O’NU ALLAH, SEVDİ; ÂLEMLERE RAHMET OLARAK GÖNDERDİ…

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

O Hidâyet Güneşi’ni Balçıkla Sıvamak Ne Mümkün!

O’NU ALLAH, SEVDİ; ÂLEMLERE RAHMET OLARAK GÖNDERDİ…

GÜZEL AHLÂKIN MÜCESSEM HÂLİ

Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmelerde Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i şöyle tarif buyurmakta:

وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظٖ۪يمٍ

“(Ey Rasûlüm) Şüphesiz ki Sen yüce bir ahlâk üzeresin…” (el-Kalem, 4)

وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ٖينَ

“(Rasûlüm!) Biz Sen’i âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107)

Cenâb-ı Hak; yüce ahlâk ve fazîletlerin zirvesini, bütün insanlığa O’nun örnek şahsında sergilemiştir. O, Rabbimiz’in insanda tezâhür eden sanat hârikasıdır. En alt kademeden, en üst mertebeye bütün insanlık için üsve-i hasene, en güzel örnek; her türlü meselede, fiilî kıstastır.

Peygamber Efendimiz de, bu minvalde şöyle buyurmuştur:

بُعِثْتُ لِأُتَمِّمَ حُسْنَ الْأَخْلَاقِ

“Ben başka bir maksatla değil, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8)

Bu sebeple herkes, Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yüce ahlâk ve fazîletine hayrandır. Kur’ân-ı Kerim bize; başka âlemlerden cin tâifelerinin dahî gelerek, O’ndan Kur’ân dinlediklerini haber veriyor.

O -sallallâhu aleyhi ve sellem-; sadece insanlığın değil Sekaleyn’in, yani insan ve cinlerin peygamberi… O; bütün âlemlere rahmet…

O -sallallâhu aleyhi ve sellem-, melâikenin dahî Hazret-i Âdem şahsında önünde eğildiği ahsen-i takvîm üzere yaratılmış insân-ı kâmil… Kâmil mânâda, Hakk’ın halîfesi…

O -sallallâhu aleyhi ve sellem-, mahşerde bütün peygamberler üzerine şahit… O -sallallâhu aleyhi ve sellem-, nübüvvetin hâtemi… O -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Varlık Nûru ki, varlığın var ediliş gayesi…

Bu sebeple herkes O’na hayran…

O’na îmân edememiş bedbahtlar bile…

Allah Rasûlü’nün en azılı düşmanlarından Ebû Cehil;

“−Biz, Sen’in emîn ve sâdık olduğuna kāniiz. Lâkin getirdiğini istemiyoruz.” diyordu. Yani Allah Rasûlü’nü; o, nefsâniyeti itibarıyla kabullenmese de vicdânen kabul ediyordu…

“Fazîlet odur ki, düşman dahî takdir ede!” sözü fehvâsınca asrımızda da bu itirafı yapan pek çok batılı mütefekkir ve araştırmacı vardır.

İşte bunlardan biri:

TARİHİN EN BÜYÜĞÜ

Amerikalı ilim adamı Michael HART, 1979 yılında bilgisayar destekli bir çalışma gerçekleştirdi. Maksadı dünyanın gelmiş geçmiş en tesirli 100 büyük insanını seçmek ve sıralamak idi.

Bu gayeyle; tarihe mührünü vurmuş büyük insanların kabiliyetlerini, mücadelelerini, icraat ve başarılarını bilgisayara kaydetti. Aylar süren çalışmadan sonra bilgisayar programı, verilen bilgiler ışığında dünyanın en büyük ismini seçti. Bir makine objektifliğinde tespit edilen bu isim, Hazret-i Muhammed -sallallâhu aleyhi ve sellem- oldu. Araştırmayı yürüten ilim adamları hıristiyandı, Hazret-i İsa -aleyhisselâm- da beşinci sırada yer aldı.

Araştırmanın ardından Fransız dergisi Le Point de Peygamber Efendimiz’i 1979’da «Yılın Adamı» seçti. 29 Aralık 1979 tarihli gazeteler, habere yer verirken bu seçimin sebebini şöyle ifade ettiler:

“Hazret-i Muhammed; 571-632 yılları arasında yaşamış olmasına rağmen dünyadaki tesiri çığ gibi büyüyor ve milyonlarca insan, hâlâ O’nun gösterdiği yolda yürüyor.” (Zafer Dergisi, 97/3-8)

Bu tesir, O’nun ilâhî teyide mazhar, hakikî bir peygamber oluşunun neticesidir.

