BU VATAN BİZİM Mİ?

Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

Gazete ve televizyonlardaki vahşet haberlerini okudukça, seyrettikçe, insanın; «Bu vatan bizim mi?» sorusunu sormadan içi rahat etmiyor. Eğer bu vatan benim ve bizim diyorsak üzüldüğümüz her konuda düşünüp, çare üretmek zorundayız. Sağlıkla ilgili bir konuda alârm verildiği zaman; Sağlık Bakanlığı devreye giriyor, halkı uyarıyor, tedbirler alıyor.

Toplumun ruh sağlığı bozulup; kardeşlik, arkadaşlık, saygı, sevgi, vefâ ilh. gibi insanı insan yapan duygular yok olurken, bu duyguların yerini; bencillik, daha çok kazanma hırsı, kendi dışında başkalarının da var olduğunu görmezlikten gelme, dilediği gibi yaşama, dilediğini yapma gibi duygular alır ve bunlar hayatın gayesi olur.

Çocukluk yıllarımızı düşündüğümüzde kişiliğimizin gelişmesinde bize etki eden olayları, hikâyeleri, aile büyüklerimizin sözlerini, bir masal gibi dinlediğimiz hâtıralarını, ezberlediğimiz şiirleri, öğretmenlerimizi hatırlarız…

Yûnus’un mısralarıyla konuşan, her dörtlüğü söylerken ve dinlerken gözleri yaşla dolan dedelerimiz, ninelerimiz vardı…

Gönül Çalab’ın tahtı
Çalab gönüle baktı
İki cihan bedbahtı
Kim gönül yıkar ise

İşitin ey yârenler, aşk bir güneşe benzer,
Aşkı olmayan gönül, misâli taşa benzer

Bir başka gün;

Bir çeşmeden akan su acı, tatlı olmaya

derken, yüzyıllarca unutulmayan mısralarla bizleri eğitmeyi çalışıyorlardı. Onların dünyası Yûnus’un dünyası gibi ışıl ışıldı. Allah aşkıyla yanan Yûnus’u anlamaya çalışıyorlardı.

Öğretmenlerimiz vardı, yazarlarımız vardı. Yûnus, Mevlânâ, Yahya Kemal, Mehmed Âkif onların ilham kaynağıydı. Vatanın mukaddesliği, dilimizin güzelliği, tarihî değerlerimiz, dînimiz; bütün güzel duygularımızın kaynağıydı.

Aradan yıllar geçti… Masal anlatan, Yûnus’un mısralarıyla konuşan dedelerin, ninelerin, annelerin, komşuların yerini; çizgi filmler, televizyon programları, internet aldı. Oralarda artık kardeşlik, vatandaşlık, vefa, verilen sözde durma, helâl kazancın önemi gibi değerlerimiz yer almıyor. Paylaşmanın yerini; kendine güven, özgüven, kendin için yaşa ve benzeri duygular aldı. Çocuğun, gencin, kadının aynı anda seyredip; «Ne güzel!» diyeceği programlar yok. Olumsuzlukların içinde bunalıyoruz. Terörün, vahşetin, şiddetin karşısında suskun kalıyoruz. Sıra, yakınlarımıza geldiği zaman mı konuşup, tedbir alacağız?

Yahya Kemal’in düşüncelerini ayrıntılarıyla anlatan edebiyat hocamı hatırlıyorum.

“Bir iklimin manzarası, mimarîsi ve halkı arasında tam bir âhenk varsa, orada gözlere bir vatan görünür. Ben Paris’ten vatana avdet ettiğimden beri gerek şiir, gerek nesirde, gerek derslerimizde ve sohbetlerimizde muttasıl bu millî itikadı tekrar ettim. Malazgirt’ten sonra bu Türklük; kendi ırkından, bağlı olduğu dinden, yaptığı tarih ve güzel sanatlardan, şiirden, mûsıkîden hâsılı bu yeni vatandaki yaşayışından, duyuşundan, kendi kader ve kazasından terekküp etmiş bir kütledir.”

Şifa; dînimiz, tarihimiz, kültürümüz, şiirimiz, mûsıkîmiz velhâsıl bütün kaynaklarımız olmalı. Yûnus’un;

Bir çeşmeden akan su acı, tatlı olmaya

dediği mısraların ışığında bir çeşmenin, pınarın başında beraberce olabilmek; kardeşlik, inanç, îman iksirini içebilmek;

Sen sana ne sanırsan
Ayruğa da onu san

diyebilmek. Yahya Kemal’in Koca Mustafa Paşa şiirinde:

Kuru ekmekle beyaz peyniri lezzetle yiyen
Çeşmeden her su içişte; «Şükür Allâh’a» diyen,
Bu vatandaş, biraz ahşapla, biraz kerpiçten
Yapabilmiş bu güzellikleri birkaç hiçten

Mısralardaki halkı, tekrar görebilmek, onlarla aynı duyguları paylaşabilmek; emek ister, eğitim ister, gayret ister. İpek böceğinin kozasını örerken gösterdiği sabrı göstermek ister. Sosyal yaralar; hoyratça, sert tedbirlerle sarılmaz. Belki de sivil toplum kuruluşlarımızın, Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığına ulaşarak; “Yaralarımızı beraberce saralım, devletin ilgili kuruluşları, diyanet, belediyeler, sivil toplum kuruluşları bir araya gelerek sebepler ve çareler üzerinde düşünelim ve ortak kararlarla üreteceğimiz projeleri hayata geçirelim.” demesi gerek.

Evliliklerin televizyon kanallarında yapıldığı, çocukların yarışmalarda içkili gazino şarkıları söylediği, eşlerin ehlîleştirilmeleri için televizyon programlarına emanet edildiği, aile mahremiyetlerinin yok edilmek için elbirliğiyle programlar yapıldığı; zenginlerimizin reyting uğruna olumsuzluklarla dolu programlara sponsor olduğu, gazete sahifelerinde korku filmlerini aratacak kadar kötü örneklerin uygulandığı bir vatan; «bizim olabilir mi?» oturup bir daha düşünelim…

Vatanı vatan yapan, insanlarını insan yapan; bizim hikâyelerimizin, şiirlerimizin, kıssalarımızın anlatılmasıdır. İnsanlar okuduklarıyla, dinledikleriyle, anladıklarıyla insanî erdemlere ulaşırlar. Yûnus’un mısralarıyla başlamıştık. «Bir çeşmenin başında toplanıp kana kana insanlık şerbetini içelim.» demiştik. Tasavvuf erbabı Darir Mustafa Efendi’den bir nasihatle yazımızı bitirelim:

“Şimdi azizler, gönül bir ağaç gibidir. Allah Teâlâ’nın zikri su gibidir. Sulanan ağaç; yapraklanır, yemiş verir. Sulanmayan ağaç; kurur, ölür. Bu ağaç kesilip, yıkılır. Gönüller de Allâh’ın zikriyle sulanmazsa kurur. Böyle bir ağacı tutup yakmak gerekir.”

Bir gecekondu bölgesinde Yûnus’tan mısralar söyleyerek, kıssalar anlatarak yapacağımız sohbetler, katı gönülleri yumuşatacaktır. Onlara;

Ben gelmedim dâvâ için

diyerek başlayalım. Yûnus’un dünyasının sevgi tohumlarını onların bahçesine beraberce ekip sulayalım. Yeşeren fidanlarla Yahya Kemal’in tarifindeki vatan toprağına tekrar kavuşuruz.