Asıl Fetih, Gönüllerin Fethidir. GÖNÜL FATİHLERİ

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Tâif’te Hazret-i Peygamber’i taşladılar.

O mübârek gönül, incinmedi.

Geriye bir tane bile taş atmadı. Çünkü O’nun hedefi; muhataplarının tozu-toprağı değildi. O’nun hedefi, gönüldü. Bir gönül kazanmaktı. Hiç olmazsa tek bir gönlü fethedebilmek.

Öyle yaptı.

Kendisine taş atanlara bütün melekler mahzun olup da gazaba geldikleri an; O, yine rahmet deryasını coşturdu. Allah’tan hidâyet istedi.

O gün;

Cenâb-ı Hak, O’na arzu ettiği o bir gönül fethini nasip etti. Addas isimli bir köle müslüman oldu. Efendimiz; onunla, o bir gönülle sevindi. Bir gönül, O’nunla bir oldu. Efendimiz bu gönül fethiyle coştu. Şükretti. Şevk ve gayretinden hiçbir şey kaybetmedi.

Neticede;

O gönül, bir gönül daha oldu. Sonra bir gönül daha. Sonra bir gönül daha…

Gönül fetihleri, çoğaldıkça çoğaldı ve dünya çölünü gülistan eyledi.

O gülistanda;

En büyük gönül fatihi Hazret-i Peygamber; ashâbına taşı-toprağı değil, gönülleri fethetmeyi öğretti. Medine’ye Kur’ân muallimi olarak gönderdiği Mus‘ab bin Umeyr, kendisini öldürmeye gelen Üseyd bin Hudayr ile Sa‘d bin Muâz’ın da gönüllerini fethedince onların kabîleleri de îmâna koştu. Eski adı Yesrib olan Medine böyle fethedildi. Efendimiz’in oraya hicreti; herhangi bir işgalin ardından değil, sadece gönül fethinin ardından gerçekleşti. Yesrib’in sıtması, Medîne-i Münevvere şifâsına dönüştü.

İslâm’ın Medine’de intişârından sonra, vakti gelince Mekke de aynı şekilde fethedildi. Sadece gönül fethi ile. Hazret-i Peygamber, muazzam ordusuyla oraya geldiğinde devesi üzerinde secde hâlinde idi. Şehrin maddî kapılarını değil, kendine düşmanlık yapmış olanların bile gönül kapılarını tıklattı. Merhametle, rahmetle, hidâyetle o kapılardan içeri girdi. Bu destanî fetih karşısında Ebû Süfyan ile karısı Hind’in bile inatları eridi ve cân u gönülden;

“Lâilâhe illâllah, Muhammedu’r-Rasûlullah!” dediler.

Onların da gönülleri fethedildi.

Çünkü gönül fatihi, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- idi.

O gönül, Mekke fethine gelirken yolda yavrularını emziren bir kelbe rastlamıştı. Onun başına nöbetçi koydu ve koca orduyu hayvancağızı rahatsız etmeden oradan geçirdi. Bir kelbin ve yavrularının gönlü dahî fethedilmişti.

Zaten Mekke fethi de bu fazîletler halkasının bir bereketiydi.

Hudeybiye Antlaşması’nda müşrikler, yazılan maddelerin kendileri için zâhirî kârlarına dikkat ederken; Peygamber Efendimiz, mânevî kârlarına, yani gönüller fethini sağlayacak yönlerine dikkat etti. Dıştan aleyhte, içten lehte bir anlaşma ortaya çıktı. İlk bakışta ashâbın bile idrak edemediği bu gönül ufku; öyle bir berekete dönüştü ki, iki sene içinde hidâyete erenlerin sayısı, Hudeybiye’den önceki 19 yıl içinde hidâyete erenlerden daha fazla oldu.

Bu itibarla Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, en şiddetli muharebelerde bile daima gönül fethine ehemmiyet vermekteydi. Hayber kalesi önünde Hazret-i Ali’yi emîr yaptığında ona son talimatı şuydu:

“Yâ Ali!

