KAÇ YILDIR TEVBE EDİYORUZ?

YAZAR  : Sami GÖKSÜN

Cenâb-ı Hak insana değer vermiş, onu cennetine davet etmiş, bu nimeti hak etmesi için de birtakım vazife ve mes’ûliyetlerle mükellef tutmuştur.

İdeal olan, insanın hatasız olarak bu vazife ve mükellefiyetlerini yerine getirmesidir. Ancak imtihan dünyasında, insan nefis, şeytan ve dünya tuzaklarına zaman zaman düşebilir. İnsan hatasız olmaz. Önemli olan insanın hatasını kabul etmesi, hele ondan rücû etmesidir.

İşte pişmanlık duyarak hatadan vazgeçmenin adına tevbe denir.

Hatadan dönmek evvelâ kibri yenmektir. Hazret-i Âdem de Azâzil de birer hata yaptılar. Âdem babamız tevbe etti, Hazret-i Âdem, -aleyhisselâm- oldu. Azâzil, suçunu savundu, şeytan -aleyhillâne- oldu.

İşte bu mânâda, insanın zaman zaman sürçse de, boyun eğip Rabbinin kapısına gelmesi, Allâh’ın hoşnut olduğu bir hasletidir. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, eğer siz günah işlemeyip de Allah’tan mağfiret dilemezseniz; Allah sizi yok eder ve günah işleyerek Allah’tan mağfiret dileyen bir kavmi getirir ve onları bağışlar.” (Râmûz el-ehâdis, 457)

İşte insan idrâkini sarsan büyük bir hikmet!

Cenâb-ı Hak öyle bir toplum istiyor ki, hatasını anlasın ve Allâh’ına dönsün. İyi bir toplumun bekāsı, tevbe ve istiğfar ile mümkündür. Samimî tevbe ve istiğfar edenlere Cenâb-ı Hak, altlarından ırmaklar akan cennetler va‘dederek şöyle taltifte bulunuyor:

“Onlar fena bir iş yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allâh’ı anarlar, günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları Allah’tan başka bağışlayan kim vardır? Onlar, yaptıklarında bile bile direnmezler. Onların hareketlerinin karşılığı Rablerinden bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetlerdir. İyi davrananların ne güzel ecri vardır.” (Âl-i İmrân, 135-136)

Demek ki insan, hatasını anlayıp tevbe ve istiğfara başvurduğu zaman Allâh’ın affına ve nimetlerine mazhar olacaktır.

İnsanın günah işlemesi, daha sonra onun bağışlanması için tevbe ve istiğfara başvurmaması nefsine karşı en büyük zulmü işlemek demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak, her türlü günahın tevbe ve istiğfar ile affedileceğini beyan buyurmuştur. Yeter ki günahlar içerisinde şirk bulunmasın.

Cenâb-ı Hak tevbe edenleri sever. Allâh’ı gazaplandıran şey, kişinin Rabbini hatıra getirmemesidir. Çünkü Allah -celle celâlühû-, ona hatasını düzeltme yeteneği vermiştir. Bu yeteneği kullanmamak gafletin en büyüğüdür.

Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hakk’ın tevbeye sarılan kullarını sevdiğini ve onlar adına sevindiğini beyanla bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:

“Allah -celle celâlühû-, mü’min kulunun tevbesinden, tıpkı şu kimse gibi sevinir: «Bir adam hiç bitki bulunmayan, ıssız tehlikeli bir çölde, beraberinde yiyeceğini ve içeceğini üzerine yüklemiş olduğu bineği ile birlikte seyahat etmektedir. Bir ara yorgunluktan başını yere koyup uyur. Uyandığı anda görür ki, hayvanı başını alıp gitmiştir. Her tarafı arar ancak bulamaz. Sonunda aç, susuz, yorgun ve bîtap düşüp; ‘Hayvanımın kaybolduğu yere dönüp orada ölünceye kadar uyuyayım.’ der. Gelip ölüm uykusuna dalmak üzere kolunun üzerine başını koyup yatar. Derken bir ara uyanır. Bir de ne görsün! Başucunda hayvanı durmaktadır, yiyecek ve içecekleri de üzerindedir. O insanın sevincini bir düşünün.» İşte Allâh’ın mü’min kulunun tevbesinden duyduğu sevinç, kaybolan bineğine azığıyla birlikte kavuşan bu adamın sevincinden daha fazladır.”

Fakat, Rabbimiz’i böyle hoşnut eden tevbe, gerçek ve samimî tevbe olmalıdır. Yapılan böyle bir tevbeye nasûh tevbe denir.

Cenâb-ı Hak nasûh tevbe ile ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

“Ey îmân edenler! Samimî bir tevbe ile Allâh’a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter. Peygamber’i ve O’nunla birlikte îmân edenleri utandırmayacağı günde; Allah, sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyar. Çünkü onların nurları, önlerinden ve yanlarından koşar da; «Ey Rabbimiz! Nûrumuzu tamamla, bizi bağışla, çünkü Sen her şeye kādirsin.» derler.” (et-Tahrim, 8)

Âyet-i celîlede anlatılan nasûh tevbe hakkında Peygamber Efendimiz’in de güzel bir tarifi var:

Muaz bin Cebel -radıyallâhu anh- Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e;

“–Yâ Rasûlâllah! Tevbe-i nasûh nedir?” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurdular:

“–Kulun yapmış olduğu günaha öyle nedâmet ve Allâh’a öyle özrünü arz etmesidir ki, sonra da sütün memeye tekrar dönme ihtimali olmadığı gibi, o günaha dönmemesidir.” (Hak Dîni Kur’ân Dili)

Hazret-i Ömer’e de nasûh tevbesi soruldu o da şöyle cevap verdi:

“Bir kimsenin kötü işlerinden dolayı tevbe etmesi ve bir daha ebedî olarak o işe dönmemesidir.”

