Edebiyatımızda Mal, Can ve Evlât Ekseninde GERÇEK KURBAN… HAKK’A VUSLAT…

M. Ali EŞMELİ

seyri@yuzaki.com

İnsanlık tarihinin bilhassa dinî bakımdan mühim hâdiseleri, kendi etraflarında pek çok mazmunlar oluşturarak edebiyat ve hayatın başköşesinde yerlerini almışlardır. Hiç şüphesiz bunlardan biri de kurbandır.

Kurbanın temeli, bilindiği üzere mühim bir hâdiseye dayanmakta.

Dıştan bakıldığında o hâdisenin başlangıcı; Hazret-i İbrahim ile Hazret-i İsmail’in kıssasında anlatıldığı gibi, bir peygamberin kendi oğlu olan bir peygamberi kurban etmesi emri etrafında şekillenir ve kaba bakışlar için çok dehşetli görünür. Çünkü bir insanın bir insanı kesmesi yönünde imtihanın tecellîsi, hakikaten idrakleri zorlayacak bir husustur. İmtihanın ince noktası ve hikmet yönü de zaten buradadır. Kurban meselesi, işin zarfıdır. O zarfın içinde mevcut olan gerçek, yakınlık imtihanıdır. Kurbanın bir mânâsı da zaten budur. Hâdisenin bütününe bakınca bu yakınlık, olgunluk ve teslimiyet testi, gayet açık bir şekilde göze çarpmaktadır.

Bir kez daha yâd edelim:

Hazret-i İbrahim, bir oğlu olursa onu kurban edeceğine dair Cenâb-ı Hakk’a adakta bulunmuştu. Allah ona Hazret-i İsmail’i bahşetti. Sonra da adağını yerine getirmesini emretti. Bunun üzerine İbrahim -aleyhisselâm- oğluna dedi ki:

“–Oğlum, seni Allah için kurban edeceğim, ne dersin?”

“–Babacığım, bunu Allah mı emretti?”

“–Evet, ey sevgili oğlum!”

“–O hâlde Allâh’ın emrini yerine getir babacığım! İnşallah beni sabırlı bulacaksın.”

Bu teslimiyet karşısında derhâl şeytan araya girdi:

“–Baban seni hunharca kesecek.”

“–Hayır, Allâh’ın emrini yerine getirecek.”

“–Ama bunu seni boğazlayarak yapacak.”

“–Çekil, ey mel’un! O da, ben de Allâh’ın emrine teslimiz.”

Onu kandıramayan mel’un iblis, bu defa şefkat âbidesi olan anneyi, Hazret-i Hacer’i tahrike koştu:

“–Babası oğlunu boğazlayacak.”

“–Hayır, o İsmail’i çok sever.”

“–Öyle ama Allah kurban etmesini emretmiş.”

“–Eğer O emretmişse, ancak hikmet ve hayırdan ibarettir.”

Şeytan çaresizliğe kapıldı. Öfkelendi. Ümitsiz bir vaziyette bu sefer Hazret-i İbrahim’e yöneldi:

“–Sen Allah emretti diye oğlunu keseceksin, ama bu doğru değil.”

“–Allah, her zaman doğruyu emreder.”

“–Anlamıyorsun; rüyana şeytan karıştı!”

“–Asla, ben seni işime karıştırmam; defol ey lânetli!”

Şeytanı kovduktan sonra Hazret-i İbrahim, onu kurban edeceği yere götürdü. Hazret-i İsmail, rivayete göre en fazla on üç yaşındaydı. Babası onu şefkatle yere yatırdı. Bıçağı boğazına dayadı. Çekti.

O esnada Allah emretti. Bıçak kesmedi. Baba da oğul da bu işe şaşmış bir hâldeyken Cebrâil geldi. Yanında cennetten getirdiği bir koç vardı. Allâh’ın lutfunu müjdeledi. Tekbirler getirip o koçu kurban ettiler.

