BU ZEHRİ İÇME!

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

esmeli_egitimnotlari_yuzakidergisi_temmuz2016

İnsanlıkta iç âlem denilen büyük bir memlekette birlikte yaşayan nefis ile gönül, her gün olduğu gibi bugün de karşı karşıya oturmuştu. Birinin elinde gaflet sazı, diğerinin elinde hikmet neyi, yine canhıraş şekilde atıştılar. Nefs, yine alınganlık tellerine bağlamıştı her şeyi. Haykırdı:

–Her şeye tamam da, işte bunu hiç yapmayacaktı!

–Boşver, sen akl-ı selîmi elden bırakma!

–Hayır, bu iş artık izzet-i nefs meselesi oldu.

–Bu sefer izzet-i kalbi seç!

–Olmaz! Öyle alındım ki; patlayacağım patlayacak!

–?!.

Derken;

Oturdukları masanın üzerine bir yaprak düştü. Rüzgâra kafa tutan bir yaprağın bu âkıbeti, ince bir şeyler fısıldadı onlara. Fakat nefs, hiç oralı olmadan yine haykırdı:

–Madem beni hiç yerine koydu, gününü göstereceğim!

–Güne değil, yarına göre davransak!

–Hayır! Madem beni adamdan saymadı, nasıl saydıracağımı gayet iyi biliyorum.

–Bu yaklaşım doğru mu?

–Ne demek! Onur kırıcı davranış doğru da, müstehak olduğu karşılık mı yanlış? Hadi ordan!

–Fakat şahsiyetli bir olgunluk daha yerinde değil mi?

–Değil, o kadar alındım ki, artık değil!

–?!.

Derken;

O sırada güneş, bulutların arasından sıyrıldı ve bütün ışığını onlara sundu. Bu ışığı alsınlar da karanlık denilen perdeleri aşsınlar ve her işin doğrusunu fark etsinler diye rengârenk fırsatlar oluşturdu. Fakat nefs, kötü bir akıl tutulması yaşadığından bu fırsatları da umursamadı. Yine haykırdı:

–Vay vaay, kolay lokma zannetti ha! Hem de hazmedeceğim zannetti ha!

–Dostum, ters taraftan yorumluyorsun?

–Asla dümdüz yorum bu! Yeterince şok etti beni, hayal kırıklığına uğrattı. Artık sıra bende!

–Terazili düşün biraz!

–Düşünemem; mademki beni kaale almadı, iş başa düştü!

–Niye bu denli düşmanlık?

–Az bile; ne kadar alındığımı bir bilsen!

–?!.

Derken;

Bu defa bir su şırıltısı, devreye girdi. Her şeyin bir hesaba doğru aktığını anlattı. Yolda adım başı çelme takan kayalarla, çalılarla ve çoraklarla değil, lâkin gide gide varılacak olan nihâî yerin sırlarıyla hareket etmek gerektiğini söyledi. Fakat nefs, buna da kulaklarını tıkadı. Yine haykırdı:

–Bunu nasıl yapar? Bir türlü kabullenemiyorum!

–Her şeyde bir imtihan hikmeti yok mu? Anlayıp kazanmaya bakmalı!

–Yok öyle yağma! Ne hikmeti, her şey ortada. Merak etme, ondaki ilim bende de var, hem daha fazla! Kendi çapımda fikrim de var, daha gerçekçi ve daha mantıklı.

–Bu biraz şeytanla yazıp nefsinle okumaya benzemiyor mu? Biliyorsun, böyle yazıp okumaların sonu da her zaman kötü oluyor.

–Hiç umurumda değil, ne olursa olsun!

–Niye bu infial ve öfke?

–Görmüyor musun, alındım, alındım!

–?!.

Derken;

Tam o anda bir duman kapladı etrafı. Yangın çıkmıştı. Böcekler, otlar, ağaçlar ve yanan her şey, tek bir dil hâline geldi ve cehennemî bir zulmün ve felâketin neler yapacağını bin bir inilti içinde alev alev gösterdi. Fakat nefs, bunlara da gözlerini yumdu ve yine haykırdı:

–Nefret ediyorum!

–Aşırı seviyordun?

–Çok kötü biriymiş!

–En iyi diyordun?

–Gâvurdan betermiş!

–Eşsiz bir cevherdi hani?

–Şişirilmiş. Balon gibi de patladı. Ama benimle aşık atılmayacağını er-geç öğrenecek! Benim kalbimi kırmış olmanın en ağır belâlarını görecek!