… Onları İslâm’a davet et! Şayet bu davetinle bir kişi müslüman olsa, bu, sana kızıl develer verilmesinden daha hayırlıdır!..” (Buhârî, Ashâbü’n-Nebî, 9)

Böylece Hazret-i Peygamber, bütün sahâbesine gönül fethini öğretiyordu. Bunda başarısız olanlara vazife vermiyordu. Gönül fethedemeyenleri, gönderdiği yerden geri çağırıyordu. Hayber’de Hazret-i Ali’yi kumandan yapması; onun zâhirî cengâverliğinden ziyade, gönül yiğitliği sebebiyle idi. Çünkü Hazret-i Ali; bir muharebede altına alıp tam öldürmek üzere olduğu kimsenin kendisine tükürmesi üzerine, onu öldürmekten vazgeçmişti. Böyle bir neticeyi beklemeyen adamcağız şaşırmış ve işin hakikatini öğrenince de müslüman olmuştu. Çünkü Hazret-i Peygamber terbiyesinde yetişen Hazret-i Aliler; kılıçlar çekildiğinde bile öldürmeyi değil, gönül fethetmeyi gaye edinmişlerdi.

Çünkü Hazret-i Peygamber, onlara bu şekilde emsalsiz bir nümûneydi. Bir gün O enbiyâ mihrabı, yalnız başına uyumaktaydı. Eli kılıçlı bir düşman bunu fark edip başına dikildi ve haykırdı:

“–Yâ Muhammed, Sen’i benim elimden kim kurtaracak?”

Cesaret ve şecaat timsâli Nebî, pervasızca ayağa kalktı ve;

“–Allah!” dedi.

O’nun heybetinden adamın kılıcı elinden yere düştü. Bu defa Efendimiz, kılıcı alıp sordu:

“–Peki, şimdi seni kim kurtaracak?”

Adamın yüzü sapsarı kesildi. Ancak Varlık Nûru, kılıcını mütebessim bir şekilde indirdi ve rahmet nazarıyla baktı. Muhatabının gönlünü öyle fethetti ki, adamcağız o anda îmanla şereflenip en yakın dost hâline geldi.

En büyük nebevî vasıf, gönül fethi. Şu âyet-i kerîmenin tecellîsi:

“Kim ki bir kimseyi ihyâ ederse, bütün insanlığı ihyâ etmiş gibi olur.” (el-Mâide, 32)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, en zor zamanlarda bile daima bu hakikate göre yaşamış ve ashâbına bunu özellikle talim etmiştir. Çünkü zor zamanlarda gönül fethi, daha müşkildir.

Çünkü hasmın öfkeden çatladığı anda onun gönlünü fethedebilmek kolay değildir. Öldürme hırsıyla dolmuş bir yüreği, muhabbet potasına çekip de fethedebilmek kolay değildir. İnsanın canı burnuna geldiği demde gönül fethini öncelemek, hiç de kolay değildir. Sıkıntılar, çileler ve imkânsızlıklar içinde; yine gönül fethi ile meşguliyet, asla kolay değildir.

Birçok hikmeti yanında Tebük Seferi’nin bir sırrı da bu.

En zor anlarda gönül fethi fedâkârlığını sergileyebilmek.

Tebük Seferi’nde, gerçekten de şartlar son derece zordu. İmkânlar oldukça mahduttu. Mevsim itibarıyla havanın külhan gibi yaktığı günlerdi. Kavurucu sıcakların ızgarası kesilen çöllerde yüzlerce kilometre gidip gelindi. Hiçbir düşmanla karşılaşılmadı. Dilese Cenâb-ı Hak, bu durumu Hazret-i Peygamber’e Medine’de iken bildirir; O Varlık Nûru da yorulmazdı, ashâbı da. Ancak hep birlikte harap edici bir sefer gerçekleştirdiler. Açlık ve susuzluk içinde bin bir meşakkat çektiler. Çünkü her biri, cihanın dört bir yanına yayılacak ve sayısız zorluklara rağmen büyük fetihler yaşanacaktı. Bunun için bertaraf edilmesi gereken en büyük engel olan içlerdeki nefs düşmanını mağlûp etmek gerekliydi. Gönül fatihliği için bu şarttı. Onun için Hazret-i Peygamber, Tebük Seferi sonrası bunu kastederek;

“–Küçük cihaddan büyük cihada!” buyurdu.

