İNSAN DİNSİZ, DİN PEYGAMBERSİZ OLAMAZ
YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com
İnsan; yaratılış olarak zayıf, güçsüz ve himayeye muhtaç bir varlıktır. Gözle görülmeyen bir mikroorganizma bile, onu kolayca alt edebilir; bulunduğu vasatta mevcut birçok tehlikeye karşı, ancak emin bir yuvaya sığınarak korunabilir; hayatında gerekli bütün işlerini yapabilmek için, lutfedilen vasıtaları kullanmak mecburiyetindedir. Çevresindeki, kendisini kuşatan vasatın, görebildiği kadarını bile anlayabilmekten âciz olan insanın, bu idrak ve akıl ötesi kâinâtın bir yaratıcısı olacağını kabulden başka zihnî bir çıkış yolu yoktur. Başka yollar; ancak, hakikati arama samimiyetinden mahrumiyetle îzah edilebilir.
İnsan dinsiz olamaz; hattâ, ahmak ve zalim inkârcılar dahî, bir müşrik olarak bunun dışında değildirler. Kendisini böyle tarif edenlerin bile, başa gelen felâketler gibi sıkıştıkları, çaresizlik anlarında gayr-i ihtiyârî olarak Allah Teâlâ’ya sığındıkları, O -celle celâlühû-’yu zikrettikleri bilinen bir husustur. Kaldı ki; onların inkârları ancak hamâkatlerinin bir tezâhürüdür. Nitekim Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-, doğan yıldızı, ayı ve güneşi görünce;
“Rabbim budur!” demekle beraber, onların battıklarını görünce de;
“…Ey kavmim! Ben sizin Allâh’a ortak koştuğunuz (bu) şeylerden uzağım!.. Ben hanîf olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratan Allâh’a çevirdim ve ben müşriklerden değilim.” (el-En‘âm, 78-79) diyerek vazifesine başlamıştır. Bu sebeple ulemâ; ilâhî tebliğin ulaşmadığı insanların bile, Allah Teâlâ’ya inanmakla mükellef olacaklarını belirtmiştir.
Bu hususta, kör idraki sebebiyle, yaratılışı tesadüflere bağlayan bir dehrîye, İmâm-ı Âzam -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri’nin verdiği ders meşhurdur. Rivâyet edildiğine göre; İmâm-ı Âzam -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri, bahis mevzûu dehrî (ateist) ile sözleştikleri münâzaraya, kasten biraz geç kalır. Buna sevinen dehrî niçin geç kaldığını sorunca;
«Gelirken geçeceği derenin taştığını; beklerken, oradaki bir ağacın kendiliğinden kesilerek tahtalara ayrıldığını, sonra dere üzerine köprü kurulduğunu; bu yüzden gelmekte biraz geciktiğini» belirtir.
«Böyle bir şeyin mümkün olamayacağını» söyleyen dehrînin alaycı kahkahası; İmâm-ı Âzam -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri’nin;
«Bir köprünün kendiliğinden yapılacağına inanmayıp da; hangi akılla, şu muhteşem kâinâtın kendiliğinden var olabileceğine inandığı» ihtarı ile donakalır.
Gönderilen yüz yirmi dört bin küsur peygamberân-ı izâm hazerâtının hepsi de; vazifelerini, sadece tebliğde bulunmakla değil, en güzel örnek olmaları hasebiyle, hayatları boyunca tebliğ esaslarını tâlim ederek îfâ etmişlerdir. Allah Teâlâ; bu mübârek elçileri, insanlar içinden seçip, onların dünya ve âhiret saâdetleri için rehber olarak takdir buyurmuştur. Bu cümleden olarak; sonraki nesillerin istikametlerini şaşırmamaları da bahis mevzuu ilâhî kılavuzların izini takip etmelerine bağlıdır.
Baştan itibaren gönderilen semâvî dinlerden günümüze kalanlardan Hıristiyanlık ve Mûsevîlik, muhteris ve art niyetli din adamlarının eliyle tahrifâta uğrayarak asliyetini kaybetmiştir.
Ancak, sadece İslâm dînidir ki; bir harfi bile değişmemiş vahiyler manzûmesi ve o ilâhî muhtevânın tecessüm ettiği, tayin buyurulan ilâhî vasıflar çerçevesinde bir kul olan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sünnet-i seniyyesi ile kıyâmete kadar insanlığın ufkunu aydınlatacak, dünya ve âhiret saâdetini sağlayacak tek tercihtir.
Merhum üstad Necip Fazıl, Sakarya’ya şöyle seslenir:
Bana kefendir yatak; sana tabuttur havuz,
Sen kıvrıl ben gideyim; Son Peygamber kılavuz.