–Hayret! Alınganlık denen şey, her şeyi bu kadar mı değiştirebiliyor?

Derken;

Büyük bir kıvılcım sıçradı. Nefsi çepeçevre kuşattı. Çareye koşacağı yerde o gafil hâlâ, alınganlıktan dem vuruyordu ki, eğitim bülbülü, o ortalığı kaplayan dumanların arasından nefes nefese kanat çırptı. Duyurabilmek ve hissettirebilmek için en yüksek ve en içli perdeden şakımaya başladı. Ne dese, gafil nefsin asla anlamayacağını bildiğinden; ona değil, onun sahibi olan insanoğluna seslendi:

“–Ey insanoğlu!

Yüce Allah; sana, şeytanın ebedî hüsranına sebep olan isyanını anlatırken, hiç tefekkür ediyor musun nelere dikkat çekiyor? İblisi aptalca bir isyana sürükleyen ve onu ebedî mel’un eden hangi duygulara ve püf noktalara vurgu yapıyor?

Alâkalı âyetleri bir daha oku!

Onlarda;

Şeytanın ahmakça isyanına sebep olan, o en berbat virüslerden daha beter bir duyguya rastlayacaksın:

Alınganlık, alınganlık ve alınganlık.

Malûm;

Şeytan, kendisi varken yüce Allâh’a halîfe olarak Âdem’in yaratılmasına çok içerledi, fecî şekilde alındı;

«–Niye ben varken o?» diye bastı itirazı.

Öyle alınmıştı ki, yüceler yücesi Allâh’a karşı hattâ diklendi.

Çünkü;

Zehirli bir kıyasa tutulmuştu:

«–Ben başlar üstünde güneş gibi olan bir ateştenim, o ise, ayaklar altında olan basit bir topraktan! Üstün olan ben olduğum hâlde tercih edilen niye o?» dedi.

Yüce Allah, hangi hikmeti beyan etse, anlamadı.

Yegâne kudretin hükmü ve gerçeği ne söylese, yine anlamadı.

Bozuk plâk gibi;

«–Ben ateşten, o topraktan! Yaratılışım ondan üstün. Buna rağmen ilâhî vezirlik makamı niçin ona verildi? O makam benim hakkım değil miydi? Bu nasıl bir ilâhî adâlet? Bana göre büyük bir haksızlık bu! Hiçbir şekilde kabul edemem. Olur şey değil! Bu bana nasıl yapılır? Herkes bilsin ki, bütün benliğimle bu yanlış seçimin karşısındayım!» deyip durdu.

İşte;

Bu zehirli kıyas, kahredici haset ateşleriyle birleşti. İflâh olmaz bir alınganlığa dönüştü.

O alınganlık;

Meleklerin reisi olan şeytanı, öyle bir âsî yaptı ki hiçbir şekilde tevbeye bile yanaştırmadı.

O alınganlık;

Onu en yüce dosta dahî düşman etti.

O alınganlık;

Yegâne rahmeti bıraktı, iğrenç bir lâneti aldı.

Ey insanoğlu!

İblisin ebediyyen içine düştüğü ve bir ömür seni de düşürmek istediği o felâket tuzağını, o sinsi tehlikeyi, sen sen ol, iyice tanı! Birbirinden güzel kat kat kılıflar içine saklansa da, yine tanı! Solundan da gelse tanı, sağından da gelse tanı! Adâlet elbiseleri giyse de, haklılık libaslarına bürünse de tanı! Doğruluk rengiyle de gelse, çare ve şifâ âhengiyle de gelse tanı!

Aç gözünü bak;

Yüce Allah, onu gerçek bir örnek üzerinde sana gösterdi. Onu, ne kadar gizli olursa olsun yine de açıkça tanıyacağın bir formül hâlinde sana öğretti. Meleklerin mübârek reisini, iğrenç bir iblis yapan ve onu ebedî helâke düşüren o gaflet ve dalâlet adımları ve aşamaları hakkında âdeta dedi ki:

Önce;

•Zehirli bir kıyas,

Sonra;

•Fecî bir haset,

Sonra;

•Berbat bir alınganlık…

Neticesinde;

•İsyankârlık,

•Düşmanlık ve

•Ebedî bir mel’unluk…

Ey insanoğlu!

İyi anla;

Allâh’ı inkâr yüzünden olmadı bütün bunlar, alınganlık yüzünden oldu.