Açıkça belli ki;

Cenâb-ı Hakk’ın Hazret-i İbrahim’e; «Oğlunu kurban et!» diye emretmesindeki maksat, bir babaya yavrusunu kestirmek değildi. O babanın gönlünde kendi sevgisinden başka bütün fânî sevgileri kestirmekti. Evlât bile olsa. Küçük İsmail’e de; «Boynunu bıçağa uzat!» diye emretmesindeki kastı da onun kendisini boğazlattırması için değildi. Allâh’a ait olanın, başkasına ait olamayacağını idrak içindi. Hem de babasıyla.

Kurban, işte bu hikmetler ve daha nice sırlı hakikatlerin tecellî aynası olarak bizlere hem bir hâtıra hem de dinî bir vecîbe oldu. O gün kesilen koç, iki büyük peygamberin kendilerini Allâh’a kurban edişlerinin ve böylece ulaştıkları Hakk’a yakınlık derecelerinin bir sembolüydü. Bugün o sembolün bir ibadet hüviyetinde devam etmesi, kurban kesen herkesin Allâh’a yakınlık arzu ve aşkıyla kendisini kurban ettiğini ifade için bir nişâne olarak bu vecîbeyi yerine getirmesine de bir vesile.

Kurbanın bir bayram olması da bu sebepledir. Çünkü yaşanan güzellik ve ilâhî lütuflar etrafında bir husus dinen bayram olur. Kötü bir şey, asla bayram hâline getirilmez. Dolayısıyla kurbanın bayram kılınışı, onunla birlikte yaşanmış olan Allâh’a yakınlık ânındaki sonsuz mânevî hazzın ilânı ve paylaşılmasıdır. Çünkü en büyük haz ve sevinç, Allâh’a en yakın olunduğu andır. Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail, kurban vesilesiyle Allâh’a o kadar yakın olmuşlar ve öyle bir tecellî yaşamışlardır ki, işte bu, onlar için büyük bir bayram olmuştur. Sonra da her mü’minin o bayramdan bu dünyada nasip alabilmesi için kurban, ümmet-i Muhammed’e de emredilmiştir.

Bu sebepledir ki, ihtiva ettiği diğer hikmetler itibarıyla da kurban kelimesi, zengin bir mazmun olarak lisanımızda en canlı ifadeler arasında yer almaktadır.

Meselâ;

Normal zamanda kesilen bütün hayvanların eti, kendi cinsine göre ettir. Sığır eti, keçi eti, koyun eti, deve eti gibi. Fakat kurbanda kesilenin ismi özel ve tek olmuştur: Kurban eti. Yine bütün hayvanlar cinslerine göre isimlendirilirken kurban edilecek olanların tamamı özel ve tek bir kelimeyle dile getirilmektedir: Kurbanlık.

Ayrıca;

Kesmek, normal ifadesiyle menfî/olumsuz bir mânâ barındırırken kurban kesmek ifadesi, bir ibadet sıcaklığına bürünmüştür. Aynı zamanda kurban etmek ifadesi de buna paralel bir mânâ ile anlatıma zenginlik katarken olumsuzu da dile getirmeye kapı açmıştır.

Diğer taraftan fedakârlığın ifadelerinden biri de kurban olmak deyimidir. Anlamlı ve içi dolu bir fedakârlıktır bu. Nitekim kurban olmak, öyle makbul bir ifade hâline gelmiştir ki, birine yalvarırken veya hayranlık belirtirken de «kurban olayım» şeklinde kalıplaşmıştır. Böylece ölüme karşı insandaki soğuk bakışları bile, mânâlı gayeler etrafında kurban olmak kavramı, sıcacık bir hâle getirmiştir.

Din ve vatan uğrunda canla ödenen bedeller için kurban vermek tabiri de bu yüzden çok şey anlatmaktadır. Buna biraz acı katılacağı zaman kurban gitmek deyimi devreye girer. Bazen de yersizliği ifade için bu deyim yerinde bir ifade olur. Bir de, üzerine kötü bir sorumluluk yıkılan saf, bir şeyden habersiz ve masum kimseleri anlatırken de kurban kelimesinden yararlanılarak kurbanlık koyun mazmunu kullanılır.