Çetin yollar kılavuzsuz aşılmaz. Hakkın temsilcisi bir kılavuz olmazsa; onun yerini dolduran nefsin ve şeytanın önderliğinde meçhullere, hüsranlara savrulmak mukadder olur. Günümüzde kargaşa ve huzursuzluk girdabında kıvranan dünyanın ve tabiî İslâm âleminin manzarası da budur. Kur’ân-ı Kerim’de;
“Sana, kendilerine gönderileni insanlara açıklaman, onların da üzerinde düşünmeleri için bu Kur’ân’ı indirdik.” (en-Nahl, 44) ve;
“…Peygamber size ne verdiyse onu alın; neyi de yasakladıysa ondan sakının…” (el-Haşr, 7); ifadeleri ile, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mevkiine işaret buyurulur. Diğer taraftan;
“Kim Rasûl’e itaat ederse, Allâh’a itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80) ve;
“(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…” (Âl-i İmrân, 31) buyurularak;
«Allah ile Peygamberleri arasını ayıranlar… Alçaltıcı azap»la îkaz edilir. (en-Nisâ, 150-151)
“Kur’ân-ı Kerim; dînin genel ilkelerini ortaya koyar, inanç ve ahlâk esaslarını bildirir, fakat ayrıntıya girmez. Hadis ve sünnet ise Kur’ân-ı Kerîm’i beyân eder, yani açıklar ve bu açıklamayı çeşitli şekillerde yapar: Hadis ve sünnet, kimi zaman Kur’ân-ı Kerim’de belirtilen ilke ve esasları destekler; sınır getirilmeyen bazı buyruklara sınır getirir; genel hükümleri belirgin hâle getirir; Kur’ân-ı Kerim’de kapalı bırakılan noktaları açıklığa kavuşturur, kısa ve özlü buyrukları açıklar…
İslâm’ın tebliğinden itibaren; önce Mekke müşriklerinden başlayarak, bu ilâhî değerler manzûmesini söndürme çalışmaları hiç durmamıştır. Ancak, Kur’ân-ı Kerîm’in;
«Allah Teâlâ’nın korumasında» olması (el-Hicr, 9) sebebiyle, bunun beyhûde bir gayretten ileri geçemeyeceği de bir vâkıadır. Kur’ân-ı Kerim ve Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in emsalsiz şahsiyeti hakkında akla ve mantığa uygun bir itirazda bulunamayan bir kısım çevreler; edep ve ahlâk dışı iftira ve isnatlarla o mübârek elçiyi lekelemeye, gözden düşürmeye, ümmeti ilâhî rehberden mahrum bırakmaya çalışıyorlar. Son yıllarda bu minvalden olarak, dışta ve içteki mâhut çevrelerce; iki yüzlülük maskesi olan «fikir özgürlüğü» zırhına saklanarak çizilen, moda hâline getirilen pespâye karikatürler de, bu maksada yöneliktir.
Müslümanın hayat tarzına bir ölçü olarak, Kur’ân-ı Kerim’de;
“Böylece sizin insanlığa şahit olmanız (yani İslâm’ı temsil etmeniz), Rasûl’ün de size şahit olması için sizi mûtedil (hakka ve hayra istîdatlı, vasat, ölçülü, ifrat ve tefritten uzak) bir ümmet kıldık…” (el-Bakara, 143) buyuruluyor. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek hayatı da bu ilâhî ölçünün ümmete tâlimidir.
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; herkes için, her zaman ve her bakımdan «en güzel örnek»tir (el-Ahzâb, 21) O -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’in bu vasfıyla yürüttüğü tebliğ dâvâsı; mübârek hayatının bir kısmına değil, tamamına şâmildir. Peygamberliğin 3. yılında, istirahat hâlinde iken inzal buyurulan;
“… Kalk, (artık azap ile) inzâr et! Rabbini yücelt…” (el-Müddessir, 1-5) âyetleri ile derhâl başlayan tebliğ; ancak âhirete irtihâlde, «namaza ve el altındakilerin haklarına dikkat edilmesi» buyurularak tamamlanmıştır. Bu cümleden olarak, îtidal yolu da ancak O’nun kılavuzluğuna muhtaçtır. Allah Teâlâ’nın seçip tayin buyurduğu en mükemmel rehberi, -hâşâ- dışlayıp, O Varlık Nûru’nun yerine kendisini veya bir başkasını ikāmeye cüret etmek ne densizliktir!.. O haddi aşanların, kendi hevâlarına tâbî olarak verdikleri fetvâlarla (!) saçtıkları fitne tohumları, ümmetin birliğini bozuyor; kargaşaya sürüklüyor. Bu, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tebliğ ettiğinden farklı olarak, yeniden belirlenen din(!); Allah Teâlâ’nın insanlığın dünya ve âhiret saâdeti için inzal buyurduğu İslâm dîni değildir. O ilâhî rehberden mahrum kalanların; aklı putlaştırma, zillete râzı olma, terörü seçme, çeşitli dünyevî görüşlerle terkip etme… gibi, ifrat veya tefrit bataklıklarına saplanıp kalmaları mukadderdir. Dînimizin iki ana kaynağı olan Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye birbirinden asla ayrılamaz. Bu hususta Hâlid-i Bağdâdî -kuddise sirruhû- Hazretleri şöyle buyuruyor:
“Hak dostlarının çok kıymetli sözlerinden biri şöyledir: Allâh’a giden yollar, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in izini adım adım takip edenlerden başkasına kapalıdır.” (Es‘ad Sâhib, Buğyetü’l-Vâcid, s. 81, no: 5)