Çünkü;

Şeytanın itirazlarının isyana dönüştüğü nokta, şiddetli bir alınganlığın bağrına çöreklenerek devreye girdiği bir nokta olmuştur.

Bu noktada;

Şeytan, açıkça alındı.

Âdem niçin ondan daha değerli yaratıldı diye içerledi. Bu hâl, bir adım sonra öfkeye ve isyana dönüştü.

Oldukça dostâne ve mâsumâne görünen bir alınganlık, çok belâlı bir olumsuzluk kesildi.

Çünkü;

İçinde zehirli bir kıyas vardı. Her şey onunla başladı. Eğer başlangıçta zehirli bir kıyasa düşmese o berbat alınganlık da olmayacaktı. Ancak idrakinin sapması yüzünden ilâhî fotoğrafı yanlış okudu. Bu yanlış okuyuşu da üstelik Hazret-i Allâh’a yüklemeye kalkışarak şiddetli bir şekilde alındı. İnsanoğlunun yaratılmasıyla birlikte kendi tahtının sallandığını zannetti.

Hâlbuki;

Hazret-i İnsan, onun için de bir rahmetti. Lâkin iblis, rahmeti göreceği yerde âfeti vehmetti. Sonra vehmettiği âfete düştü. Nihayet rahmetten kovuldu ve felâkete mahkûm oldu. Yanlış okumasa ve alınmasaydı eğer, o da rahmet içinde olacaktı. Heyhat, olamadı.

Öyle olamadı ki;

Bir daha rahmet imkânı ve tevbe fırsatı bile tanınmadı.

Yani;

Her zehirli kıyas ve sonrasındaki berbat alınganlık, bir bakıma bir daha rahmet ve tevbe imkânı bile bırakmayan bir tuzak olarak tezâhür etti!

Ey insanoğlu!

Dikkatli tahlil et!

Göreceksin;

Âdem’in oğullarından Kābil’in Hâbil’i öldürmesinin altında da alınganlık var. O alınganlığın içinde de zehirli kıyas ve haset var. Ne demişti Kābil:

«–Benim Allah için verdiğim niye kabul edilmedi de kardeşim Hâbil’in verdikleri kabul edildi?»

Sonra da, isyan ve cinayet.

Yeryüzünde ilk kan bu yüzden döküldü.

Hazret-i Peygamber’i akl-ı selîme göre kabul edecek durumda oldukları hâlde nefsâniyetleri yüzünden reddeden bazı müşrik ediplerin hüsran sebebi de berbat bir alınganlıktı:

«–Bu Kur’ân niye bize inmedi de O’na indi?!.» demeye yeltendiler.

Zebûn oldular.

Aman ey beşeriyet!

İnsan alıngan olduğu an, ona eyvahlar ola!

Ne yapılsa;

Yine de o, her şeyi ters okur; ters anlar; ters yorumlar.

Hattâ;

En mü’min kişi bile onun gözünde en kâfir bir kimse olarak görünür.

Çünkü insanoğlu;

Her şeyi, alınganlık yaptığı nokta etrafında döndürür:

•Îmânını,

•Ahlâkını,

•Şahsiyetini,

Kısaca;

•Bütün varını ve yoğunu, boş bir alınganlık penceresine göre şekillendirmekten çekinmez.

Dolayısıyla;

Alıngan insanın basîreti can çekişir. Aklı da ölür, kalbi de. İdraki, âdeta saplantı cenazesidir. Güdük ve kuru bir kuytuya takılmış kalmıştır. Ne anlatılsa yine döner dolaşır ve en bariz hakikatleri bile o takıldığı noktaya gömer.

Ey insanoğlu!

Kuluz, âciziz.

Her şeyi bilmemiz mümkün değil.

Bir tek meselesinin bile her yönünü bilemediğimiz yığın yığın hususlar çok. Yarınını ve ötesini göremediğimiz nice mevzular, nice sırlar, nice hikmetler ve nice hakikatler var. Sonsuz bilgiler harmanında yok kadar bir şey biliyor sayılsak da, milyarlarca sonsuz kadar bilmediğimiz var.

O bilmediklerimiz, her zaman bizi her türlü savurur. Elbette biliyormuşluk tasladığımız zaman savurur. Lâkin bu savurma, eğer bizi alınganlık noktasına düşürürse, o zaman felâket. Bu açıdan son derecede âgâh ve basîretli olmak gerek. Tıpkı Firavun’un sihirbazları gibi.