Bu tesir, O’nun sergilediği fevkalâde şahsiyet ve müstesnâ ahlâkın neticesidir.

Dünyada birtakım fikir ve siyaset adamlarının da kısa tesirleri görülmüştür. Peşine insanları, milletleri düşürebilen; İskender, Nemrut, Firavun, Marks, Hitler gibi kişiler gelmiş ve büyük maddî kuvvetlere istinat ederek bir süre hükümfermâ olmuşlardır. Fakat kimi, Hitler gibi daha kendi hayatında başarısızlığı ve terk edilmişliği yaşamış; kimileri de kısa bir müddet sonra tarihin çöplüğündeki yerini almıştır.

Peygamber ve Hak dostları ise, dâimâ gönüllerdeki müstesnâ yerlerini muhafaza etmişlerdir. Çünkü onların gösterdiği yolda yürümek; insanlar için yegâne kurtuluş, huzur, saâdet ve rahmet kapısı olmuştur. Onların izinde yürümek, fazîletlerle dolu bir ömür sürmeye vesile olmuştur.

Fransız tarihçi Lamartine de, Peygamber Efendimiz’in yüksek şahsiyet ve muzafferiyetini selâmlamaktan kendini alamayanlardandır:

KIYASLANAMAZ ÜSTÜNLÜK

“Şayet gayenin büyüklüğü, vasıtaların küçüklüğü ve neticenin azameti, insan dehâsının üç ölçüsü ise; modern tarihin en büyük şahsiyetlerini Muhammed -sallallâhu aleyhi ve sellem-’le kıyaslamaya kim cesaret edebilir?” (A. de Lamartine, L’histore de la Turquie)

Bu cümleyi teşrih edelim:

İnsan dehâsı üç açıdan değerlendirilebilir:

1. Bu büyük zâtın gayesi nedir?

2. Bu şahsiyet, hangi vasıtalara sahiptir?

3. Bu vasıtalarla, gayesine ulaşmak yolunda gayretlerinin neticesi ne olmuştur? Ne nisbette muvaffak olabilmiştir?

Peygamber Efendimiz’in gayesi, cihanşümuldür ve bütün asırları içine alan en büyük gayedir. O’nun gayesi, Hakk’ın rızâsıdır. Cenâb-ı Hakk’ın elçiliğini, risâletini yerine getirmektir. O; insanlığa hidâyet getirmek, onların iki dünyasını da mâmur eylemek gibi, iki cihan çapında büyük bir dâvâya sahiptir. O’nun gayesi, insanlara bir şeyleri zorla kabul ettirmek değildir, gönüllerin fethidir. O; adâleti tahkim etmek, zulmü bertarâf etmek, cemiyette kardeşliği ve fedâkârlığı gerçekleştirmek gibi çok büyük ideallere sahiptir.

Vasıta ve imkânlara gelince;

Efendimiz; bir yetim olarak geldiği dünyada, hem yetim hem öksüz olarak büyümüştü, peygamber olduğu kırk yaşına geldiğinde de hanımı Hazret-i Hatice’nin maddî-mânevî bir miktar desteğinden başka hiçbir şeye mâlik değildi. Etrafındakiler ekseriyetle fakir ve yoksullardı. Gayesinin tahakkuku için harcayabileceği servetleri olmadı. Çoğu kez sıcak bir tebessümden başka bir ikramı olamadı. Kendisi de ashâbı da; açlıktan karınlarına taş bağlayarak, uzun seferlerde bir deveye üç kişi münâvebeli binerek, hep yokluklar içinde gayret ettiler.

Peygamberler içinde dahî mukayese edilecek olsa; Peygamber Efendimiz’in emrinde, ne Süleyman -aleyhisselâm-’da olduğu gibi rüzgârlar, ne Musa -aleyhisselâm-’da olduğu gibi denizleri yaran, taşlardan su çıkaran bir asâ vardı. Fakat O -sallallâhu aleyhi ve sellem-; insanları rüzgârlar gibi latifleştirmeye, taş kalplerden gözyaşları ve alın terleri akıtmaya talip bir gönülden başka hiçbir şeye mâlik değildi.

