SORUMLULUK DUYGUSU

YAZAR : Sami GÖKSÜN

İnsan, rastgele yaratılmış bir varlık değildir.

İmtihan gereği, iyi ve kötü işler yapmaya müsait olarak yaratılmış ve cüz’î iradeyle donatılmış olan insan; varacağı mahşer yerinde her türlü fiilinden sorumlu tutulacaktır.

İşte insana bu hakikati hatırlanan Kur’ânî mesajlar:

“Yaptıklarınızdan mutlaka sorumlu tutulacaksınız.” (en-Nahl, 93)

“Sizi boş yere yarattığımızı ve gerçekten huzûrumuza geri getirmeyeceğimizi mi sandınız? (el-Mü’minûn, 115)

İnsan kendisine lutfedilen fevkalâde özelliklerin bir bedeli olarak, bu mes’ûliyeti yüklenmiştir. Bu ağır mes’ûliyet, bir başka ifadeyle bu veballi emânet; arza, semâya, dağlara teklif edilmiş fakat onlar, bu sorumluluktan korkmuş, titremiş ve kabulden kaçınmıştır.

Nedir bu sorumluluklar?

Başta ve her şeyden önce yüce Rabbimiz’e karşı sorumluluğumuz:

Mârifet ve muhabbet: O’nu kalbimizde tanımak ve O’nu her şeyden çok sevmek.

İbâdet ve takvâ: Emir ve yasaklarına harfiyyen uymak. Verdiği vazifeleri, ihsan şuuruyla yerine getirmek…

İkinci olarak Peygamberimiz’e karşı sorumluluğumuz:

Sünnetine uyarak ve O’nu çok severek yoluna tâbî olmak…

Kur’ân-ı Kerîm’e karşı mes’ûliyetimiz:

Dünya ve âhiret saâdetimiz için indirilmiş olan Kitâbullâh’a yüksek bir hürmet göstermek, emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak.

“(Allâh’a ve kullarına verdiğiniz her) sözü yerine getirin. Çünkü verilen sözde elbette sorumluluk vardır.” (el-İsrâ, 34)

Elestte verdiğimiz söz, bütün dînî vazifelerimizi içine almıyor mu?

Ya içtimâî vazifelerimiz?

İşte ailevî mes’ûliyetlerimiz…

Anne-babamıza hürmet, itaat ve ihsan; ailemize hüsn-i muâşeret, yani güzel muamele; çocuklarımıza iyi bir terbiye…

Rabbimiz nasıl da ikaz buyuruyor:

“Ey îmân edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” (et-Tahrîm, 6)

Sorumluluk noktasında yüce Rabbimiz önce, kendimizi muhasebe etmemizi istiyor. Daha sonra eş ve çocuklarımıza karşı sorumluluğumuzu hatırlatıyor.

Bugün anne-babalar olarak evlâtlarımıza karşı sorumluluğumuz deyince, hemen; onların rızkını, dünyalığını, tahsilini, baş-göz edip iş-aş sahibi etmeyi anlıyor, bir ömür bunun için çırpınıyoruz. Hâlbuki Allah -azze ve celle-, bize âhireti ve azabı hatırlatıyor.

Meseleyi bu şekilde kavrayan Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-;

“–Beytülmalden tahsisatınız size zor yetiyor. Biraz fazla verilmesini emretseniz de, biriktirip çocuklarınız ve torunlarınız için miras bıraksanız…” diyenlere şöyle cevap verdi:

“–Eğer evlâtlarım sâlih olursa, endişe etmeme gerek yok, çünkü;

«Allah, sâlih kullarını koruyup gözetir.» (el-A‘râf, 196)

Eğer sâlih olmazlarsa, sefihler için ne diye mal bırakayım? Zira Rabbimiz; «Sefihlere mallarınızı vermeyin!» (en-Nisâ, 5) buyuruyor.”

Evlâtlarının maddî gelecekleri konusunda hiçbir endişe taşımayan Halîfe Ömer bin Abdülaziz, evlâtlarının uhrevî gelecekleri için ise âdeta titrerdi. Onları da âhiret endişesiyle yetiştirirdi. Bir gece kızlarının yanına uğradı. Babalarının geldiğini gören kızları, ağızlarını kapatarak kapıyı açtılar. Ömer bin Abdülaziz; yanlarında bulunan bakıcılarına, niçin böyle yaptıklarını sorunca, şu cevabı aldı:

“–Evde soğan ve mercimekten başka bir şey yoktu. Soğan kokusu sizi rahatsız etmesin diye ağızlarını kapatıyorlar.”

