinde duruyorsun, nasıl?

Hedefindeki güzellikler ile yaptıklarının özellikleri ne kadar tutarlı?

Biliyorsun;

Bütün başarılarda iki nokta çok mühim:

Duruş ve tutarlılık.

Duruş, merkez noktaya göre hareket.

Tutarlılık, duruşla aynılık ifade eden gerçek bir tecellî.

Bin bir veçhesi ve hakikati olan bir bilginin sadece iki cihetini çok iyi bilmekten yola çıkıp da mevzu ile alâkalı olarak kendisine;

“‒Bu meselede bilgin var mı?” denildiğinde;

“‒Var.” cevabını vermek, ancak herhangi bir tıkanma durumunda;

“‒Ben bildiğim kadarını kastetmiştim.” şeklinde boş bir savunma yapmaya yarayan nafile bir lâkırdıdır.

Zira sorulan malûmat çerçevesinde ele alındığında bütün itibarıyla asla tutarlı bir cevap değildir. Bunda belki bir iki nokta bilgi dâhilindedir, ama yüzlerce alâkalı nokta malûmat hâricindedir. Neticede;

«‒Var» ifadesi, sadece mevcut oluş yönüyle değil lâkin bütünü kuşatıcı bir gereklilik yönüyle tutarsız ve kifâyetsizdir. Âdeta yok gibidir, hattâ daha kötüsüdür. Çünkü aldatıcıdır.

Îmân için de böyledir, irfan için de böyle. Şuur için de böyledir, basîret için de böyle. Akıl ve idrak için de böyledir, gerçek bir ruh ve insan oluş için de böyle.

Dolayısıyla;

Nâkıs şekilde herhangi bir var cevabı, söyleyiş bakımından ve yalnızca kaba bir mantık perdesinde kendine göre birtakım doğru ifadeler, görüntüler ve şekiller oluşturabilir. Lâkin mânâ ve mahiyet itibarıyla, asıl ihtiyaç hissedilmiş olan soruluş gayesi ve maksat açısından tamamen tutarsızlık sergiler. Vaziyet böyle olunca, doğruluktan tamamen uzaktır. Yani doğru görüntülü net bir yanlıştır.

Yazık ki;

Yine de, net bir yanlış olduğuna dikkat etmeden doğruluk görüntüsü üzerinde yoğunlaşmak, insanın çoğu kere aldandığı bir gaflettir. «Nasılsa doğruluktan bahsedilebiliyor ya, gerisinin ne önemi var!» gibi bir bakış açısıyla hareket edenler, zekâ küpü de olsa bu gaflete kurban oluyorlar. İlim deposu da olsalar, uğradıkları veya uğrayacakları acı ve hazin neticeler değişmiyor.

Dıştan «var» gözüken bir hakikatin içinden mahiyet yönüyle «yok» çıkması, işte insanı ham ve cahil bırakan bir hâdise.

Bu inceliğe âmâ şekilde bir eğitim anlayışı ile insanoğlu, dağları devirse yine de faydasız. Ne kendini yetiştirebilir, ne başkasını.

Yetişmek veya yetiştirmek bir yana, bilâkis zarar verici olur. Bozar. Yıpratır.

Bunun için;

Önce doğru bir duruş şart. Üzerinden ne kadar zaman geçse de bozulmayan, nice sert rüzgârlar esse de devrilmeyen bir duruş.

Doğru bir duruş, çünkü sadece bu bile âdeta yığınla meseleyi kendiliğinden halledebilecektir. İnsanın normalde gücünün veya en azından imkânının yetemeyeceği nice problemler de kendiliğinden hallolacaktır. Sırf doğru bir duruşla.

Çünkü;

Doğru bir duruş, en kuvvetli ilâcın kat kat üzerinde bir şifâya sahiptir. Hem de yan tesiri hiç olmayan bir şifâya.

Doğru bir duruş, silâhın yapamadığı tesiri gerçekleştirir.

Doğru bir duruş, insana baş gözüyle göremediği gerçekleri görmesini sağlar.

Doğru bir duruş, eğriliklere karşı yegâne tedbirdir.

Doğru bir duruş, o kadar sözün anlatamadığını en açık bir şekilde idrak ettirir.

Çünkü bu formül, Cenâb-ı Hakk’ın hükmüdür. Buyurur:

فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ وَمَنْ تَابَ مَعَكَ وَلَا تَطْغَوْا اِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ

“O hâlde;

•Seninle beraber tevbe edenler ile sen,

•EMROLUNDUĞUN GİBİ DOSDOĞRU OL! (DOSDOĞRU DUR! DOSDOĞRU YAŞA!)