Yani bir bakıma Tebük Seferi’ne Fahr-i Kâinât Efendimiz, ashâbına nefsi yenmek sûretiyle gönül fatihi olmayı öğretmek için çıkmıştı. Zira gönül fethi, bazen insanüstü bir fedâkârlık istiyordu. Vefâ istiyordu. Çatlamayan bir sabır istiyordu. Yıkılmayan bir tahammül istiyordu. Kötülüğe karşı bile iyilikle mukabele edebilecek bir olgunluk istiyordu. Şefkat istiyordu. Merhamet istiyordu. Liyakat istiyordu. Her türlü test ve imtihandan başarıyla geçebilecek bir şuur ve aşk istiyordu. Malı da istiyordu, canı da.

Sahâbe hepsini öğrendi. Öğrendiği için, gittiği her yeri fethetti. Güzelleştirdi. Onların ulaştığı her yer şereflendi. Her gönül, kıymet kazandı. Daha değerli hâle geldi.

Hidâyet, kıtalara yayıldı.

Onlar, ülkeleri bu şekilde fethetti.

Medine’den yola çıktılar. Çin’e gittiler, gönül fethettiler. Semerkant’a vardılar, gönül fethettiler. Afrika’yı kucakladılar, gönül fethettiler. İspanya’ya çıktılar, gönül fethettiler.

Ve nihayet;

Ellerinde büyük bir müjde, dillerinde müjde, gönüllerinde müjdelerle;

İstanbul önlerine geldiler.

İki kez geldiler.

Her iki seferde de İslâm ordusunun içinde hayli yaşlı ve mümtaz bir sahâbî vardı:

Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri.

İhtiyarlığın engellerine rağmen genç bir delikanlı gibi.

İstanbul fethiyle alâkalı peygamber müjdesi, onun yegâne enerjisiydi. En ön saftaydı. Dev surların dibinde müthiş bir mücadele vardı. İslâm askeri; bir yandan ok ve gülle yağmuru, bir yandan da surların tepesinden dökülen kızgın yağlara karşı feth-i mübîn için hamle üstüne hamle yapıyordu. Israrlı, fakat tedbirli bir şekilde. Derken bir yiğit, ölümü hiçe sayarak daha ileri fırladı. Ne ok yağmuruna aldırdı, ne kızgın yağları umursadı. Bizans’ın kara bağrına keskin hilâl gibi dalıp girdi. Onun bu şekilde kendi canına kayıtsız hâlini, geridekiler yadırgadılar ve tedbirsiz buldular:

“‒Hey yâ Rabbî! Bile bile kendini tehlikeye attı. Hâlbuki Allah, bu şekilde tehlikeye atılmayı yasaklıyor!” dediler.

Onları duyan Eyyûb Sultan Hazretleri, müdahale etti:

“‒Ey yiğitler! Mesele, sizin sandığınız gibi değil. Bahsettiğiniz îkaz-ı ilâhî, bizim için nâzil oldu. Biz ensar, İslâm’ın galibiyet ve zaferlerinden sonra kendi aramızda demiştik ki: «İslâm muzaffer oldu. Vazifemiz tamamdır. Artık biraz da bağ ve bahçelerimizle, malımız ve mülkümüzle meşgul olalım.» İşte meşhur ilâhî îkaz, o zaman geldi:

“Allah yolunda (malınızı ve canınızı) infak edin! (Dünyaya dalmayın. Mal ve can endişesine kapılıp da sakın) kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın! İhsan edin! (Maldan ve candan fedâkârlık yapın! Tâ ki her an Allâh’ı görüyormuşçasına bir yaşayış ile ihsan sahibi olun!) Çünkü Allah, ihsan sahiplerini sever.” (el-Bakara 195)

Bu izahı dinleyen yiğitler de önceki yiğidin yaptığı gibi daha ileri atıldılar.

Eyyûb Sultan Hazretleri, fetih rûhunu böyle anlattı ve öğretti. Çevresindekilere anlattı. Sonrakilere anlattı. Âdeta gelecek Fatih’e ve askerlerine anlattı. Üstelik sadece diliyle değil; bizzat yaşayarak, nümûne olarak da anlattı.

İhtiyar vücudu hastalanmış, vefatı yaklaşmıştı. O hâlâ daha ötelere hamle hâlindeydi. Son alıp verdiği cılız nefesler bile en kudretli fedâkârlıklarla doluydu. Yanındakilere vasiyet etti:

“‒Birazdan şehid olacağım. Beni alın ve gidebildiğiniz en ileri noktaya götürün, oraya gömün!”