Onlar;

Hazret-i Musa ile mücadele ederken gördükleri mûcize karşısında zerre kadar bir şüphenin bile hiç sızamadığı bir îmâna mazhar oldular. Allâh’a doğru koşuşta ne kadar güzel bir adımdı bu.

Öyleyse;

Beşer anlayışına göre o adımda normal şartlar altında ilk olması gereken mukabele ne olmalıydı?

Tabiî ki;

Güzel bir tebrik, huzur ve mutlu bir vaziyet.

Ne ile karşılaştılar peki?

En ağır bir imtihan ile.

Sanki mükâfat verilmesi gerekirken işkenceler altında can verme cezasına mahkûm oldular. Sanki Cenâb-ı Hak, îmân etmeleri mukabilinde onlara dayanılmaz fecî bir âkıbet yaşattı. Sanki gösterdikleri vefâya karşı yüce Allah onlara bin bir cefâ dolu bir kader yazdı.

Her bakımdan;

Türlü türlü alınganlığı körükleyecek tecellîler. Kollar ve ayaklar çaprazlama kesildi, vücutlar kütüğe döndürüldü. Fecî şekilde can verdiler.

Fakat meselenin yalnız fânî yönüne bakınca böyle. Ebedî yönüne bakıldığında ise baştan sona muhteşem! Baştan sonra zirve bir îmânın tecellî ettirilmesi ve ona verilen sonsuz nasipler.

Şehâdet ve ebedî saâdet.

Hiç bitmeyecek sonsuz lütufların zuhur ânı.

Azıcık bedelle sonsuz mükâfatlara mazhariyet.

İşte onlar;

O ölmeyen ölümsüzlüğü fark ettiler.

Bu fark edişle;

Kendilerini alınganlığa sürükleyecek perdeleri değil cennetteki caddeleri seyrettiler. Bu seyran sayesinde en ağır işkenceler karşısında bile şüphesiz bir îmân ile Allâh’a inandılar. Tam inandılar ve tam hissettiler. Hissettiler ve gördüler.

Gördükleri için;

Henüz Allâh’a inanmanın ilk adımında bile can verdiler, ama îmanlarını vermediler.

Kulluğun en çetin imtihanından başarıyla geçtiler ve sonsuz saâdet diplomasını aldılar.

Çünkü anladılar ki;

Fânî hayatta kullanmak üzere en küçücük bile olsa hangi diploma imtihansız?

O hâlde ebedî hayatta kullanılmak üzere gerekli büyük diplomalar, hiç imtihansız olur mu?

Olmayacağı için;

Alınganlığa değil, kazanmaya yöneldiler. Kazandılar.

Neticede insanın şeytan karşısındaki değeri bir daha tescillendi. Çünkü iblis, imtihana tâbî tutulmadığı demlerde meleklerin reisiydi. Lâkin yüce takdir, onu ilâhî bir denemeye ve teste tâbî tutunca, daha ilk imtihanda devrildi ve aşağıların aşağısına yuvarlandı.

Eğer sihirbazlar da, o ağır imtihanın kendilerini bunalttığı zor ve dayanılmaz anlarda iblis gibi alınganlık sergileselerdi, -Allah muhafaza- îmanlarından vazgeçerler ve kaybedenlerden olurlardı.

Eğer;

«–Îmân ettik, buna rağmen niye böyle?» deselerdi, neticeleri hüsran olurdu.

Eğer içlerinden biri;

«–Sana inanmama karşılık bana bunu mu revâ gördün?» deseydi, helâk olurdu.

Ne şüphe;

İnsanın nefsi, bunları demeye müsait bir varlık.

Bu bakımdan beşer için nefsi yenmeden hiçbir zafer ve kazanma yok. Çünkü kıyasa ve alınganlığa düşen nefs, kendisine yönelik olarak daima en yücelik ve mükemmellik özelliklerini sıralar durur. Âdeta o mağrur bir padişah gibi kendisini deneyici imtihanlar çerçevesinde zarurî de olsa, hiç istemediği şeylere katlanmak durumunda kaldığında, bunu kendisine yediremez ve acayip öfke patlamaları ile ortalığı darmadağın eder. Hele geçici de olsa zalimlerin çok güçlü ve kârlı, mazlumların ise çok zayıf ve zararlı çıktığı gidişatlar karşısında iç dünyası, tezatların ve şüphelerin hücumuna uğrar. Sürekli sorar:

«–Bir türlü anlayamıyorum; niye zalimlere bu kadar fırsat veriliyor da mazlumlara neredeyse hiçbir imkân tanınmıyor? Niye kibirliler kahraman sayılıyor da, mütevâzı zavallılar adam yerine konmuyor? Niye kötülere hiçbir şey olmuyor da, iyilere her şey oluyor? Niye masumlara dur deniyor, sus deniyor ve sabret deniyor da gaddarlara tam tersi?»