Velhâsıl bunca mazmunu içerisinde gerçek kurban, kişinin nefsinden geçerek Hakk’a yaklaşmasının nişânıdır. Bu itibarla Cüneyd-i Bağdâdî şöyle der:

“Nefislerinizi kurban ediniz. Biliniz ki nefis, Allah ile aranızda büyük, kalın bir perdedir. Hayat ancak nefsin ölümündedir.”

Şiblî Hazretleri de der ki:

“Nefis ölmeden ruh dirilmez. Âşıklar rûhun yaşamasını, nefsin ölümünde buldular.”

Tam burada Fuzûlî’nin meşhur beytini hatırlamamak olmaz. Büyük şair, aşkın kurban oluş kıvamını ne güzel ve muvafık bir şekilde ifade etmektedir:

Yılda bir kurban keserler halk-ı âlem îyd içün
Dem-be-dem sâat-be-sâat ben senin kurbânınam

“Dünyadaki her Müslüman halk, bayram münasebetiyle yılda bir kez kurban keser. Fakat ey sevgili, ben sana; her saat, her dakika ve her an kurbanım.”

Yüce sevgilinin istediği de zaten sadece bu aşk hâlidir. Yoksa onun muradı, âşığın boynunu vurmak veya vurdurmak değildir. Hazret-i Mevlânâ’nın dediği gibi:

“Bir kimse Hazret-i İsmail gibi boğazını uzatıp da Allah yolunda kurban olmaya hazırlanmışsa, Allah onun boğazını kestirmez.”

Dörtlükte ifade edildiği gibi;

Cân içre bilir hikmeti ârif kişiler,
Kurbân olanın boynunu kesmez hançer!
Kim böyle okur kıssa-i İsmâîl’i,
Seyrî, ona bayram olacaktır mahşer…

Çünkü Allâh’ın istediği, kulunun boğazı değil, kalbindeki aşk bağlılığı ve teslimiyetidir.

Bu teslimiyetin özü de, yapılanı sadece onun için yapabilmektir. Şüphe ve vesveseye düşmeden. Hiçbir fayda ve çıkar olmadan. Hattâ zarar gibi görünse de. Değil mi ki O istiyor, başka bir hikmet aramadan O’nun en uç isteğini de yapabilmek gerek. İşte gerçek aşk bu.

Yoksa;

Bizim de işimize yarayan ve isteklerimize uygun düşen işleri yapmak, aşk dairesi içine girmez. Çünkü O’nun emri olmasa da onları yapmak düşünce ve gayretini her zaman sergileriz. Meselâ bir kul, yediğini sırf Allah için yiyebilir, ama bu, tam mânâsıyla Allah için olmaz. Çünkü yemeğe zaten ihtiyacı var. Yemediği takdirde ölecek. Ne yapsın? Mecbur yemek zorunda.

İşte bu iki noktayı birbirinden ayırarak teslimiyeti gerçek mâhiyetiyle kavramak ve teslim olunana karşı sırf onun rızâsı için olan bir şeyler yapmak, en makbul muhabbetin zirvesini teşkil eder.

Mantığı doğudan alındığı belli, batılı bir senaryoda bu vurguyu gördüğümde şaşırdım. Tabiî kendi dünyalarına göre ele almışlar. O hâliyle bile ince bir hikmet örneği olabileceği için aktarmak isterim:

Bir şövalye, turnuvalara katılmaktadır. Herkesi yenmekte ve büyük turnuvaya hazırlanmaktadır. Fakat büyük turnuva günü geldiğinde şövalyenin sevdiği prenses, ona der ki:

“–Beni seviyor musun?”

“–Elbette. Hem de çok.”

“–Öyleyse bunu ispatla.”

“–Nasıl?”

“–İlk karşılaşmada benim için yenilerek.”

“–Olmaz! Ne saçma bir istek bu! Oysa ben senin için herkesin gözü önünde yenmek ve huzuruna bir kahraman olarak çıkmak istiyorum.”

“–İşte benim düzeltmek istediğim nokta da burası. Şimdiye kadar herkes bana beni sevdiği için yeneceğini söyledi. Oysa yenmek onların kendi istekleriydi. Senin de isteğin, arzun ve hattâ ihtirasın bu değil mi? Yani yenmek. Bu, zaten kendin için de yapmayı tercih ettiğin ve yüreğinde de hırsla çarpan bir şey.”

