İlâhî Bir İkram DUÂ

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

«İnsan nedir?» sorusu, insanoğlunun en çok sorduğu ve cevap aradığı bir meseledir. Çünkü insan; en başta kendisini tanımak, bilmek ihtiyacındadır. Çevresiyle münasebetlerindeki keyfiyet de, kendisini anlayabilmesindeki isabetle mütenâsip olarak şekillenecektir elbette. Tarih; kendisini yanlış tarif eden insanlarla, doğru anlama fazîletini kazanan bahtiyar insanların teşkil ettikleri cemiyetlerin ibretâmiz âkıbetleriyle doludur. Bir tarafta parlayan yıldızlar misali hâlâ hasretle yâd edilenler, diğer tarafta kan ve ateşler içerisinde esefle hatırlananlar olarak…

İnsan; denilebilir ki, düşünen kişi sayısınca farklı mânâlarda tarif edilmiştir. Onu diğer canlılardan ayıran husus olarak; akıl, düşünce, algılama tarzı, dik yürüyüş… gibi muhtelif tezâhürler gösterilmektedir. Bunların bir kısmı; âmâların fili târif etmeleri misalindeki gibi, yanlış olmamakla beraber, insan denen muammâyı anlatabilecek kıstaslar değildir. Hele de maddecilik ideolojisinin esası hâline gelmiş olan «evrim teorisi»… Adı üzerinde «teori» denmesine rağmen, ilmî bir hakikat olarak takdim etmek uğruna olmadık şarlatanlıkların tezgâhlandığı bir iddia… Kâinatı anlamak için, hiçbir mantıkî ölçüyle telif edilemeyecek bir felsefî cereyan…

Akıl, insanı diğer canlılardan ayıran önemli bir âmil; ama tek vasıf değil. Onun «vahy»e muhatap olduğunun kabulü, onu anlamak için tek yol. Aklı putlaştıranlar, dünyayı âdeta cehenneme çevirdiler tarih boyunca. Vahyin aydınlığında bakanlar ise, onu en şerefli varlık, ama yüce Yaratan’ına kul olarak görüp, iki cihanın uğruna yaratıldığı insanı aziz bildiler; bu çerçevede bir rahmet medeniyeti inşa ettiler.

Dünya, sonsuz kâinat ölçeğinde bir «hiç»tir. En basitiyle; dünya ölçeğinde cirmi itibarıyla bir hiç olan insan, kâinat ölçeğinde «hiç»in de «hiç»idir. Çevre şartlarına karşı fevkalâde hassas olup, sızlanmadan tahammül etmek; ancak nâdîde insanların, mâneviyat erlerinin harcıdır. Bir hiç mesâbesindeki insana; «varlıkların en şereflisi» olmanın izâfe buyurulması ise, onun rûhâniyeti sebebiyledir. Öyle ki; Allah Teâlâ -celle celâlühû- ilâhî nefhaya mazhar kıldığı ve yüksek hususiyetlerle teçhiz buyurduğu insanı, yüce Zâtı’na halîfe olarak takdir etmiştir.

Dünya hayatının netâmeli med ve cezirlerinde, tabiatı itibarıyla zayıf olan insanın selâmetle yol bulabilmesi için; rûhâniyetindeki sırlara vâkıf olarak, kendisine sonsuz nimetleri ihsan eden yüce Yaratıcı’sına sığınmaya, duâya ihtiyacı vardır. Ancak böylelikle; fırtınalı denizlerde bir «Hüdâyî Yolu» keşfedilerek, selâmet sahiline ulaşabilir.

Hâlbuki, akla perestiş eden batı zihniyeti; modernlik vehmiyle en büyük hatayı yapmış, Cenâb-ı Hak’la irtibatını kesmiştir. Bu zihnî keşmekeş içerisinde, seküler cereyanların girdabında savrulan cemiyetler; «duâ» gibi rûhu sekînete gark eden sımsıcak bir sığınaktan mahrum kalmışlardır.

Asırları hidâyet meş‘alesiyle aydınlatan Mevlânâ Hazretleri; çağın putu olan aklı, zarif bir üslûpla şöyle yere seriyor:

“Ey Hak yolcusu! Sen; aklı ve zekâyı, hayranlığı satın almakta kullan! Çünkü hayranlık; Hakk’ın güzelliğini, kudretini, sanatını görüp dehşet içinde kalmaktır! Aklı, Hazret-i Mustafâ huzurunda kurban et ve; «Allâh’ım bana yeter!» de!.. Aklın, aşk ve hakikat yolunda köstek olunca, o artık akıl değildir; yılandır, akreptir.”

Nitekim; kendisine bahşedilen aklın kavrama sınırlarını göremeyen ve hakikati bulamayarak «hevâsını ilâh edinen» insanlar yüzünden, cemiyetler yılan ve akrep istîlâsına maruz kalmışlardır.

“Çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek anlamlarına gelen duâ, «kulun bütün benliğiyle Allâh’a yönelmesi» ya da «gücü sınırlı ve sonlu bir varlık olan insanın, sınırsız ve sonsuz bir kudret karşısında âcizliğini kabul ederek yardım dilemesi»dir. Duâ; kulluk şuuruyla Hakk’a yönelip, tevâzu ve mahviyet içinde, ihtiyaçlarımızı O’na arz etmemizdir. Aslında duâlarımızla biz, beşerî isteklerimizin gerçekleşmesinden ziyâde; Rabbimiz’e tâzîmimizi, itimadımızı ve her şeyi O’ndan beklediğimizi izhar ederiz.”1

Bütün mevcûdat; kendi lisanlarıyla, hâlleriyle, sûretleriyle Allah Teâlâ -celle celâlühû-’yu zikreder, O’na hamd ü senâ eder. Bu; düşünen bir zihin, gören bir göz, duyan bir kulak, rakik bir kalp için meçhul değildir; bir vâkıadır. Anadolu’nun gönül sultanlarından Yûnus Emre;

Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevlâ’m Sen’i
Seherlerde kuşlar ile çağırayım Mevlâ’m Sen’i.

diyor; bu hakikati beyan sadedinde.