Bu yüksek hedef ve dar imkânlar içinde;

«Efendimiz’in risâletinin maddî-mânevî neticesi nedir?» diye sorulacak olursa, Vedâ Hutbesi’ni îrâd ettiği esnadaki umumî manzarayı ortaya koyabiliriz:

Kız evlâtlarını diri diri toprağa gömen, putlara tapan, sürekli kabîle savaşları içerisinde, hiçbir siyasî-içtimâî varlık gösteremeden tükenip gitmekte olan ümmî bir câhiliyye toplumundan; îmanlı, vicdanlı, irfanlı, merhametli, fedâkâr, mücâhid ve îman kardeşliğiyle bütünleşmiş bir fazîletler medeniyetine vâsıl olmuş, sayıları yüz binlere ulaşan bir ümmet…

Arap Yarımadası’nı tamamıyla tesiri altına almış; Habeşistan, Irak ve Şam bölgesine davetçilerini göndermiş; 30 yıl içerisinde Semerkant’tan, Kayravan’a uzanan, asırlar sonra da bütün kıtalarda ilerleme istîdâdını sürdüren dev bir coğrafya…

Yanıp sönmeyen, geçip gitmeyen kıyâmete kadar devam eden bir tesir…

Dâimâ tazelenen, sürekli yüksek şahsiyetler tevlid eden bir medeniyet…

Ömerü’l-Fâruklar, Ömer bin Abdülazizler, Selâhaddin Eyyûbîler, Alparslanlar, Fatihler, Kanunîler gibi adâlet, hizmet ve cihad kahramanları yetiştiren bir medeniyet…

Bâyezidler, Cüneydler, Mevlânâlar, Yesevîler, Yûnuslar, Hüdâyîler, Muhyiddinler, Sadreddinler, Şâh-ı Nakşibendler, Gazâlîler, Rabbânîler gibi mânâ ve mârifetullah erlerini, mânevî terbiye ve tezkiye dehâlarını yetiştiren bir medeniyet…

Merhamet, şefkat, hizmet, diğergâmlık gibi hasletleri zirve ölçülerde hayata geçirmiş bir toplum… Zekât verecek fakir bulunamayan beldeler… Psikiyatriye ihtiyaç bırakmayan bir huzur iklimi… Depresyonun, bunalımın sızamadığı; kenetlenmiş, birbirinin derdiyle dertlenmiş dergâh gönüller…

Her medeniyet, kendi insan tipini vücuda getirir. O insan tipi de, mensub olduğu medeniyetin sıfat ve karakteriyle hem-âhenktir, yani uyum hâlindedir.

Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tesis ettiği İslâm medeniyeti; insanlık tarihinde, bir kere ulaşılabilmiş bir zirvedir. Bunun sebebi, selîm beşerî fıtratın, ilâhî ilim, irfan ve hikmet ile teçhiz edilmiş olmasıdır.

Bütün bunlar, canlı bir Kur’ân olan Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in rûhânî dokusundan nasiplenmiş bir ümmetin ortaya koyduğu fevkalâde neticeler…

Bu büyük gayelere pek az ve zayıf vasıtalarla ve büyük bir muvaffakiyetle, ulaşabilmiş Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in üstünlüğü, hiç kimseyle kıyaslanamayacak derecede âşikârdır.

Bu muvaffakiyetin özünde, insanın bir husûsiyeti vardır:

ŞAHSİYETE HAYRANLIK

İnsanlık dâimâ, yüksek şahsiyetlere hayrandır.

Bu sebeple insanlık dâimâ arayış içindedir. İdeal bir rehberi, mükemmel, müstesnâ bir örneği bulma arzusuyla kıvranış hâlindedir.

Bu ihtiyacın doğru ve yegâne adresi; peygamberler ve Hak dostları. Onlar; hâlleriyle, kālleriyle ve samimiyetlerinden neş’et eden hakikî tesirleriyle insanları, bilhassa insanlar arasındaki temiz ve hâlis ruhları celbederler.

Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi Muhammed Mustafâ -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de; peygamberler kervanının son ve tamamlayıcı mührü, ârifler ve Hak dostları silsilesinin serdarı olarak âlemi teşrif etmiş; 23 sene gibi kısa bir tebliğ ömründe, yüz binlere bâliğ olan ve muhabbet kahramanları hâline gelen ashâbını yetiştirmişti. O Hidâyet Güneşi’ne pervâne olanlar sadece Kureyş ve havâlisi olan kabîleler olmadı. Bilâl-i Habeşîler, Selmân-ı Fârisîler, Suheyb-i Rûmîler, Üveys el-Karenîler de O Nûr’a koştu.

Efendimiz’in hayran bırakan nûrânî cemâli o derece müessir idi ki, o zamana kadar bir yahudi âlimi olan Abdullah bin Selâm-radiyallâhu anh-, O mübârek yüzü görünce;

“Bu yüz, yalan söylemez.” deyip îmân etti.

Efendimiz’in rûhâniyeti ve şahsiyet mükemmelliği o derecede idi ki, O’nu hiç görme bahtiyarlığına erişemedikleri hâlde, devrinin iki büyük hükümdarı, O’nun hakikatini teslim etti. Habeşistan Necâşîsi Ashame îmân etti. Bizans İmparatoru Herakliyus ise, tâc u tahtından olmak korkusuyla ilân edemediyse de, nübüvvet-i Muhammediyye’nin hak olduğunu vicdânen itiraf etti.

Efendimiz’in hidâyet güneşinden tutuşturulmuş kandiller olan sahâbe de; ulaştığı her yerde, tebliğ ve emr-i bi’l-mâruf yıldızları oldular, milyonların iki cihan saâdetine vesile oldular.

Asr-ı saâdette olduğu gibi, müteakip asırlarda da, İslâm nûrunun bu halka halka yayılışının önüne engeller çıktı:

ZULÜM VE İFTİRA ÇARKI

İslâmiyet’in ve Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tanınması, bilinmesi, sevilmesi şu güruhları çok rahatsız ediyordu:

• Zulümlerine ve menfaatlerine halel gelmesini istemeyen zalimler…

• Ahlâksızlıkları, temelsizlikleri, koflukları İslâm nûrunun karanlığı dağıtmasıyla ortaya çıkacak olan sözde sanatçılar, sözde âlimler…

• Hasetçi bâtıl ve muharref din adamları…

• Mayaları küfür ve nifak ile yoğrulmuş, bed tıynetli; Ebû Lehebler, Ebû Cehiller ve cehâlet silsileleri…

Bu bedbahtlar, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e dâimâ iftiralarda bulundular.

Efendimiz’e baştan beri el-Emîn diyenler, yalancı demeye kalktılar.

Para ve servetlerini getirip O’na emânet edenler, O’nun sâdıklığına o derecede inananlar; O’nun Allâh’a iftira ettiğini iddia ettiler.

Kâbe-i Muazzama’nın tamirinde, işin içinden çıkamayıp ellerin kılıçlara uzandığı hengâmda; Mescid-i Haram’ın kapısında görününce, hakem tayin ettikleri, zekâ ve fetânetini takdir ettikleri O zâta; «Mecnun, deli!» dediler.

Hiç şiir söylediğine şahit olmadıkları hâlde, Allâh’ın âyetlerini şiir olarak gösterebilmek için, O’na; «Peygamber değil, şair!» dediler.

Cenâb-ı Hakk’ın katından, âhiretten getirdiği müthiş mesajları inkâr edebilmek için, O’na, öyle olmadığını bile bile; «kâhin» dediler.

Efendimiz’in şahsiyet güneşi, bütün bu dikenleri ve bataklıkları kuruttu ve tertemiz gönül topraklarından sahâbe-i kiram güllerini yetiştirdi.

Efendimiz’in asr-ı saâdette yaşadıklarına, ümmeti de tarih boyunca çeşitli ölçülerde mâruz kaldı.

İslâm nûru tabiî şekilde, hâleler hâlinde zulmeti bertarâf ederken, muharref dinlerindeki makam ve mevkilerini kaybetmek istemeyen birtakım papaz ve patriklerin kışkırtmasıyla ardı ardına haçlı seferleri düzenlendi. Gemiler dolusu insana, İslâmiyet; karalanarak, akla hayale gelmedik iftiralarla anlatıldı.