“–Ne demek istiyorsun?”

“–Yenilmeni istiyorum. Ancak o zaman beni sevdiğini anlayacağım. Çünkü yenilmenden başka sırf benim için yapabileceğin başka bir şey yok!”

Şaşkın âşık şövalye, buna feryat etse de ertesi gün, prensesin istediğini yerine getirerek sevgisini ispat için sıradan bir rakibe mağlûp olur. Herkesin önünde rezil olmayı göze olarak. Ayrıca üzerinde oynanan bahislerdeki büyük rakamları kendi arkadaşlarının da kaybetmesine sebep olmayı da göze alarak. Bütün çevresi ona öfke kusarken prensesten ikinci talep şöyle gelir:

“–Artık önüne kim çıkarsa yen!”

Fânî bir sevgide bu hassasiyet. İnce ve candan teslimiyet çıtası. Menfaatsiz bağlılık. Ölümüne sadakat.

Ya ilâhî muhabbette âşığın bu özellikleri nasıl olmalı?

İşte;

Hazret-i İbrahim ile oğlu Hazret-i İsmail’in kıssası ve kurban, bize bunu anlatmaya vesile. Kurbanın gerçek mâhiyeti de bu noktada mündemic. Nitekim âyette buyurulur:

“(Kurbanların) ne etleri, ne de kanları Allâh’a ulaşır. Allâh’a ulaşan, ancak takvânızdır…” (Hac, 37)

Demek ki Cenâb-ı Hakk’ın istediği; kullarının takvâsı, sadakat, teslimiyet ve bağlılıktaki samimiyetleri. İbrahim ve İsmail -aleyhimesselâm-’dan istediği de can değil, buydu. Ancak bu kıvam, candan geçerek elde edilebileceği için emr-i ilâhî İbrahim’in İsmail’i kurban etmesi şeklinde tecellî etti. Çünkü imkânsız bir zoru başararak yönelmek ile hiçbir güçlük çekmeden yönelmenin muhabbet ve aşk derecesi aynı değildir. Allah, can kurbanını emretmekle; İbrahim ile oğlu İsmail’e; onların teslimiyet, muhabbet, bağlılık ve kulluklarını, en zor olanı da başararak gerçekleştirmeleri gibi bir fazilet, kahramanlık ve zirve ile taçlandırma imkânı vermiştir.

O hâlde bizler de;

Gövdeyle değil, rûh ile insân olalım,
Tenden geçelim, cân ile cânân olalım.
Mahşer günü bayram diliyorsak Seyrî,
Bizler de koyunlar gibi kurbân olalım…

Ancak;

Nasıl ki kurban kesmek için Müslüman olmak şart ise kurban olmak için de aşk derecesinde bir teslimiyet şarttır. Yine nasıl ki kurban kesmek için hür olmak şart ise, kurban olmak için de zorlama olmaksızın içten gelen bir irade ve şevk şarttır. Yine nasıl ki kurban kesmek için bülûğa ermiş bir akıllı kimse olmak şart ise, kurban olmak için de kalben olgunlaşmış bir akl-ı selim sahibi olmak şarttır.

Yine nasıl ki kurban kesmek için zenginlik şart ise kurban olmak için de şarttır. Hangi hususta kurban olunacak isek, o hususta akıl ve gönüller zengin olmalı. Eğer îman bahsinde kurban olunacaksa, mutlaka îman zengini olmalı. Aynı şekilde aşkta zengin olmalı, ilimde zengin olmalı, vesaire. Çünkü aşkı fakir olan kimse kurban olamaz. Îmanında fakir olan kimse de kurban olamaz. Kurban oluş bir zenginlik alâmetidir. Sadakat ve bağlılık nişânesidir. Bu çerçevede sahâbe-i kirâmın Hazret-i Peygamber’e en ufak bir meselede bile muhabbet ve sadakatlerini;

«Anam babam ve nefsim Sana kurban olsun/feda olsun yâ Rasûlâllah!» diyerek arz etmeleri, çok mânidardır.