Yukarıda fazîlet ve üstünlüğünden bahsetmiş olduğumuz tevbe; şartlarına uygun, yani Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına uygun olabilmenin gerektirdiği vasıfları taşımalıdır. Değilse bu şartlara uymadan yapılan tevbe, insanın kendisini kandırmasından başka bir işe yaramaz.

İmam Nevevî Hazretleri, tevbenin şartlarını şöyle belirtmektedir:

1. Hata ve günahı terk etmiş olmak,

2. İşlenen kötü fiillere pişman olmak,

3. Bir daha o hata ve günahlara dönmemeye azmetmek,

4. İşin içinde kul hakkı varsa, sahibiyle helâlleşmek, hakkını da kendisine vermektir.

Bu şartlar içerisinde, bilhassa nedâmetin çok büyük önemi vardır. Çünkü, bir kötülükten sonra duyulacak olan nedâmet, o kötü işe karşı, insanın içerisinde bir nefret meydana getirecek ve o nefret sayesinde insan, bir daha o kötü yola düşmeyecek ve sapmayacaktır.

Burada şu gerçeği de belirtmek lâzım; insanların en büyük handikaplarından biri de, günahı küçük görmesidir. Oysaki günahın küçüklüğüne değil, kime karşı işlendiğine bakılmalıdır.

O küçük görülen günahların her biri, işlendikçe kalpte siyah bir nokta oluşturur. Şayet nedâmet duyulup tevbe edilirse o siyah noktalar silinir, değilse o noktalar büyüyerek artar ve bütün kalbi kaplar. Kalp pasla kaplanır.

Bu hakikat Kur’ân-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir:

“…Onların işlemekte oldukları kötülükler kalplerini paslandırmıştır.” (el-Mutaffifîn, 14)

Görülüyor ki, tevbe ve istiğfar, günahlardan nedâmet duyup Allâh’a dönüş, kulluğa ve itaate varıştır. Yüce Allâh’a ve O’nun emirlerine boyun eğiştir. Tevbe ve istiğfarın sonu ise Allâh’ın hudutsuz merhametinin bir eseri olan mağfirete nâiliyettir.

İslâm dîninde ümitsizlik yoktur. Her insan hata ve kusur işleyebilir. Yeter ki insan hata ve günahında, şeytanın yaptığı gibi ısrarlı olmasın. Hatasını anladığı anda tevbe ve istiğfar ile Rabbine yönelsin. Affını istesin.

Cenâb-ı Hak günahını itiraf eden, yaptığı günahı için pişmanlık duyan, içi yana yana tevbe-i istiğfar eden, af ve mağfiret kapısını çalan kullarının bu hâllerinden memnun olur ve onların günahlarını bağışlar.

Abdullah İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ-’dan rivâyete göre, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Her kim (günahtan tevbe ile) istiğfara devam ederse, Allah Teâlâ o kimseyi (dünyevî ve uhrevî) her darlıktan halâs ve her gamdan, kederden âzad kılar, onu ummadığı yerden rızıklandırır.” (Ebû Dâvûd, Vitir, 26)

Tevbede acele etmek esastır. Kişi derhâl Cenâb-ı Hakk’ın af kapısına koşmalı ve bir daha rahmetten uzak düşmemeye azmetmelidir. Kulluğunu daima eksik görmeli ve hep istiğfar hâlinde olmalıdır. Tevbeyi ertelemenin yanlışlığını şu kıssa ne güzel anlatır:

Bir velî; otuz senelik bir terziye sormuş. Neden hâlâ tevbe etmiyorsun da günahlı hayata devam ediyorsun?

Terzi o velîye şöyle cevap vermiş:

“–Nasıl olsa can boğaza gelinceye kadar tevbenin vakti var. O zaman tevbe eder kurtulurum.”

Allah dostu tekrar terziye sormuş:

“–Sen kaç yıldır terzilik yapıyorsun?”

Terzinin cevabı;

“–Otuz yıldır.” olmuş.

“–Bu kadar zaman içinde, elin en çok neye alıştı?”

“–Makasla kumaş kesmeye…”

Allah dostu sormuş:

“–Canın boğazına geldiği anda eline bir makas verseler yine kolayca kumaş kesebilir misin?”

Omuzlarını silkmiş otuz senelik terzi:

“–Öylesine korkulu bir anda kumaşı doğru kesemem ki!”

Allah dostu taşı gediğine koymuş:

“–Peki otuz senedir yaptığın bir işi o anda doğru yapamıyorsun da, ömründe hiç yapmadığın tevbeyi o zor anda nasıl yapacaksın?”

Allâh’ım! Bizi her nefes ve son nefeste, tevbe ve istiğfardan ayırma…

Günahlarımızın hepsini, küçüğünü büyüğünü, gizli ve âşikâr olanlarını lütuf ve kereminle af ve mağfiret buyur. Âmîn…