•(Lâkin) aşırı da gitmeyin!

•Hiç şüphe yok ki O;

•Ne yapıyorsanız, çok iyi görmektedir.” (Hûd, 112)

Dosdoğru olmak, yani dosdoğru yaşamak.

İşte en doğru duruş!

Hangi çileli yollardan geçirtirse geçirtsin sonu Allâh’a çıkan bir formül bu. Onun için;

Hayatımıza şekil veren sayısız îmânî meselelerde, ahlâkî anlayışlarda, fikrî temellerde, zikre dönüşen meyil ve melekelerde, kısaca iki dünyamızı ilgilendiren her şeyde, delicesine taraftarlık ve savunmalara dalmadan önce, en önce illâ bakmalı:

Duruş doğru mu? Müstakim mi? İlâhî teraziye gerçekten uygun mu?

Çünkü beşerî değil, ilâhî terazi itibarıyla duruşu doğru olmayan bir îman, ahlâk, fikir, zikir, meyil, meleke, dâvâ vesaire, siz onlara kendinizi kurban da etseniz, yüce netice değişmez; onlar sizi menzil-i maksûda ulaştıramaz, cennete ve Hakk’a kavuşturamaz. Cenâb-ı Hakk’ın tarihten bugüne bütün insanlığa gösterdiği ve îlân ettiği şu hakikat, çok açık:

Hükmü kaldırılan bütün semâvî dinler, inançta ve yaşayışta doğru duruşu kaybettiği için bozulmuştur. Bozulunca da bizzat Allah tarafından hükümsüz ve geçersiz kılınmıştır. Yani o bozuk dîne inanan kimselerin, tevhid duruşuna bîgâne şekilde, üstelik şirk ve iftira ile dolu bir vaziyette Allah demeleri, makbuliyet açısından Cenâb-Allâh’ın katında hiçbir şey ifade etmemektedir.

Yani illâ gerekli olan düstur;

Dosdoğru oluş, dosdoğru yaşayış, yani dosdoğru duruş.

Çünkü;

Dosdoğru duruşta, ezelle ebedin bir bütün hâlinde tutarlılığı vardır. Dosdoğru duruşta yeryüzü ile gökyüzü arasında insanın iki kanatlı bir mâhiyette en tutarlı yolculuğu gerçekleşir. Ruhla cesedin, madde ile mânânın arasındaki denge de bu tutarlılık etrafında işler. Sayısız kesrette yegâne vahdetin mükemmel, muhteşem ve emsalsiz bir tutarlılığı da, bu çerçevede kendini gösterir.

Hayatın huzuru bunda, âkıbetin kurtuluşu da bundadır.

Duruşsuzluk ve tutarsızlıklarla dolu inanç ile yaşayışın, öyle fikir ile düşüncelerin, öyle dâvâ ve gayelerin insanlara yaptığı ortadadır: Cennet va‘dederek cehenneme devirmek.

Fıkra bu ya, fakat ibretli:

Çok başarılı bir reklâmcı cehenneme girince zebânîlere bakarak sancılar içinde inleye inleye basar itirazı:

‒Yahu burası sırf alev!

‒Ne sandın ya?

‒Yahu bir saniyede kemikler bile eriyor!

‒Merak etme, bir saniyede de tamamı yeniden veriliyor.

‒Ama yine sırf alev ve yine hepsi cızbız!

Zebânîler güler:

‒Başka ne olacaktı? Adı üstünde cehennem burası!

‒Ama dışarıdan baktığımda; «tam aradığım yer» diyeceğim güzellikler, süsler, rahatlıklar, keyifler, zevkler, eğlenceler ve oyunlar dolu zannetmiştim. Bana hep öyle gösterildi.

Son cevap mânidar olur:

‒Maalesef, onlar sadece reklâmlardı.

Hisse, gayet açık:

Tutarsız şeylere tutarlı niyetlerle kapılıp da tutarlı bir neticeye ulaşmak mümkün değil. Bu noktada her meselenin başlangıcı ve neticesini gerçek mahiyetiyle temâşâ gerek. O temâşâyı gizleyen perdeleri açmak ve öyle bakmak gerek. Unutmamalı ki; en kirli ve kötü yalanın bile kendisini en temiz ve en iyi bir doğru olarak pazarladığı bir imtihan dünyasındayız. En beter zulümlerin bile en yüksek adâlet olarak reklâm edildiği bir devranda yaşıyoruz. En çirkin işlerin bile en güzel ameller olarak şırınga edildiği bir hengâmdayız.