Kurban oluşun yüksek mânâsı ve mâhiyeti dolayısıyla Hazret-i Peygamber, namazın bile kurbanla bağlantılı olduğuna dikkat çekerek buyurmuştur ki:

“Namaz, her müttakî kişinin kurbanıdır.” (Kuzâî, Müsned, I. 181)

Hazret-i Mevlânâ, böyle namaz kılmaya muktedir olabilen kullar hakkında işârî olarak der ki:

“Onlar tekbir getirip namaza başlayınca, kurban gibi bu dünyadan çıkıp gittiler.

Sen de onların ardınca ilerlemek için mihraptaki mum gibi kıyam ederek namaz kıl! Bilesin ki, namaza başlarken «Allâhu ekber» demenin mânâsı şudur: «Ey Allâh’ım! Biz Sen’in huzurunda kurban olduk! Ve ellerimizi tekbir için kulaklarımız hizasına kaldırmakla her şeyi arkaya atıp Sana yöneldik!»

Nasıl ki kurban keserken; «Allâhu ekber» dersin, işte öldürülmeye lâyık olan nefsi kurban ederken de bu söz söylenir.

O esnada beden İsmail, can da Halil İbrahim gibidir. Can, bu semiz bedenin heva ve hevesini kesmek için tekbir getirince; beden, şehvetlerden ve hırslardan kurtulur, namazda «Bismillâhirrahmânirrahîm» demekle kurban olur gider.”

Hazret-i İbrahim ile Hazret-i İsmail, işte bu şekilde Hakk’a kurban oldukları içindir ki makamları çok yüce oldu. İlâhî imtihandan başarıyla geçtiler.

Lâkin Cenâb-ı Hakk’ın bu dünyada insanoğluna tattırdığı en büyük imtihanlardan biri de mal hakkında olduğundan İbrahim -aleyhisselâm- ondan da imtihana tâbî tutuldu:

Cebrâil, insan şeklinde ona geldi ve dedi ki:

“–Senin sürülerin hayli çok.”

“–Bunlar Rabbimindir.”

“–Şu sürülerden birini bana satsan.”

“–Dediğim gibi hepsi Allâh’a ait. Benim elimde sadece emanet. Eğer Allâh’ı zikredersen artık sürüler sana emanet olur.”

Bunun üzerine Hazret-i Cebrâil, Cenâb-ı Hakk’ı üç kez zikretti. İbrahim -aleyhisselâm- da sözünde durdu:

“–Artık bütün sürüler senin. Alıp gidebilirsin.”

“–Alamam, çünkü ben bir meleğim.”

“–Ben de Allâh’ın halîliyim, dostuyum. Verdiğim hibeyi geri almam.”

Sonunda Hazret-i İbrahim, sürülerin tamamını satarak onlarla mülk satın aldı. Vakfetti. Allah da ona olan nimet ve bereketini artırdıkça artırdı.

İbrahim -aleyhisselâm-’ın bir imtihanı da canıyla alâkalı olarak gerçekleşti. Halîllik/dostluk imtihanının en büyüğü bu idi.

Hazret-i İbrahim’in tevhid dâvâsına karşı çıkan ve tanrılık iddiasında bulunan zalim Nemrut, onu doğru yoldan alıkoyamayınca öfkelendi. Büyük bir ateş yaktırdı. Sonra yüksek bir tepeden mancınıkla Hazret-i İbrahim’i o dağ gibi ateşin içine fırlattı. Halîlullah, henüz mancınıktayken melekler, telâşla yanına koşuştular:

“–Ey İbrahim, bizden bir isteğin var mı?”

“–Hayır! Dost ile dostun arasında bir tecellî bu!”

Cebrâil devreye girdi:

“–Ya benden istediğin bir ihtiyaç!”

“–Ey Cebrâil, en iyi vekil O’dur. O bana kâfî!”

Bu zirve teslimiyet ve tevekkül içinde Hazret-i İbrahim tam ateşe düşerken Cenâb-ı Hak, derhâl emretti:

“Ey ateş, İbrahim’e karşı serin ve selâmet ol!..” (Enbiyâ, 69)

Bu yüce emre itiraz ne mümkün!