Yegâne tevhid dîni olan İslâm’a, putperestlik denildi.

Müslüman zimmetinde din hürriyeti ve huzur içinde yaşayan Rum ve Ermeni gibi hıristiyan milletlerin, işkence ve zulüm altında oldukları iftirası atıldı. Bu iftirayla geldikleri Kudüs havâlisinde haçlılar ne katliamlar yaptılar.

Ta Çanakkale Harbi’nde dahî, Hint bölgesindeki müslümanlar; «Halîfeye yardıma gidiyoruz.» diyerek kandırıldı ve müslümanların üzerine sürüldü.

Dün bilgi edinme vasıtaları mahdut iken, daha fütursuz iftiralar atıldı. Bugün ise; sanat, fikir hürriyeti, sinema, karikatür altına saklanarak saldırılar, hakaretler sürdürülmekte.

Alçakça hakaretler sık sık tedâvüle sokularak; Efendimiz’in üstün şahsiyetine, üsve-i hasenesine, azametli ve muhteşem ahlâkına hava ve su gibi muhtaç insanlığın; O’na akın akın, fevc fevc koşmasının önüne geçilmeye gayret edilmekte.

Çünkü biliyorlar ki; dînin, inancın, mâneviyatın boşluğu hiçbir şeyle dolmaz. Dîni bertarâf edeceğini zanneden komünizm, pozitivizm gibi cereyanlar iflâs etti. Hem muharref, hem mensuh, hem de mağlûp olmuş Hıristiyanlık; hıristiyanların gönlünde dahî hüküm icrâ etmemekte. Onun yerine ikame edilmek istenen Uzak Doğu inançları; fıtratların hakikate olan açlığını, susuzluğunu gideremedi. Bu karalamalar, bu haset dolu iftiralara rağmen, dünyanın her yerinde yine en büyük teveccüh İslâm’a…

Çünkü İslâm, insana iki cihan huzurunun yegâne adresidir. Bugün Allah Rasûlü’ne dil uzatma cür’etini gösteren hamâkat ehlinin medeniyet dediği canavarlık ise, rûhî buhranlar içinde perişan vaziyettedir. İffet zâyi olmuş, ailesi tefessüh etmiştir; evlâtları uyuşturucunun pençesinde huzur aramaktadır. Zengin ile fakirin arasındaki uçurum ve düşmanlık had safhadadır.

Onların saldırılarını sıklaştırmaları da gösteriyor ki; İslâm tek çaredir ve mânevî buhranlarına, maddî bunalımların da eklenmeye başlandığı batı âlemi bu yegâne çareye yönelmektedir. Efendimiz aleyhinde film çevirerek, Kur’ân-ı Kerîm’i yakmaya teşebbüs ederek, gayzlarını dışarı vuran bu nefret çetesinin tek derdi, İslâm’a yönelmenin önüne geçmektir;

MAKSATLARI AKIŞI DURDURMAK

Fakat Allâh’ın izniyle muvaffak olamayacaklardır. Çünkü âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

يُر۪ٖيدُونَ اَنْ يُطْفِؤُا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللّٰهُ اِلَّا اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ

“Allâh’ın nûrunu ağızlarıyla (üfleyip) söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nûrunu tamamlamaktan asla vazgeçmez.” (et-Tevbe, 32)

Câlib-i dikkattir ki, dünya coğrafyası üzerinde müslümanların olduğu hemen her yerde; gayr-i müslimlerin bizzat veya dolaylı şekilde icrâ ettikleri veya destekledikleri işgal, terör, anarşi gibi faaliyetlerle, müslüman kanı akmakta… Buna rağmen, İslâm’a ve İslâm’ı vaz eden Fahr-i Kâinât Efendimiz’e, kendi yaptıkları zorbalıkları isnâd etmektedirler. İslâm’ı; kasvetli, zor, ağır, katı göstermek için çırpınış içindeler.

Kapkara varlıklarıyla O Nûr’a perde olmaya, O Güneş’i iftiradan balçıklarla sıvamaya kalkıştılar. Meyve veren ağacı taşladılar.

Fakat O’na hiçbir zarar veremediler. O kirli sözleri, ancak kendi ağızlarını kirletti. Ellerindeki çamur, sadece kendi mülevvesliklerinin şahidi oldu.