Her şeyi inceden inceye süze süze doğru duruşu bulmak ve tutarlı olmayı başarmak, çok zor gibi gözükse de, değil. Belki gafiller, duruşsuzlar ve tutarsızlar için elbette çok zor. Ancak gözlerini bütün zulmetlerden çekip de en berrak şekilde sonsuz göklere, yüce Kur’ân’a ve Hazret-i Peygamber’e çevirebilenler için çok kolay.

Sırât-ı müstakimden çıkmadan yürüyebilenler için çok kolay.

Şeytan casusu değil, hakkın nâmusu olarak yaşayıp da dosdoğru duruş sergileyenler için çok kolay.

İşin sırrı;

Yegâne ilâhî doğruda doğru oluş ve doğru duruş. Sonra da buna bağlı olarak tutarlı bir yaşayış, tutarlı davranış ve hareketler.

Evet;

Hareketlerdeki tutarlılık, duruştaki doğruluk kadar mühim.

Çünkü;

Tutarlı hareket, bütün dengesizliklere ayar bir davranıştır. Eğitici ve kalıcı özellik taşır.

Arzu edilen edep de, âdeta kendiliğinden gerçekleşir. Arzu edilen olgunluk da, sanki kendiliğinden oluşmuşçasına bir gidişat ortaya koyar.

Bu yüzden;

En tutarsız insanlar bile karşılarındaki kimseden tutarlı olmasını beklerler. Hani trafiği alt-üst eden ve kaidelere hiç uymayan bir arsız şahıs, başkalarına yaptığını hiç umursamazken kendi başına gelen aksaklık üzerine muhatabından müthiş bir tutarlılık ister ya, aynı onun gibi.

Böyle olunca;

Yani tutarsız kimseler bile mevzu kendilerine dokunduğunda hemen başkasından tutarlı davranışlar bekliyor olunca;

Yetişmekte olan genç, taze ve tecrübesiz dimağların da, bilhassa tutarlılığa dikkat ettikleri tabiî ki âşikâr. Hele söz ile öz arasındaki tutarlılık veya tutarsızlık, onlara derinden derine tesir ediyor. Onlar da, duydukları ile değil, gördükleri ile şekilleniyorlar. Ya güzel birer şahsiyet oluyorlar, ya da berbat bir kişilik ortaya koyuyorlar. Dolayısıyla olumlu veya olumsuz bütün neticeleri, bir bakıma onları yetiştiren kimselerin tutarlı veya tutarsız hâlleridir. Her ne kadar buna sebep, onlar gibi gözükse de aslında yetiştiriciler etrafında yoğunlaşır. Çünkü balık, baştan kokar.

Buna göre eğitimde gerçek başarının püf noktası ve şartı da;

Tutarlılıktır.

Sanat için de bu böyledir. Sınır tanımamak, insanı dâhî yapar zannediyorlar. Aksine dehânın en büyük engeli budur. Gerçek dâhîlik ise, sınırsız bir tefekkür ve gayret içerisinde ancak en tutarlı sınırları yakalamaktır.

Gençlerin, erken vakitte en iyi anlamaları gereken hakikatlerden biri de budur.

Çoğu taze beyinler, bu gerçeği, vaktinde anlamadıkları için en zinde zamanlarında bayatlık yaşıyorlar. Vücuden de bayatladıkları zaman geldiğinde ise artık yapacakları bir şey de kalmıyor. Kalsa da onu yerine getirecek enerji bulunmuyor ve başarılabilecek gayeler ve gayretler, ziyan ve iflâs ile neticeleniyor.

Bu noktada şunu unutmamalı:

Düşman işgalleri, artık sadece maddî silahlarla değil. Özellikle Çanakkale ve Kurtuluş savaşlarının sonrasındaki haçlı hücumları, âdeta işgal değil ikbal görüntüsünde hamle yapmakta. Yıllardır müslüman toplumlara ve bilhassa bu şekilde ülkemize hamle üstüne hamle gerçekleştirmekte.

Bu hamlelerin çarpışma meydanı da tabiî ki en başta eğitim dünyası.

Yıllardır, geçmişteki düşman işgallerinin en sancılı neticeleri, uzantıları ve kalıntıları hep orada.

Bu yüzden;

Yine yıllardır en çok yap-bozlar eğitimde yaşanıyor.

O yap-bozlar ki, tutarsızlıkların en kötü örnekleri.