Maksadı, müjde-i Peygamber yolunda bir adım daha ileri gidebilmekti. Ardından gelenlere fetih rûhuyla gönül ufkuna kapı açmaktı. Can vererek bağrına defnedilmek sûretiyle, İstanbul’un kalbine ebediyen girip de önce onun gönlünü fethetmekti. Gelecekteki feth-i mübînin şehid namzetlerine bu hakikati sergilemekti.

Nihayet;

Müjde-i Peygamber uğrunda bir yaşayış ufku ile Eyyûb Sultan Hazretleri’nin fânî vücudu, İstanbul’un kalbine defnedilirken; ölümsüz rûhu da feth-i mübînin mânevî mührü oldu.

Onun vazifesi, âdeta şehid olmak sûretiyle İstanbul’un kalbine girmek ve önce onun gönlünü elde ederek şehri feth-i mübîne hazırlamaktı. Üzerinden asırlar geçse de vakit tamamlandı ve bu maksat hâsıl oldu. Sonunda İstanbul’un yüreği;

“İstanbul’da Kardinal şapkası görmektense, Türklerin sarığını görmeyi tercih ederim!” dedi.

Artık İstanbul’un gönlü fethedilmiş demekti. Beklenen feth-i mübîn, mümkün hâle gelmişti. Sultan II. Mehmed Han, üstâdı Akşemseddin Hazretleri’nin rehberliğinde yönünü İstanbul’a çevirdi. Mehter vurdu. Haşmetli manzarayı seyretmek için tarih durdu. «Nasrun minallâhi ve fethun karîb» âyeti, yeri-göğü inletti. Bütün yürekler; «Bismillâh!» çekti. «Allah Allah!» nidaları arasında Ulubatlı Hasan, bayrağı surların üzerine sapladı. Eyyûb Sultan Hazretleri’nin rûhuyla kucaklaşarak şehâdet şerbetini coşkuyla nûş eyledi.

Feth-i mübîn gerçekleşti.

Bir çağ kapandı, bir çağ açıldı.

Tarihin taç sayfasına yazıldı.

Dün müjdeydi, bugün mûcize oldu.

Eyyûb Sultan’ın can verdiği arzusu, maksadına ulaştı.

İşte bu fetih, gönüllerin fethiydi.

Gönül verenlerin fethiydi.

Sultan Fatih, büyük bir vefâ ve şükran hisleri içindeydi.

Asırlar önce fetih için surlar önünde can fedâ eyleyen sahâbe kabirlerini tespit ettirdi.

Bilhassa;

Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin kabrinin bulunmasını çok arzu ediyordu. Hazret-i Peygamber’in Medine’yi teşrifinde O’nu aylarca evinde misafir etmiş ve seferlerde alemdarlığını da yapmış olan bu mübârek sahâbî, İstanbul için müstesnâ bir mazhariyetti. Lâkin titiz aramalara rağmen kabrini bulmak mümkün olmadı. Önceleri ziyaretgâh olan kabir, sonraları düşman zararına karşı çok mahir bir şekilde gizlenmişti. Sultan Fatih, durumu mâneviyat kutbu hocası Akşemseddin Hazretleri’ne arz etti:

“‒Saâdetli hocam! Gazilerimiz, samimiyetle aradılar fakat bulamadılar. Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin kabr-i şerîfinin bulunması, himmetinizi bekler…”

Hacı Bayrâm-ı Velî’nin yetiştirdiği gönüller sultanı Akşemseddin Hazretleri, Fatih Mehmed Han’ın bütün müşkillerinde medet kapısıydı. İstanbul fethinin de mânevî mimarıydı. Sultanın bu yeni talebi, aslında kendisinin de kalbî iştiyâkıydı. Hazret-i Peygamber’in o güzîde ev sahibi ve alemdârı, o fetih kandili sahâbenin kabrini bulmak, fethin mânevî cihetini ebedîleştirmekti:

“‒Her şeye kādir olan Rabbim nasîb eyleye sultanım…” dedi.

Murâkabeye daldı. Sükût hâlinde bir müddet geçti. Sonrasında Hazret-i Pîr’in gözlerinin içi güldü. Nurlu yüzü ışıl ışıl oldu. Tatlı bir tebessümle kalktı. Huzur içinde ilerledi ve üzeri yemyeşil bir yeri işaret etti:

“‒Sultanım, Eyyûb Sultan Hazretleri’nin mübârek kabri burasıdır!”