Hazret-i Mevlânâ ne güzel söyler:

“Köpeğin ağzı deryaya değmekle, derya kirlenmez.”

Tarihte hayatının tamamı en ince teferruâtına kadar tespit edilen tek Peygamber ve tek insan Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallallâhu aleyhi ve sellem-’dir. O’nun bütün fiil, söz ve duyguları anbean kaydedilerek tarihe bir şeref levhası hâlinde geçmiştir. Hayatı, kıyâmete kadar gelecek nesillere örnektir.

Bu durumda;

Devrin Ebû Cehillerinin, Ebû Leheblerinin; Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e hakaret etmelerinde şaşılacak bir şey yoktur.

Çünkü hırsız, kuyumcu dükkânını soymaya çalışır. Meyveli ağaç, taşlanır.

Dünün Ebû Cehillerinden bugünkülere kadar bütün câhiliyye erbabı tarafından, Efendimiz’in hayatı ve şahsiyeti didik didik edilmiş, ancak hiçbir tenkit edilecek husus bulunamamıştır.

Böyle olunca kinlerini bastırabilmek için iftiradan başka çare bulamamaktadırlar.

Bunlar kıyâmete kadar bir şekilde devam edecektir.

Fakat bizim sormamız gereken sual şudur:

Bu iftiralar karşısında biz ümmet-i Muhammed’e düşen nedir?

Onlar, bu hakaretlerle, Efendimiz’in hakikatini perdelemek istiyorlar. Çıkardıkları gürültüyle Kur’ân kelâmı işitilmesin istiyorlar. Yaptıkları görüntü kirliliğiyle, O Sirâc-ı Münîr’in nûrundan gözleri alıkoymak istiyorlar.

O hâlde, bizim yapmamız gereken Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i insanlığa arz etmektir.

Bunun yolu da O’ndan nasîb almak;

O’NU YAŞAMAK…

Peygamber Efendimiz’in maddî ömrü, milâdî 632 yılında hitâma erdi. O -sallallâhu aleyhi ve sellem-; bugün, kendisini zâhiren müdâfaa imkânına sahip değil. Bizler ise, her birimiz yeryüzünde Allâh’ın şahidi olduğumuz gibi; Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in de ümmeti olarak, O’nun ahlâkının, şahsiyetinin, sünnetinin müdâfii olmak mecburiyetindeyiz.

O’nu sevmek, O’nunla; kalpte, söz ve fiilde beraber olmak demektir. Hadîs-i şerifte buyurulur:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Her birimiz; sîmâlarımızda O’nun tebessümünü yaşatmalıyız.

Sözlerimizde, O’nun letâfet ve zarâfetini yaşatmalıyız.

Fiillerimizde; O’nun samimiyet, ihlâs ve takvâsını yaşatmalıyız.

Affımızla, merhametimizle, şefkatimizle, cömertliğimizle, fedâkârlığımızla, tevâzumuzla, vakarımızla; O’nun üstün ahlâkından nasîb alma gayretinde olmalıyız.

O, âlemlere rahmettir.

Biz mü’minler de bütün mahlûkāta rahmet ve muhabbet yağmurları hâlinde, O’nu temsil etmeliyiz ve İslâm’ın güleryüzünün tebessümü olmalıyız.

Nitekim ecdadımız Fahr-i Kâinât Efendimiz’i temsildeki muvaffakiyetle, nice gönül fütuhâtını gerçekleştirdiler.

Sayısız misallerden biri şudur:

Fatih Sultan Mehmed Han; Bosna’yı fethettikten sonra, Anadolu’dan İslâm’ın güler yüzünü sergileyecek müslüman halkı bu bölgelere yerleştirdi. Boşnaklar; Hazret-i Peygamber’in ahlâk ve fazîletlerini, bu müslüman komşularında görüp hayran oldular. Sühûletle İslâm ile müşerref oldular.

Murad Han vesilesiyle Kosova’nın hidâyeti de böyledir.

