GÜZEL AHLÂK -2-

Doç. Dr. Seyit AVCI seyitavci1968@mynet.com

Zikir, insandaki mevcut mânevî hastalıkların giderilmesine yardımcı olur. Yalnız bunların lâfız olarak söylenmesi, vird ve zikir olarak çekilmesi yeterli olmaz. Okunan virdlerin, çekilen tesbihlerin, yapılan zikirlerin gereğinin yerine getirilmesi gerekir. O zaman insan kötü huylardan arınır, güzel huylarla süslenir. Korkaklıktan kurtularak cesaret kazanmaya, cimrilikten sakınarak cömert davranmaya başlar. Yalnız bu konuda samimî olmalı, yapılan duâ dilden gönüle, sözden öze inmelidir. İnsan; o zaman ahlâk bakımından olgunlaşır, kişilik bakımından kemâle erer. Nitekim Efendimiz bu konuda şöyle buyurmuştur:

“Zenginlik mal çokluğu değil, gerçek zenginlik gönül zenginliğidir.”1

Gerçek anlamda gönlü zengin olan kişiler, güzel ahlâk sahibi olurlar. Bir başka ifade ile güzel ahlâk sahibi olanlar, gerçek anlamda gönlü zengin olanlardır.

Zenginlik, muhtaç olmamak ve ihtiyaç göstermemek demektir. Olanca gücüyle dünya malını topladığı hâlde yine huzur ve sükûna kavuşamayıp madde peşinde koşanlar, maddeye ihtiyaç gösterenler, elbette gerçek mânâda zengin değildirler. Bunlar bir çeşit doymak bilmeyen dilenciler, maddeperesttirler. Tedavisi mümkün olmayan bir illete müptelâ olmuşlar, amansız bir hastalığa yakalanmışlardır. Güzel ahlâka sahip olmak şöyle dursun, en kötü huylardan biri olan cimrilikle damgalanmışlardır.

Diğer taraftan kimsenin malında-mülkünde gözü olmayan, Allâh’ın kendisine takdir ettiği rızıkla yetinen ve onun şükrünü edâ etmeye çalışanlar; kendi el emeğiyle geçinip hayatını ikāme ve idare edip kendi yağı ile kavrulanlar; işte asıl zenginler bunlardır. Makbul olan ve Allâh’ın rızâsına uygun düşen zenginlik budur. Bu zenginlik; gönül zenginliği, ahlâk güzelliğidir. Bu zenginliği hırsızlar çalamaz, zalimler zorla alamazlar. Bu zenginlik mezara kadar kişiyle birliktedir. Ondan hiçbir zaman ayrılmaz. Onlar; varlığa sevinmedikleri gibi, yokluğa da yerinmezler. Herhâlde şükreder, güzel davranışlar sergilerler.

İnsan; kendi gücü ve imkânları ile meşrû yollardan geçimini temin eder de başkasının minneti altında kalmaz ve kimseden de hak etmediği bir şeyi istemez ve böylece elde ettiğine kanaat ederse, dünyasında huzur bulduğu gibi âhirette de kurtuluşa erer. İşte asıl zenginlik bu olduğu gibi, gönül zenginliği denen şey de böyle olur.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz; bu şekilde bir hayat sürmüş, ümmetine de böyle bir hayatı tavsiye buyurmuştur. Bu, aynı zamanda güzel ahlâkın sahibi olmanın da bir gereğidir. Güzel ahlâk sahipleri, gönül zenginliğine ulaşmış kimselerdir. Onların bütün davranışları birbirinden güzeldir. İnsana insan gibi davranır, ona değer verirler. Hayvana bir emânet gözü ile bakar, ona yedirir içirirler.