Dil dil şükür ifadeleri yükseldi. Mübârek kabrin bulunması da, bir feth-i mübîn tecellîsiydi.

Gösterilen yere hemen bir işaret koydular.

Ancak o gece, Sultan Fatih, işaretin yerini değiştirtti. Hiç şüphesiz mâneviyat kutbu üstâdına kendisinin itimadı her zaman tamdı. Lâkin basîretli Sultan, herkesin mutmain olmasını arzu ediyordu. Tâ ki gönüller, bilâ-tereddüt bu mânevî eksende pervâne olsunlardı. İslâm’la kucaklaşmış olan İstanbul’un kıyâmete kadar mü’min kalması için bu îman hilâli, gündüz-gece zâhir olmalıydı. Peygamber güneşinden aldığı nûru, bütün gözlere ve gönüllere daima yansıtmalıydı. Sultan’ın niyeti ve niyazı buydu.

Ertesi gün işaret konulan yere gelindi. Fatih Han, Akşemseddin Hazretleri, vezir ve gaziler oradaydı. İşaretli yer açılacaktı. Yiğitler kazmalarını ellerine aldılar. Tam toprağa vuracaklardı ki, yine murâkabeye dalan Akşemseddin Hazretleri birden başını kaldırdı:

“‒Dün işaret edilen yer burası değil. Geceleyin değişiklik olmuş!”

İlk işaret ettiği yeri tekrar gösterdi. Toprağı aktarmaya başladılar. Az sonra bir mezar taşına rastlandı. Eller kürekleri bıraktı, diller Fâtiha okudu. O mezar taşı, Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’ne aitti.

Sürur içinde;

Gönüller kanatlandı. Ruhlar buluştu. Mâneviyat gülleri açıldı. Fetih, mânâsına kavuştu. Sultan talimat verdi; huzur dergâhı bir türbe yapıldı. Hemen yanına da bir cami ve medrese. O günden sonra, padişahlar orada kılıç kuşanıp sultan oldular.

O mübârek mekân, İstanbul’da Peygamber müjdesinin en güzel tecellîgâhı ve ziyaretgâhı oldu.

Gerçekleşen gönül fethi, yenileriyle birlikte devam etti.

Hâlâ o fetih şehidi ve âbidesi, gönül fethine devam ediyor. Öyle ki; gönüllerin fethi vazifesini, zâhiren yaşayanlardan daha güzel sürdürüyor. Huzur veriyor. Sürur veriyor. Nur saçıyor. Sonsuzluğu anlatıyor. Peygamber muhabbetinin beşiği, yücelerin eşiği oluyor.

İşte fetih;

Bu!

Fatih gönüller, işte bu fetihle fatih oldu.

O gönüller, taşın bile kalbini fethettiler. Toprağın bile rûhunu fethettiler. Bir karıncanın bile yüreğini kazandılar. Çünkü onlar bir ömür Hazret-i Yûnus gibi dediler ki:

Ben gelmedim dâvi için,
Benim işim sevi için.
Dostun evi gönüllerdir,
Gönüller yapmağa geldim…

Bunun için gönüllere girdiler ve;

Yûnus Emre der, hoca,
Gerekse var bin hacca;
Hepisinden eyice,
Bir gönüle girmektir!

şuuruna erdiler. Hissettiler, bildiler:

Gönül Çalab’ın tahtı,
Gönüle Çalab baktı,
İki cihan bedbahtı,
Kim gönül yıkar ise…

İçlerindeki en kuvvetli yankı şu oldu:

Bir kez gönül yıktın ise,
Bu kıldığın namaz değil.
Yetmiş iki millet dahî,
Elin yüzün yumaz değil.

İyice kavradılar ki:

Ten fânîdir can ölmez,
Gidenler geri gelmez.
Ölür ise ten ölür,
Canlar ölesi değil…

Bu idrak ile dost yoluna baş koydular. Gönlü dost ile doyurdular ve herkese duyurdular:

Düriş, kazan, ye, yedir,
Bir gönül ele getir.
Yüz Kâbe’den yeğrektir,
Bir gönül ziyareti…

Aynı hakikat ve mânâ, Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde, ehemmiyetine binâen etraflıca anlatılmaktadır:

“Sen git, önce;

«Çok yaşattığımızın gücünü, kuvvetini alırız.» (Yâsîn, 68) âyetini oku!