Maalesef hâlâ;

Eğitim sahamız, bir türlü isabetli bir tutarlılığı yakalayamadı. Kendi medeniyetinin kendi mahsulünü kusursuz olarak üretecek bir tutarlılık mekanizmasını tam olarak tesis edemedi. Teneke kutu üreten bir makinanın başına en mahir bir uçak ustasını da koysanız, üreteceğiniz ne olur? Yine teneke kutu. İşte bizim eğitim fabrikalarımızda gözden kaçan asıl nokta burası. Bu, gözden kaçınca; durmadan yeniden düzenleme, tekrar düzenleme ve benzeri çare arayışları etrafındaki faydasız müdahaleler bitmek tükenmek bilmiyor. Bir türlü asıl gaye ile hedeflenen asıl netice buluşturulamıyor. Çünkü arzu edilen tutarlılık ortada yok.

Hâlbuki;

Tutarlı olmayan eğitim, hiçbir şeyle telâfî olmaz. İnsanla alâkalı yığınla problem, aslında hep tutarsızlıklar yüzünden çözümsüzlüklere mahkûm. Anne-baba veya eğitimci, üzerine düşen tutarlı davranışı sergilemeyince bir sürü tutarsız problemin ortasında boğuluyor. Uyanamayanlar, onları çözümlemek için yine yığınla tutarsız davranışları seçiyor ve bir de onların içerisinde bocalıyor.

Bu sebeple;

Kendini ispat devresine girmiş bir evlâdı, nice yıllar isteyen en doğru şekilde inkişaf ettirmeyi, en doğru çerçevede bilmek gerekir. Bu bilginin en sağlam tecrübesi, evlâdın hayırlı şeylerde kendisini ispat etmesini temindir. Kötülük ve yanlışla ispatın kapısı ise mutlaka kapalı olmalıdır. Fakat tutarsız anne-baba veya eğitimci, evlâda yanlışlar içerisinde benliklerini ispat imkânı sağlayıcı davranışlarla bilmeden kötülüğü beslemiş olurlar. İyilik adına kötülük yaparlar. Yavrularını kasap sevgisine benzer şekilde severler. Oysa sevdikleri kendileridir. Kasabın kendisini düşünmesi gibi. Kasap, kendi işine yaracağı için koyunu sever. Onu kurban edeceği için başını okşar. Anne-babalar da aynı şekilde evlâtlarını kurban edici davranışlar ve tutarsız muameleler içinde iseler, gerçek bir sevgiden bahsetmesinler!

Vicdan rahatlatıcı tavırlar, eğitim değildir.

Yanlışı ve mikrobu besleyen tedaviler, şifâ getirmez.

Cehâlet kapısı kapalı olmayan bilgilenme, ilim sahibi yapmaz.

Toplumun eğitim ahvâline bir göz gezdirelim;

Anne-babaların tutarsızlığını kullanan çocuklar, alışa alışa hangi noktaya geliyor?

Evet;

Çocuk, yetişirken gördüğü tutarsızlık veya tutarlılıklara göre alışkanlıklar oluşturur. İşte bunlar oluşurken nelere dikkat edilmeli? Çok şeye dikkat gerekli fakat ille, ille, yine ille; yanlışlara kilit, doğrulara anahtar bir eğitim şart.

Maalesef;

Bugün psikoloji, pedagoji, rehberlik vesaire diyerek bazen bu formül ters kullanılıyor. Mezkûr sahalarda bazı eğitim modelleri, ne yazık ki çare yerine sahtekârlığı besleyen bir işleyiş sergiliyor. Üstelik kimisinin yapısı bile buna göre kurulmuş. Zalimin psikolojini önemsemeyi, mazlumun öldürülmesinden daha değerli gören bir anlayış, ne yapıyordur aslında? Aynı mantıkla kötünün ve kötülüğün suçlu oluşunu bir kenara bırakıp da onun söylediğine hiçbir terazi kullanmadan inanan ve onlara yalan fırsatı tanıyarak tedaviyi seçen bir çare, problemin ta kendisi değil midir?

Zaten;

Çocuğu dinlerken, anne-babayı dışlayan; anne-babayı dinlerken çocuğu dışlayan bir terazi ne kadar doğru tartar?

Bir program sebebiyle gittiğimde İtalya’da bir aileden bahsedildi.