Nitekim Enes; Efendimiz’e on yıl hizmet ettiği hâlde Efendimiz’in kendisine hiçbir zaman; «Öf!» bile demediğini, yapmadığı bir iş için keşke onu yapmış olsaydı temennisinde bulunmadığını veya yaptığı bir iş için neden onu öyle yaptığını sormadığını söylerken Efendimiz’in güzel ahlâkına işaret etmiştir.2

Rasûl-i Ekrem Efendimiz, güzel ahlâkının gereği; Enes’in olduğu gibi başkalarının da ufak-tefek hata ve kusurlarını bağışlar, insanları incitecek, gönüllerini kıracak en küçük bir davranışta bulunmazdı. Zira insanlara kızıp öfkelenmek, bağırıp çağırmak gönül zenginliğine aykırıdır. Başkalarını eleştirip onları incitmek bir çeşit onlardan beklenti içinde olmak mânâsına gelir. Bu ise gönül zenginliği değil, gönül fakirliğidir. İhtiyaç içinde olmak, muhtaç duruma düşmek demektir. Hâlbuki Efendimiz bu türlü ihtiyaçlardan müstağnîdir, gönlü zengindir. Gönlü zengin olduğu için güzel ahlâk sahibidir. İşte O’nun bu durumunu hizmetkârı Enes’in müşâhedesi çok güzel ifade etmiştir.

Bu tespitin dışında Efendimiz’in güzel ahlâk sahibi, gönlü zengin bir insan olduğunu gösteren daha pek çok ifade de vardır. Yine Enes’in anlattığına göre Efendimiz, çok merhametli bir insandı. Kendisine gelip bir ihtiyacını arz edene, yanında varsa verir, veremezse eli boş çevirmezdi. Kendisinden bir şey istendiği zaman;

“Hayır!” dediği hiç görülmemişti.3 İsteyene vaadde bulunur, başka bir zaman vereceğini söyleyerek muhatabın gönlünü rahatlatırdı.

Bir gün namaz için ikamet getirilmişti. Kendisine bir bedevî geldi ve elbisesinden tutarak görülecek bir işi olduğunu, ondan az bir şey kaldığını, namaz sonrasına kalırsa unutabileceğini söyledi. Bunun üzerine Efendimiz, işini görüp bitirinceye kadar onunla birlikte ayakta durdu. Sonra dönüp namazını kıldırdı.4

Efendimiz, bütün insanlara karşı böyle şefkatli ve merhametli idi. Başkalarına bu kadar değer vermek, onlara zaman ayırıp meselelerini sabırla dinleyebilmek; ancak gönlü zengin, güzel ahlâk sahiplerine müyesser olur. Bir şey istemek veya bir ihtiyacını karşılamak üzere kendisine başvuranların işini hemen görmeye çalışmak, görme imkânı yoksa geleni ümidi kırılmış bir durumda geri göndermemek, başka bir zaman işini görebileceğini söyleyerek vaadde bulunmak büyük bir fazîlettir. Bu durumda olan insanlar, ahlâk bakımından olgunluğa ermiş kişilerdir. Diğer taraftan görgüsü az, kaba-saba insanlara karşı kızmamak, namaz öncesi dahî ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmak, üstün ahlâkın en güzel örneklerinden sadece biridir.

Efendimiz’in yakınında yaşayanlar da böyle gönlü zengin, cömert insanlardı. Abdullah İbn-i Zübeyr’in teyzesi Hazret-i Âişe ve annesi Esmâ’dan daha cömert kimse yoktu. İkisinin de cömertlikleri başka başka idi. Hazret-i Âişe eşyayı biriktirir, ne zaman ki yanında toplu hâle gelirse o zaman onu ihtiyaç sahiplerine taksim ederdi. Esmâ ise yanında hiç bir şey tutmazdı. Gün içinde hemen dağıtır, fakir-fukarâya gönderip ertesi güne bir şey bırakmazdı.5 Güzel ahlâkın en önemli belirtilerinden biri de cömert olmak, fakir-fukarâya tasaddukta bulunmaktır. Güzel ahlâkla cimrilik bir arada bulunmaz. Biri varsa diğeri yoktur. Güzel ahlâk sahipleri, asla cimri ve pinti olamazlar. Allah Teâlâ cömerttir ve cömertleri sever.