Oku da, aklını başına al. Gönle girmeye, gönül almaya bak. Tutup da ete, kemiğe gönül verme!

Bilesin ki gönül güzelliği, iğreti güzellik değildir. Seneler geçse de gönüldeki güzellik kaybolmaz. Onun iki dudağı, senin için âb-ı hayat sâkîsi olur.

Ey gerçek varlığını idrak edemediği hâlde, mânâya erdiğini sanan kişi!

Senin mânâ sandığın da; şekilden, sûretten ibarettir ve iğretidir. Sen, o iğreti şeyi kendine uygun bulmuşsun. Onunla övünüp seviniyorsun; «Ben gerçeği buldum.» diye gurura kapılıyorsun.

Mânâ odur ki, seni senden alır. Şekle bağlanmaktan seni kurtarır.

Gönül erbabı arasında;

İnsanı; kör ve sağır eden, nakşa, sûrete, güzel bir yüze âşık eden şeye mânâ demezler. Körün nasibi, gam artıran hayallerdir. Gözün payı da, şu aslî olmayan geçici hayaller…

Senin nefs eşeğin kaçmıştır. Onu mücâhede kazığına bağla, o ne zamana kadar insanlık ve ibâdet yükünü taşımaktan kaçacak? İster yirmi yıllık yol olsun, ister otuz yıllık, isterse iki yüz yıllık; ona sabır ve şükür yükünü yüklemek, ona bu yükü taşıtıp götürtmek gerek.

Hiçbir günahkâr, başkasının günahını çekmedi. Hiçbir kimse de, ekmediğini biçmedi. Ekmediğini biçmeyi ummak, ne kadar ham bir tamah! Ne aldatıcı bir gaflet!

Ey oğul!

Bu gafletten kurtulmak istiyorsan, şunu unutma!

Altın olmadıkça bakır, bakırlığını bilmez. Gönül de mânevî padişah olmadıkça hatalarını görmez, süflîliğini anlamaz.

O hâlde;

Sen de bakır gibi iksire hizmet et; sevgilinin ve gönül alanın cefâsını çek! Gönül alan sevgili kimdir? İyice bil ki, onlar gönül sahibi olanlardır. Gece ile gündüz birbirinden nasıl çekinir ve ayrılırsa, onlar da dünyadan öyle çekinir, öyle kaçıp dururlar. Hâl böyleyken sakın Allâh’ın o has kullarını ayıplama, padişahı hırsızlıkla suçlama!

Git; sana dost olan birini ara!

Dost, şüphe yok ki, dostun hayrını ister! Hele Hak dostlarıyla oturan kişi; külhanda bile olsa, gül bahçesinde oturuyor sanılır. Fakat bahçede düşmanla beraber oturan kişi, külhanda oturuyor gibidir!

Aklını başına al da, benliğe kapılarak dostu küçük görme, onu incitme ki; o dost, sana düşman olmasın!

Senin sevdiğin Rabbinin yarattığı bütün mahlûkata (insanlara, hayvanlara, bitkilere) Allah rızâsı için iyilikte bulun, onları sev! Böyle yap da, gözün her şeyde dostu görsün; gönlünde ona, buna kin besleyerek içini karartma, kendini çirkinleştirme!

Ey zengin!

Sen Allâh’ın huzûruna yüz çuval altın götürsen bile, Cenâb-ı Hak buyurur ki:

«Ey getirdiği yükler altında iki büklüm olan kişi. Bana gönül getir, gönül!

Eğer o gönül senden râzı ise, Ben de senden râzıyım. Ama gönül senden yüz çevirmişse, Ben de senden yüz çeviririm.

Ben sana bakmam, gönüle bakarım.

Ey can!

Armağan olarak Bana gönül getir.

Gönül, seninle nasılsa Ben de öyleyim. Cennetler anaların ayakları altındadır. Evlâtlar; annelerinin gönüllerini kırmazlar, onlara saygı gösterirlerse, onların hürmetine cennete gireceklerdir.»