Biz öyle bir takvâ hâlinde, öyle bir kıvamda ve öyle güzel bir temsil mevkiinde olmalıyız ki, O Varlık Nûru’na atılan iftiraları duyanlar, bir o iftiralara bakmalı, bir de biz ümmet-i Muhammed’in ihtişamlı ahlâkına bakmalı ve göreceği güzellikler karşısında;

“Ümmeti böylesine zarif, güzel ve müstesnâ olan bir Peygamber’in kendisi kim bilir ne kadar yüceydi, mükemmelin mükemmeliydi, ne kadar muhteşemdi?” demekten, hayran olmaktan kendini alamamalıdır.

MEVLÂNÂLAR GİBİ

Devrin gayr-i müslim ressamı Aynu’d-Devle, Gürcü Hatun’un emriyle Hazret-i Mevlânâ’nın resmini yapmak için dergâha geldi. Aldığı talimatı söyledi.

Hazret-i Mevlânâ;

“–Yapabiliyorsan, yap bakalım!” dedi.

Kudretli ressam, işine koyuldu. Fakat her başladığı resimden, az sonra vazgeçiyordu. Çünkü seyrettiği sîmâ, o anlar içinde daha bir nurlanıyor, bambaşka bir güzelliğe daha bürünüyordu.

Sonunda acziyet içinde hayranlığını şöyle ifade etti:

“Velîsi böyle olan dînin, peygamberi kim bilir nasıldır?”

Peygamberine toz kondurmak istemeyen, bu uğurda canından, malından olmayı göze alan, meydanlara dökülen, protestolara katılan ümmet-i Muhammed’in her ferdi, şu misaldeki gibi, peygamberini temsil edebilse, ne iftiraların bir hükmü kalır, ne müfterîler böyle bir şeyi yapmaya cesaret bulabilir.

Bugün Hazret-i Mevlânâ gibi Hak dostları, tıpkı yolunun toprağı oldukları Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- gibi, bütün dünyanın takdirini celbetmekte. Batıda; Bahaeddin Nakşibend Hazretleri, Muhyiddîn İbn-i Arabî, Hazret-i Mevlânâ ve Yûnus Emre gibi İslâm tasavvufunun âbide ve muhteşem şahsiyetleri gönüllerde yaşayarak ilgiyle takip edilmekte. Milletler arası teşkilâtlar zaman zaman onları, «yılın şahsiyeti» olarak ilân etmekte. Mimarlar, hattatlar, müzehhibler, nakkaşlar, âlimler, sayısız ilim ve sanat erbabı da hayranlık celbetmekte…

Hepsi, Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in talebesi…

Hepsi, Fahr-i Kâinât’ın sâdık şahitleri, muhabbet-i Muhammediyye’nin pâk ve berrak âyîneleri…

Her birimiz; Efendimiz’i temsilde bir küçük Muhammed, yani Mehmedcik olmalıyız.

O zaman;

Allah Rasûlü’nün cihana getirdiği mesajı, âlemin her yerine sahâbe asrındaki sürat, canlılık ve samimiyetle yaymak, müyesser hâle gelecektir.

Bu noktada;

Roma’nın tesbihlerle, zikirlerle fetholunacağı şeklindeki Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in müjdesi de; geleceğin fütuhâtında temsil meselesinin ne kadar mühim bir yere sahip olduğunu teyid etmektedir.

İşte geride bıraktığımız Kurban Bayramı böyle bir heyecanın misâli olmuş; Anadolu insanı, Orta Asya’dan Afrika’nın kasabalarına, Burma’dan Balkanlara, Güney Amerika’dan Filistin’e bütün dünyada mü’min cömertliğini, merhamet ve fedâkârlığını sergilemek imkânı bulmuştur. Bu şekilde, yüz binlerce yaralı gönlün, Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e minnet ve şükranla salât ve selâm göndermelerine vesile olunmuştur.

Yâ Rab…

Bizleri Habîbi’ne ümmet eyleyerek en büyük lutfa eriştirdin. Bizi, O’nun rûhânî dokusundan, Kur’ânî ahlâkından, sadra şifâ sünnetinden nasîb almış O’na lâyık ümmet de eyleyerek, nimetini itmâm eyle…

Yâ Rab!..

Rasûl-i Ekrem’ini hâlâ tanımayan insanlara, O’nu en güzel sûrette tanıtma ve anlatma vazifesine bizleri memur eyle ve bu büyük mes’ûliyette bizleri muvaffak eyle… Bu hizmetle bizleri cennette Efendimiz’e kavuştur.

Âmîn!..