İslâm’da her mükellef, geçimini temin etmek için çalışmak zorundadır. Geçimle yükümlü olan şahıslar; gelir durumlarına göre, bir aylık veya bir yıllık zarurî ihtiyaçlarını karşılayabilecek miktarda para ve erzak gibi maddeleri biriktirmek hakkına sahiptirler. Hanımların bütün geçim masrafları varsa kocalarına, kocaları yoksa nafakaları üzerlerine vâcib bulunan yakınlarına düşer. Zor durumda olanların da meşrû işlerde çalışmasında bir beis yoktur. Kifâyet miktarından fazla kazanç peşinde olmak, ancak hayır yollarında harcanmak sûretiyle mubah olur. Kötülüğe sebep olacak kazançlara aracı olmak büyük bir vebal altına girmek demektir. Velev ki bu kazançlar helâl yoldan elde edilmiş olsun. İslâm’da her şey ölçü ve denge üzeredir. Maddî imkânlar, mânevî değerler uğrunda ve yerli yerince kullanılıp harcandığı zaman kıymet ifade eder. Aksi hâlde sahibine büyük bir yük olur. Bu büyük vebalden kurtulmak isteyen mü’minlerin iki değerli hanımefendisi olan Hazret-i Âişe ve Hazret-i Esmâ bunun canlı birer örneğini temsil etmişlerdir.

Hazret-i Âişe; bir miktar topladığı erzakı, ihtiyaç sahiplerine bölmek sûretiyle üzerine düşen görevi yapmış, cömertliğini böylece göstermiştir. Hazret-i Esmâ da eline geçeni ertesi güne bırakmaksızın muhtaçlara dağıtmak sûretiyle hem görevini yapmış, hem de Allâh’a tevekkül ve teslîmiyetin en güzel örneğini sergilemiştir. Bunda zamanında Efendimiz’in baldızı Esmâ’ya hitâben; «fakirlere infak edip malı hesap etmemesini, yoksa Allâh’ın da kendisine verirken hesap edeceğini, malı biriktirip saymamasını, yoksa Allâh’ın da ona verirken biriktirip sayacağını» söylemiş olması da onun bu şekilde davranmasına etkili olmuş olabilir.

Toplanan bir malın tamamını vermek, ele geçeni vermekten daha zordur. Fazla malın tamamını vermek, sahip olunan az malın tamamını vermekten nefse daha ağır gelir. Amellerin makbulü de daha zahmetli ve daha güç olan olduğuna göre Hazret-i Âişe’nin tutumunun Hazret-i Esmâ’nın tutumundan daha üstün olduğu söylenebilir. Ama her ikisinin de tutumları; güzel ahlâkın, cömertlik ve tasaddukun birer örneğini teşkil etmektedir. Bundan dolayı da güzel birer örnektirler ve müslümanlara ibret olacak niteliktedirler.

Yine rivâyete göre İbn-i Zübeyr muhtemelen hilâfeti döneminde, iki çuval dolusu mal ve yüz seksen bin dirhem parayı teyzesi Hazret-i Âişe’ye gönderdi. O gün Hazret-i Âişe oruçlu idi. Hemen bu malı ve parayı insanlara dağıtmaya başladı. Akşam olunca, yanında bir dirhem dahî kalmadı. Güneş batınca iftar için yemek hazırlasın diye hizmetçisini çağırdığında hizmetçisi iftar yemeği olarak ona ekmek ve zeytinyağı getirdi. O gün taksim ettiği maldan bir dirhem ayırsaydı onunla et satın alıp onunla iftar edebileceklerini söyleyince Hazret-i Âişe ona; kendisine zorluk çıkarmamasını, daha önce hatırlatsaydı dediğini kabul edebileceğini söyledi.