Duâ; bir îbâdettir; zikirdir, tazarrûdur, gönlü yüce Yaratıcı’ya açmaktır, O’nunla mülâkattır… Bu cümleden olarak Üstad Necip Fazıl, mahviyet içerisinde şöyle yakarır Rabbine:

Bende sıklet, Sen’de letâfet…
Allâhım, affet!
Lâtiften af bekler kesâfet…
Allâhım, affet!

Bütün ibâdetlerde duâ vardır… Öyle ki; bütün ibâdetler aynı zamanda birer duâdır. Düşünülürse; namaz, oruç, zekât, hac… gibi. İçtimâî ibâdetlerde Allah Teâlâ -celle celâlühû-’nun rahmetini celbeden karşılıklı, umumî bir duâlaşma da vardır; infak, fedâkârlık, hizmet, muhabbet… gibi. Kalplerin rikkat kazanmasının bir tezâhürü olan gözyaşı, duâdaki ihlâsın bir nişânesidir bu cümleden olarak.

Gözyaşını mücevher tanesine benzeterek; «âşıkların gözyaşı hürmetine» duâ ettiğini ifade ediyor son devrin Hak dostlarından Yaman Dede. Bu hikmetle olmalı ki, ağlamayı cana minnet bilerek, acılardan şikâyet etmeyeceğini;

Her taraftan derd ü mihnet savlet eyler sîneme,
İştikâ etmem elemden eşkbâr olsam da ben.

diye terennüm eder bir gazelinde. Öyle ya; ağlamanın değerini âşıklar bilir… Ulvî hislerden kaynayan gözyaşları; basit su damlaları gibi olamaz elbette.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; «ismet» sıfatının muktezâsınca günahlardan korunmuş olmakla beraber, «üsve-i hasene» olarak her ânı duâ hâli ile müzeyyendir. Son anlarında da Allah Rasûlü, Cenâb-ı Hakk’a şöyle niyaz etti:

«Ey Allâh’ım! Beni merhametinle ihâta et! Beni, refîk-ı a‘lâ’ya kavuştur! Ey Allâh’ım! Beni merhametinle ihâta et! Bana rahmetini ihsan et! Beni refîk-ı a‘lâ’ya kavuştur!»”2

İlâhî taksime râzı olan ârifler, Hak dostları; ihtiyaçları için insanlara müracaat etmezler; her ne talep ediyorlarsa dergâh-ı ilâhîye arz ederler. Eserlerde, bu hususla ilgili şöyle bir menkıbe nakledilir:

“Âdil bir şahıs olan Horasan valisi Abdullah bin Tahir zamanında, Heratlı bir demirci yanlışlıkla hapse atılır. Demirci, abdest alıp, namaz kıldıktan sonra şöyle duâ eder:

«Yâ Rabbi; günahım, kabahatim olmadığını ancak Sen bilirsin. Beni bu zindandan ancak Sen kurtarırsın, yâ Rabbi, beni kurtar.»

Vali; gece rüyasında, dört kuvvetli adam tahtını devirmek üzere iken uyanır. Birkaç kere daha aynı rüyayı görünce, kendisinde bir mazlumun «âhı» olduğunu anlayıp hapishane müdüründen mahkûmlarla ilgili durumları sorar. Gözyaşı döküp duâ eden bir demirci olduğunu öğrenince onu hemen çağırtır. Görüşünce masum olduğunu anlayıp, özür dileyerek gönlünü alır ve;

«–Bir arzun olunca bana gel!» diyerek serbest bırakır.

Ancak demirci;

«–Hakkımı helâl ettim. Fakat dileğimi senden istemeye gelemem.» diyerek, şu ârifâne cevabı verir:

«Benim gibi bir fakir için, senin gibi bir sultanın tahtını birkaç defa tersine çeviren sahibimi bırakıp da, dileklerimi başkasına götürmem kulluğa yakışır mı?..»”3

İnsanın fıtratında inanmak, gözünü açtığında karşılaştığı hârikulâdelikler manzûmesinin bir «Müteâl» yaratıcısının olduğunu kabullenmek ve O’na sığınmak temâyülü vardır.

Dünyevî (seküler) cereyanların kasıp kavurduğu dünyamızda, cemiyetlerin dûçâr kaldıkları en büyük ıstırap kaynağı, her şeyin O -celle celâlühû-’yu gösterdiğinden gafil olmaktır.

Duâ; rahmet sağanaklarıyla günümüz insanının kuruyan gönlünü yeşertecek, katılaşan kalbini yumuşatacak ilâhî bir ikramdır.

_______________

1 Murat KAYA, Hayat Ölçüleri, Erkam Yay. İst. 2007, s. 275.
2 Osman Nûri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafâ, Erkam Yay., İst. 2008, s. 558.
3 Sâdık DÂNÂ, Altınoluk Sohbetleri-4, Erkam Yay., İst. 1994, s. 215.