Daha neler sorar neler.

Sordukça da asıl gerçeği göremez. Gösterseler de anlamaz. Hiç düşünmez ki, Hazret-i Peygamber, Mekke’de yıllarca çile çekmesine rağmen bir kere bile hâşâ;

«–Yâ Rabbî bu ne ahval? Ebû Cehl’i mi tercih ettin, beni mi? Ona türlü türlü keyifler, imkânlar ve rahatlıklar veriyorsun, fakat bana çektirmediğin yok!» demedi.

Hâlbuki dış gözle bakıldığında, Efendimiz’in yaşadığı o sürekli sancılı ve çileli vaziyet, tam da böyle denilecek bir durumdaydı. Bir gün değil, bir ay değil, bir yıl değil, 13 yıl sürdü üstelik.

Hazret-i Peygamber ise, sadece aşk ile sabretti ve şevk ile de şükretti.

Tâif’te taşlanırken bile dedi ki:

«Hor hakir görülmemi, şu çâresizliğimi,

Ancak Sana arz eder Âmine’nin yetîmi!

Ey merhametlilerin en merhametlisi Sen,

Eğer ki bana karşı gazap etmiş değilsen;

Şu çektiğim mihnete, aldırmam şu belâya,

Kerem kıl, hidâyet ver, Tâifli cühelâya!

Azâb etme İlâhî, rahmetindir huzûrum,

Râzı oluncaya dek, affını diliyorum!»

İşte hâli Nebî’nin yedi gökten yücedir,

Seyrî, O’na kıyasla ahvâlimiz nicedir?

İşte yapmamız gereken en doğru kıyas!

Bir kıyas ki, kulu hikmete ve hakikate ulaştırdığı nisbette makbul.

Lâkin;

Hak’tan kopardığı an ne kadar mantıklı da olsa her kıyas, en ölümcül zehirden farksız.

Rûhu da ve ilmi de katleden en ölümcül zehir.

Buna rağmen nefsin çok sevdiği ve en lezzet aldığı çok âlimâne bir cehâlet lokması. Rûhâniyet dokusunu kullanan bir nefsâniyet hamlesi.

Âh nefs!

Herkeste aynı icraati yapıyor. İnsan, dev bir âlim bile olsa, her nefse uyduğunda, sonunda en kara cahildekinden daha beter oluyor. Bir de sûret-i haktan ahkâm kesiyor:

«–Ben ferman okumayacağım da kim okuyacak?»

«–Ben konuşmayacağım da kim konuşacak?»

Hele;

Okuduğu ve konuştuğu hususlar, tamamen doğruluk kılıflarına sarılmış ise, kendisinde o nefsi frenleyecek bir idrak ve şuur da yok hükmünde kalıyor.

Bu yüzden;

Böylelerinin dedikleri tamamen doğru görünse bile, yine de zehirli kıyas hakkı doğmaz!

Zira orası, imtihan noktası.

Hâsılı;

Karşı taraf değer bilmese de ona haddini bildirmek kabîlinden bile olsa zehirli bir kıyasa asla düşmemek lâzım. Çünkü âkıbeti, berbat bir alınganlık.

O da;

Beynin ve aklın, kalbin ve basîretin iptali demek.

Alâmetleri hep aynı:

Önce zehirli kıyas ve pozisyon okuması.

Sonra kibir.

Sonra istediği yansımayı bulamayışın alınganlığı.

Sonra itiraz.

Sonra öfke.

Sonra isyan.

Sonra küfürden beter bir rest ve hüsrana yuvarlanış!

Ne acı bir felâket!

Ey insanoğlu!

Her felâketten kendini koru, fakat asıl bu felâketten sakın!

Kendini hakkıyla eğit ve bilhassa alınganlıklara karşı tedbirini lâyıkıyla almaya bak!