Diğer yeğeni Urve’nin de yine teyzesi Hazret-i Âişe’nin başörtüsüne bürünmüş olarak yetmiş bin dirhem dağıttığını söylemesi onun cömertliğini gösteren bir başka örnek olarak tarihe geçmiştir.

Nefsin böyle cömertliğe ve gönül zenginliğine alıştırılmış olması İslâm ahlâkının gereği olmakla birlikte bunu yapabilenler azdır. Allah Teâlâ cömert olduğundan cömertliği ve cömert olanları sever. Cimriliği ve cimri olanları sevmez. Sevilmeyen bir huy, insanda bulunmamalıdır. Rasûl-i Ekrem Efendimiz bu hususta şöyle buyurmuştur:

“Cimrilikle îman hiç bir zaman bir kulun kalbinde toplanmaz.”6

Cimrilik, kötü huyların başında gelir. Cimriliği aşırılığa varan kimse; helâl-haram ayırt etmez, zekât vermez, hayır ve hasenâta koşmaz, açları doyurmaz, muhtaçları giydirmez. Bütün derdi para biriktirmek, mal toplamaktır. Bu duruma düşenin kalbinde îman barınmaz. Cimrilik öyle kötü bir hastalıktır ki, mü’min; ondan aslandan kaçar gibi kaçmalı, o derde yakalanmamaya çalışmalıdır. Rasûl-i Ekrem Efendimiz bu gerçeğe işaret etmek üzere şöyle buyurmuştur:

“İki huy vardır ki bir mü’minde bulunmazlar: Bunlar cimrilik ve kötü ahlâktır.”7

Gerçek bir mü’minde bu kötü hasletler bulunmamalıdır. Cimrilik öyle kötü bir illettir ki sahibinin huyunu da bozar. Onu kötü ahlâk sahibi yapar, dünyaya karşı hırsını artırır da iyice kendisini yoldan çıkarır. Hâlbuki mü’minin kalbi geniş ve rahat olmalı, orada cimrilik barınmamalıdır. Cimrilik olmayınca cömertlik olur, cömertlik de insanı güzel ahlâk sahibi yapar. Bir insanda cimrilik hastalığı varsa, o hastalığından şifa bulabilmek için en başta Cenâb-ı Hakk’a duâ etmeli, kendisini bu kötü hastalıktan kurtarmasını niyaz etmelidir. Zira o öyle kötü bir hastalıktır ki insanı toplum içinde küçük düşürür, değersiz hâle getirir.

Kötü olan her huy böyledir. Sahibine zarar verdiği gibi başkalarına da zarar verir. Yaratılıştan gelen bazı kötü huyların tedavisi gerçekten zordur. Bunu kabul etmek gerekir. Nitekim Abdullah İbn-i Mes’ud’un yanında oturan bazı kişiler bir adamın ahlâkından bahsettiler. Abdullah, onlara adamın organlarının birer birer kesilmesi hâlinde o organlarının tekrar yerine gelip gelmeyeceğini sordu. Onlar gelmeyeceğini söyleyince Abdullah o hâlde o kişinin tabiatının değişmedikçe ahlâkının da değişmeyeceğini söyledi.8 Burada ahlâkın değişmesinin zor olduğu ifade edilmekle birlikte büsbütün imkânsız olduğu belirtilmek istenmemiştir. Öyle olsa dînî tekliflerin bir mânâsı kalmaz. İnsanın yakalandığı bir hastalığı tamamen tedavi etmesi mümkün olmazsa da onu zararsız hâle getirmesi veya biraz olsun iyileştirmesi mümkün olabilir. Hayat, bir mücadele süreci olduğuna göre bu mücadelede azimli ve kararlı olması gerekir. Olaylar karşısında eli-kolu bağlı durmak, acziyetten başka bir şey değildir. Mü’mine âciz olmak yakışmaz. Hakk’ın verdiği aklı-fikri O’nun yolunda kullanmak gerekir.