Kız çocuklarının dış tesirler yüzünden oyun oynar gibi belki de ne yaptığının hiç farkına dahî varmadan söylediği bir yalan üzerine bütün aile resmî makamlar tarafından darmadağın edilmiş. Şuursuzca bir iftira uğruna sapasağlam bir aile parçalanmış. Ardından kızcağız belki de mahcubiyetinden kayıplara karışmış. Sonra diğer evlâtlar da annenin elinden alınmış. Şimdi;

O annenin hâlini düşünmeyen çare, ne kadar çare? Evlâtla anne birbirinden ayrıldığı zaman en büyük tahribat annede yaşanmaz mı? Çocukta da ayrı bir tahribat olmaz mı? Ama âciliyet annededir. Uçaklarda muhtemel bir felâket durumunda niçin anne babaların önce kendi maskelerini takmaları, sonra çocuklarının maskesini takmaları isteniyor? Bu yüzden. Anne ve baba sağlam ve muhafazada olursa, çocuklar da muhafazada çünkü. Yani çözümlerde neyi merkeze almak gerektiğini çok iyi bilmek gerek. Bunu hiçe sayan bir anlayış ile bugün batı dünyası batıyor. Doğuya da aynı bataklığın sızıntıları karışmakta. Dikkat edilmezse, nice nesillere yazık olacak, çok yazık olacak!

Annelerin fedâkârlığı, ne kadar dayanabilecek buna?

Artık sadece dadılığa memur edilen anneler, daha sonra ne kadar fedâkâr olabilecek? O fedâkârlığı tatmayan yavrular, ne kadar sıhhatli yetişebilecek?

Kıssalarda ibret çok:

Evvel zamanda bir çocuk hakkında iki kadın birden annelik iddia etmişti. İkisi de:

“‒Çocuk benimdir, onun değil!” diyordu.

Mesele padişaha aksetti. Onun huzûrunda da değişen bir şey olmadı. Her iki taraf da, ne denilse aynı iddiayı tekrarlıyordu:

“‒Çocuğun annesi benim, o değil!”

Bunun üzerine güngörmüş tecrübeli hükümdar, şu kararı verdi:

“‒Madem öyle, o zaman yapılacak tek şey kaldı: Çocuğu ikiye böleceğiz, bir yarımını biriniz, diğer yarımını diğeriniz alacak!”

Gerçek anne hemen feryat etti:

“‒Hayır! Çocuk benim değil, ben yalan söyledim. Çocuk onundur.”

Durumu mânidar bir şekilde seyreden akıllı padişah, emretti:

“‒İşte gerçek anne! Çocuğu buna verin, diğer yalancıyı ise kırbaçlayın!”

Böylece;

O görgülü ve ince fikirli padişah, gerçek anne ile yavrunun birbirinden koparılmasına engel oldu.

Fakat öyle bir zamandayız ki;

Evlâtlarımız üzerinde ezelî düşmanlarımız hak iddia ediyor. Yine ince fikirlerle kudretli hükümler gerekli. Lâkin acı ve hazin olan şu ki;

Düşman bu hak iddiasını geçmişteki yalancı kadının yaptığı gibi yapmıyor, çocukların rûhunu çalarak bunu onlara söyletiyor. Kimine annesinin maymun olduğunu söyletiyor, kimine bir başka haçlı cellâdını anne olarak belletiyor.

İşte böyle girift ve sancılı bir durumda;

Ne yapmalı? Nasıl etmeli ve ne şekilde ince bir hüküm vermeli ki, çocuklar gerçek annelerinden koparılamasın!

Bu, öyle zor, öyle zor ki!

Zira mesele, tarihtekinin tam aksi bir problem. Çünkü bu problemde bir annenin;

“‒Hayır! Çocuk onun!” deyip de ciğerpâresini karşı tarafın zararından koruyabilmesi, zerre kadar mümkün değil. Bilâkis böyle dediği ilk anda, onun can bahçesinde açmış o göz nûru yavrusu, tamamen meçhul bir karanlığın gayyâsında helâk olacak.

Öyleyse ne yapmalı?

Fark edebilene hiç karmaşık değil.

Sadece;

Kendi îman ve medeniyetinde, kendi ahlâk ve eğitiminde, kendi kitap ve irfanında dosdoğru olmalı.

Sadece;

İlâhî teraziye göre doğru duruşlu ve tutarlı olabilmek kâfi.

Bu istikamette sadece;

Yerli ve ithal, çok cazibeli fakat zehirli tesirlerden tamamen sıyrılmak bile neler neler kazandıracaktır. Her şeyden önce yavrularımızı kazandıracak ve yavrularımıza kazandıracaktır.

Az şey mi?

Yâ Rab!
Nasîb et!
Âmîn!..”