Hemen o dağlar büyüklüğündeki ateş bir anda gül bahçesi hâline geliverdi. İçinde tatlı bir pınarın kaynadığı güzel bir gül bahçesi.

Hiç şüphesiz;

«Ey nâr serin ol!» derken işte Rabb-i Rahîmi,

Hiç ateşin elinde mi yakmak İbrâhîm’i? (Seyrî)

Elbette değil.

Hazret-i İbrahim’e verilen mânevî saltanat üç imtihan neticesinde kat kat değer kazandı ve «makām-ı İbrahim» olarak tarihe geçti. Bütün Müslümanların kıblesi olan ve o büyük peygamberin bizzat oğlu ile inşa ettiği Kâbe’de onun makāmı, ilâhî bir tescil sadedinde özel bir alem oldu.

Çünkü İbrahim Halîl -aleyhisselâm-, evlâdı, malı ve canı hakkında geçirdiği üç ilâhî imtihanda da «Hakk’a kurban» sırrıyla davranmıştı. Canı dâhil nesi varsa Hakk’a feda etti, feda oldu ve kazandı.

Zaten kurban nedir?

Candan fedakârlık. En kıymetli olanı, ondan çok daha kıymetli olan dosta feda edebilmek. Hem de seve seve.

İşte Hazret-i İbrahim bunu yaptı.

Kendisinin devam eden parçası olan evlâdından fedakârlık etti. Malından fedakârlık etti. En mühimi, hayatını sürdürmesine vesile olan canından fedakârlık etti. Böylece kalbindeki üç tane tahtı boşalttı. Bunun yerine Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetini doldurdu. Kalbi, Cenâb-ı Hakk’ın lütuf tecellîleriyle doldu.

Onun bu üç imtihanı, aslında her insanın imtihanıdır. Çünkü mal da, can da evlât da insanın kalbinde birer taht hâlindedir. Bu üç tahtın üzerindekiler boşaltılmalıdır ki, kalbi yüce ve sonsuz muhabbet tecellîleri doldursun. Böylece kul, dostluk kapısından içeri adım atsın. Gönül, nazargâh-ı ilâhî olmanın mazhariyetine erişsin.

Böyle bir mazhariyet için de tek şart, üç imtihanı da başarıyla verebilmek.

Çünkü insan;

Hayatını idâme ettirmek gayesiyle malına sığınır. Malı, ömür boyu ona sıcaklık verir, kendisini güçlü hissettirir.

Yine her insan tabiî olarak canına sığınır. Canı daha da sıcaktır. Bu sebeple en ufak bir ârıza karşısında doktor doktor gezer.

Evlâdı, yani ciğerparesi olan yavrusu da, kendisinin devam eden parçasıdır. Onu bazen kendisinden bile aziz tutar.

Dolayısıyla bu üç varlık, insan olgunlaşıp onları aşamadığı zaman büyük bir handikap ve girdap olmaktadır. Ama aştığı ve geçtiği zaman da ebedî lütuflara ve nice ilâhî mazhariyetlere yegâne vasıtalar hâline gelmektedir. Nitekim Hazret-i İbrahim, her üç imtihandan başarıyla çıktığından elindeki mevcut nimetler kat kat mazhariyete dönüşmüştür.

Meselâ;

Malından vazgeçti. Onu Hakk’a feda etti, kurban etti. Mukabilinde Cenâb-ı Hak, daha büyük bereketler bahşetti. Malı, Halîl İbrahim bereketi oldu. Fedâ edildikçe arttı.

Canından vazgeçti. Onu sahibine kurban ve teslim etti. Neticede halîllik/dostluk makamına erdi. Halîlullah olarak peygamberlerin en büyükleri arasında yer aldı. Makām-ı İbrahim sahibi oldu.