Buna göre insanların huyları yaratılıştan gelmekle birlikte, bu huyları biraz olsun geliştirip güzelleştirmesi kendi elindedir. Fıtratında cimrilik olan biri, bu hastalığının tedavisi için duâ ve niyaz etmenin yanında, cömert insanların hayat hikâyelerini okumak, vermenin fazîletine inanmak sûretiyle kendini biraz olsun vermeye zorlamalıdır. Aksi takdirde hiçbir hastalık durup dururken iyi olmadığı gibi, sahibi de şifa bulmaz. Nefis bineği, kendi kendine uslanmaz. Onu zorlamak, itâate alıştırmak lazımdır. Nefsin hile ve tuzaklarını iyi tespit edip onlara karşı tedbir almak, akıllı davranıp ona mağlûp olmamak gerekir. Eğer bu uğurda biraz olsun yol alınır, mesafe kat edilirse bu gayret pek çok nâfile ibâdetten daha hayırlı hâle gelir. Nitekim güzel ahlâkın ve iyi insan olmanın fazîleti konusunda Rasûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“İnsan, güzel ahlâkı sayesinde geceyi ibâdetle geçirenin derecesine ulaşır.”9

Gece ibâdeti elbette ki fazîletli bir ameldir. O peygamberlerin sünneti, sâlihlerin şiârıdır. Onun ecir ve sevabı büyüktür. Ama her insanın gece ibâdetine kalkması, seher vakitlerinde uyanık bulunarak teheccüd namazı kılması mümkün olmayabilir. Hayatın yükü ağırdır. İnsanlar nice çile ve ıstıraplar içinde yaşama mücadelesi vermekte, sıkıntı ve meşakkatlere göğüs gererek hayata tutunmaya çalışmaktadırlar. Her zaman istenilen ibâdetleri yapmaları, onlara vakit ayırmaları mümkün olmayabilir.

Ama güzel bir ahlâka sahip olmak sûretiyle, nâfile ibâdetlerin açığını kapatmak mümkün olabilir. Allâh’a saygı duyan, O’nun kullarına şefkat ve merhamet nazarıyla bakan, kimseyi incitmeyen, kimseye zarar vermeyen, özü-sözü birbirine uygun, kendi hâlinde yaşayan insanların bu yaptıkları yüce Mevlâ nazarında geceleri ibâdetle geçirmek kadar olmasa da ona yaklaşmış, onun derecesine ulaşmıştır. Güzel ahlâka sahip olmak, bu bakımdan son derece önemlidir ve Allah katında değerlidir. Gece ibâdetine kalkamayanlar en azından güzel ahlâk sahibi olmaya çalışmak sûretiyle gece ibâdetinin ecrini kazanmaya gayret etmelidirler. Güzel ahlâk, insana böylesine büyük yarar sağlar. Hele hele güzel ahlâkla birlikte bir de ilim olursa, kişi o zaman daha da değer kazanır. Efendimiz bu hususu şöyle ifade buyurmuştur:

“İslâm bakımından sizin en hayırlınız, bilgili oldukları takdirde ahlâk yönünden en güzel olanlarınızdır.”10

İlim; rütbelerin en büyüğü, güzel ahlâk da şereflerin en yükseğidir. Bir insanda bu iki güzel hasletin ikisi de bir araya geldiği zaman o insan; en hayırlı, en fazîletli bir insan hâline gelir.
_________________
1 Buhârî, Rikāk, 15; Müslim, Zekât, 120; Tirmizî, Zühd, 40; İbn-i Mâce, Zühd, 9.
2 Buhârî, Savm, 53, Menâkıb, 23; Müslim, Fedâil, 82.
3 Ahmed, I, 168, 272.
4 Buhârî, Müfred, s. 92.
5 Buhârî, Müfred, s. 92.
6 Ahmed, II, 256.
7 Zebîdî, İthaf, VIII, 197, IX, 231.
8 Buhârî, Müfred, s. 93.
9 Ahmed, VI, 133, 187; Hâkim, Müstedrek, I, 60.
10 Ahmed, II, 469- 481.