Halkın anası da, babası da, aslı da gönüldür. Ne mutlu o kişiye ki, bedene bakar da gönlü görür.

Bunu anlamazsan, dersin ki:

«‒Allâh’ım işte şuracıkta, sana gönlümü getirdim ya…”

Cenâb-ı Hak da sana der ki:

«‒Ey kulum! Köyler ve şehirler, öyle gönüllerle dopdolu, öyle gönül herkeste var. Sen bana âlemin kutbu olan gönlü getir!

İşte;

İnsanın canının canının canının canı, o gönüldür.»

Yani;

Gönüller sultanı olan Allah; nurla, hayırla dopdolu olan gönlü beklemektedir. Sen eğer solmuş, canı pörsümüş, çürümüş bir gönül bulur da, onu teneşir tahtasına yatırıp Hakk’a doğru götürürsen, alacağın cevap şu olur:

«Ey küstah, benim huzûrum mezarlık mıdır ki, ölü bir gönül getiriyorsun?»”

Rûhî-i Bağdâdî’nin dediği gibi:

Sanma ey hâce ki, senden zer u sîm isterler;
«Yevme lâ-yenfeu»da kalb-i selîm isterler…

“Ey hoca! Senden altın ve gümüş isteyeceklerini zannetme. Unutma ki, hiçbir şeyin fayda vermeyeceği mahşer gününde sadece kalb-i selîm / İslâm’ı yaşamış bir gönül isterler.”

İşte mesele, o gönle sahip olabilmek.

Sadece o gönül, iki dünyada da gönül fatihidir.

Gönül fatihleri ki, sadece onlar, feth-i mübinlere nâil olur.

Ancak o gönül fatihleri, Hazret-i Peygamber’in bir ömür nümûne olduğu ve müjdelediği gönüllerdir. Onlar, Hazret-i Eyyûb Sultan’ın nebevî aşkından kadeh kadeh içmişlerdir. Onlar Hazret-i Akşemseddin ve Hazret-i Fatih’in mazhar olduğu kervanın bahtiyarlarıdır.

İdrakler de, bu gönül fatihliğini anladığı kadar basîretlidir.

Kalpler de, bu gönül fatihliğini hissettiği nisbette ölümsüzdür.

O gönül fatihlerinin ardınca koşanlar; tarihten bugüne, gittiği her yere huzur götürmüştür. Adalet götürmüştür. Rahmet çardağı olmuştur. Gönül fatihlerine aykırı koşanlar ise, sadece sömürmüştür. Girdiği her yeri ve her gönlü kurutmuştur. Ayak bastığı toprağı sadece işgal etmiş, çoraklaştırmıştır. Onlar güzelliğe niyetlense bile kırıp dökmüş, yakıp yıkmıştır.

Hâsılı;

Nerede fetih misali bir müjdeli netice isteniyorsa, orada gönül fatihliği şart.

Gerçek bir eğitim, gönül fatihleriyle mümkün. Temiz bir ticaret, yine gönül fatihleri ile. Bereketli bir hizmet hayatı, yine gönül fatihleri ile. Toplumun toparlanması, yine gönül fatihleri ile. Kötülüklerin, iyiliğe dönüşmesi de gönül fatihleri ile. Aksamaların, ârızaların düzelmesi de hâkezâ.

Adalet ve huzurun mayası da gönül fatihleri. Merhamet ve şefkatin baharı da, gönül fatihleri. Bütün dünyada inleyen kötürüm hastaların, gariplerin ve kimsesizlerin yegâne çaresi, yine gönül fatihleri. Kan gölüne dönen mazlum coğrafyalarda cennet çiçeklerinin açması için tek çözüm, yine gönül fatihleri.

Çünkü dünya şahit ki;

Gönül fatihleri olmadan giderilen ihtiyaçlar bile, ölümden de beter acılarla dolu.

Gönül fatihleri kim?

Gönül iklimlerinde hüküm sürenler mi?

Değil.

Onlar,

Hazret-i Muhammed Mustafâ’nın mukaddes adına ve hayatına yaraşır bir şekilde gönüllere hizmet edenler!..

Yalnız dilleriyle değil, yaşayışlarıyla da kelime-i şahâdet getirenler…

Bu kıvamdaki bir gönül fatihine Allah, İstanbul’u nasip etti.

Öyleyse;

Neler nasip etmez ki!