Ömer bin Abdülaziz’in gözleri yaşardı ve kızlarına âdeta teşekkür etti:

“–Kızlarım! Çeşit çeşit yemeklerle dolu sofralara, dünya metâına ve israfa meyletseydiniz, babanız için bir âhiret vebâli olabilirdi.”

İnsanın sorumluluğu ailesiyle de bitmez.

İçinde yaşadığımız topluma, ecdadımızdan emânet aldığımız vatanımıza, mensubu bulunduğumuz milletimize karşı da görev ve sorumluluklarımız vardır. Ayrıca diğer varlıklara karşı da sorumluluklarımız vardır.

Hadîs-i şerif çok açık:

“Her biriniz bir yöneticisiniz ve her biriniz yönetiminizdekilerden sorumlusunuz: Devlet adamı, bir yöneticidir ve halkından sorumludur. Erkek, ailesinin yöneticisidir ve onları gözetmekle sorumludur. Kadın, kocasının evinin muhafızıdır ve ondan sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malının bekçisidir ve bundan sorumludur. Her biriniz bir yöneticisiz ve yönetiminizdekilerden sorumlusunuz.” (Buhârî, Cenâiz, 32)

Bu geniş mes’ûliyet şuurunun en güzel misalini yine Ömer bin Abdülaziz’in hayatında görmekteyiz.

Hanımı Fâtıma şöyle anlatıyor:

“–Bir gün Ömer bin Abdülaziz’in yanına girdim. Seccadesine oturmuş, elini alnına dayamış, durmadan ağlıyor, gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Ona;

“–Nedir bu hâlin?” diye sordum. Şöyle cevap verdi:

“–Yâ Fâtıma! Bu ümmetin en ağır yükünü omuzlarımda taşıyorum. Ümmet içindeki açlar, fakirler, hasta olup da ilâç bulamayanlar, yalnız başına terk edilmiş dul kadınlar, hakkını arayamayan mazlumlar, küfür ve gurbet diyarında kalmış müslüman esirler, muhtaç yaşlılar, evlâd u ıyâli kalabalık olan fakir aile reisleri beni kederlendiriyor! Yakın ve uzak diyarlardaki böyle mü’min kardeşlerimi düşündükçe yükümün altında ezildikçe eziliyorum. Yarın hesap gününde Rabbim bunlar için beni sorguya çekerse, Rasûlullah bunlar için bana sitemde bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim?!.” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IX, 208)

Hanımı Fâtıma devam ediyor:

“–O, sizler kadar ibâdet ederdi. Lâkin gece yatağında, Allah korkusunu ve kıyâmet hesabını düşünmekten öyle bir hâle gelirdi ki; haşyet ile kalbi çarpmaya başlardı. Sanki suya düşmüş veya avuca alınmış bir kuş gibi çırpınırdı. Ben de onun bu hâline dayanamayıp yorganı üstüne örterdim ve kendi kendime;

«Keşke idarecilik sorumluluğu bize verilmeseydi, keşke o vazifeyle aramızdaki uzaklık, güneşle dünya arasındaki mesafe kadar olsaydı.» derdim.”

O zâtları böyle titreten mahşer gününde, peygamberler bile yaptıklarından sorguya çekileceklerdir. Bu konuyu yüce Rabbimiz şöyle dile getirmektedir:

“Andolsun ki; kendilerine peygamber gönderilenlere soracağız, peygamberlere de soracağız.” (el-A‘râf, 6)

İnsanlara, peygamberlere icâbet ve itaat edip etmedikleri; peygamberlere de tebliğ sorumluluklarını ne dereceye kadar yaptıkları sorulacaktır.

Hulâsa ferdî olsun, içtimâî olsun her türlü sorumluluk konusunda Efendimiz’in titizliğini örnek almalıyız. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ki başta bir tek kişi olarak yola çıktığı İslâm dâvâsını zirveye taşımış, en sonunda da Allâh’ın huzûruna mesut bir şekilde gitmiştir.

Vedâ Hutbesi’nin sonunda;

“–Tebliğ ettim mi?” diye sormuş;

“–Evet, tebliğ ettin!” cevabını alınca;

“–Şahid ol yâ Rabbî! Şahid ol yâ Rabbî! Şahid ol yâ Rabbî!” buyurmuştur.

Yüce Rabbimiz; hem Efendimiz’in hem de sahâbe-i kirâmın mes’ûliyet duygusundan hisseler alabilmeyi cümlemize nasip eylesin…