Unutma ki;

En zayıf bir alınganlık bile, en kuvvetli dostlukları bitiren ve deviren bir tuzaktır. Allah ile dostluğu dahî bozan bir mikroptur. Çok kolay aşı tutan bir ifsattır. Şeytanın en rahat içirdiği bir gaflet zehridir.

Sakın bu zehri içme!

Bu zehir, en mükemmel kulluklara da ârıza yaptırır. Olmayacak bir duânın çok makul reddi karşısında da; «Niye duam kabul edilmedi?» diye söyletir de söyletir. Küstürür, kopartır.

Alınganlık zehri bu!

Kıyastan da, hasetten de bütün kötü sıfatlardan da daha kötüdür.

İnsanların rûhî, mânevî ve aklî gerçek tomografileri, ultrasonları ve emarları çekilse görülecektir ki:

Huzuru perişan eden en güçlü mikrop, alınganlıktır.

Toplumları dağıtan en belâlı virüs, alınganlıktır.

Aileleri ta kökten deviren en öldürücü zehir, alınganlıklardır.

Sadâkatleri çökerten en gaddar tehlike, alınganlıktır.

Güvenleri harap eden en acımasız şike, alınganlıktır.

Bağlılık ve teslîmiyetleri bozan en dişli güve, alınganlıktır.

Sevda ve dâvâları kemiren en sinsi fare, alınganlıktır.

Ona yakalanan kimse, artık muhatabının kim ve ne makamda olduğuna zerre kadar aldırmıyor. Karşısındaki kim olsa surat asıyor; âciz bebeklere de, bîhaber çocuklara da, tecrübesiz gençlere de, zavallı yaşlılara da, hâsılı küçük ve büyük adamlara da. Ne olursa olsun nâhak yere sadece karşısındakini suçlayıp yüz çeviriyor güzel gönüllere de, kıymetli ruhlara da, mübârek sîmâlara da, hattâ peygamberlere de, hattâ Hazret-i Allâh’a bile. Fakat kendisine ise toz dahî kondurmuyor!

Ey insanoğlu!

Güneşi dondurabilecek tek soğuk, alınganlıktır.

Dolunayı karartabilecek tek siyahlık, alınganlıktır.

Sıradan bir alınganlık deyip geçme!

O;

Devâsâ organizeleri çökertiyor.

Devletleri parçalıyor.

Milletleri târumâr ediyor.

Hazindir;

Dostlar birbirlerine alınganlık yüzünden ayak bağları hazırlarken, düşmanlar onlara esâret tasmalarını takıyorlar. Üstelik altın lâle takdim etmiş gibi, özel püsküllerle donatarak bunu gerçekleştiriyorlar. Öyle ki kendilerine bundan ötürü bir de teşekkür ettiriyorlar.

Uyan ey insanoğlu!

Alınganlık başladığında sende ne fikir kalır, ne zikir, ne de şükür!

Hedefler, devre dışı olur.

Gayeler, bir «fakat»a mandal edilir. Sözler, sıradan bir «ama» ile iptal edilir.

En güzel aşkları çirkinleştiren bir iğrençliktir o.

En güçlü çalışmaları öldüren bir cinayettir o.

Dikkat et!

Hâdiseler, alınganlığın üzerini en kalın örtülerle kapatır. İnsanlar da onu görmez. Güya hâdiseleri okur. İstediği kumaşı dokur.

Bu itibarla;

Dünyayı ve âhireti yazacağımız kalem ve defteri şeytanın eline asla verme! Verdiysen, hemen geri al!

Çünkü;

Şeytan, insanın kalem ve defterini alıp da ona kâtiplik yaptığı sürece beşeriyetin okuyacağı hiçbir hayırlı yazı ve hüküm yoktur.

Çünkü;

Nefsânî kalem ve defterde, şu alınganlık zehri, insanlığın dünya ve âhirette yegâne şifâsıdır diye yazılı!

Sakın bu zehri içme!

En haram zehir, bil ki bu!

Her türlü kötülüğü tetikleyen en berbat zehir, elbette bu.

Sen gel;

Allah kaleminin yazdığı şifâyı oku ve onu yudumla!

Sen gel;

Rahmeten li’l-âlemîn’in sunduğu dermanı yudumla!

Sen gel;

Can pahasına bile vazgeçilmeyen o hidâyet kâsesinden kana kana içilen îmânı yudumla!”

Yâ Rab!

Nasîb et!

Âmîn!..