Evlâdından vazgeçti. Onu Allâh’a kurban etti. Allah da yavrucağızı kestirmedi, tekrar geri verdi. Hem onun hem de evlâdının zirve teslimiyetleri neticesinde ayrıca Cenâb-ı Hak, onlara bambaşka bir lütufta bulundu. Bu lütuf, bütün peygamberlerin tâcı, âlemlerin sultanı, varlık nûru Hazret-i Muhammed Mustafâ oldu. Cümle varlıkların kendisi hürmetine yaratıldığı o büyük peygamber, Hazret-i İbrahim’in Hazret-i İsmail’den devam eden neslinden geldi.

Bu büyük lütuflara ilâveten Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de Hazret-i İbrahim hakkında;

“Çok vefakâr olan (ahdine vefa gösteren) İbrahim…” (Necm, 37) ifadesiyle onu kıyamete kadar gelecek bütün mü’minlere meth ü senâ buyurdu.

Ayrıca ilâhî takdir ve tebrik ile lütuf ve iltifatını da; «İbrahim’e selâm!» vurgusu etrafında şöyle beyan etti:

“Her ikisi de teslim olup, (İbrahim) onu alnı üzerine yatırınca: «Ey İbrahim, rüyâyı gerçekleştirdin. Biz iyileri böyle mükâfatlandırırız. Bu gerçekten çok ağır bir imtihandır!» diye seslendik.” (Sâffât, 103-106)

“Biz oğluna bedel olarak O’na büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında O’na (iyi bir nam) bıraktık: «İbrahim’e selâm!» dedik. (İşte) Biz ihsan sahiplerini böyle mükâfatlandırırız. Çünkü O, bizim mü’min kullarımızdandı.” (Sâffât, 107-111)

İşte bu hikmetleri ve daha nice mânevî hakikatleri içinde barındıran kurban hâdisesi ve Hazret-i İbrahim ile Hazret-i İsmail’in kıssası, hulâsa incelikleriyle bu!

İçindeki;

Her mânâ, her îmâ, her mesaj, her işaret, her hikmet ve her hakikat aslında bize. Hiç şüphesiz bize. Çünkü Cenâb-ı Hak, bizlerden ona dost olmamızı istiyor ve bu dostluğun ispatı olarak da candan ve gönülden fedakârlık yapmamızı, ona kurban olmamızı bekliyor. Bu bakımdan Tevbe Sûresi’nde açıkça beyan buyurmakta:

“Allah, mü’minlerden mallarını ve canlarını, onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır…” (Tevbe, 111)

Âyette geçen «satın almak» tabirine dikkat etmek lâzım. Yani fedakârlık ve kurban oluşun temelinde bu mâhiyet mutlaka yer almalı. Çünkü insan, sattığı bir meta üzerinde artık hak iddia edemez. Sattığı bir daireye veya bahçeye uğrayıp da onlardan istifade etmeyi aklından bile geçirmez. Mal sattığı şahsı minnet altına sokamaz, hele malını iyi bir fiyata satmışsa, satın alan kişiye karşı kendisi minnet altında kalır.

Fakat bağış hususunda durum böyle değildir. Çünkü bağış mecburî olmaktan çok ihtiyarî. Muhatabı da minnet altına alan bir yönü var. Bu bakımdan kişi, hibe ettiği bir meta hakkında satıştaki gibi davranmayabilir. Yaptığı bağışın tasarruf hakkı kendindeymiş gibi bir tavır sergileyebilir. Olgunluk durumuna göre bu hususta çiğlik de gösterebilir. Meselâ yaptırdığı bir cami veya okulun içinde mağrur bir edâ ile dolaşıp belli isteklerini yaptırma hakkını kendinde görebilir ve icraata yansıyan müdahaleleri olabilir.

Bu noktada insanın dili ve eli, sadece sattığı şeyler hakkında haddini bilir. Her şeyi usulünce bitmiş bir alışverişte sattığı bir mal veya başka bir emtia hususunda, nefsi ne kadar çiğ olsa bile tasvip edilmeyen tavırlar içine asla giremez. Çünkü buna hakkı olmadığının ve olamayacağının şuurundadır. En azından ayıplanacağından ve tersleneceğinden çekinir. Dolayısıyla bağış neticesinde sergileyebileceği alkış isteme ve tasarruf hakkı kullanma gibi davranışları, satış neticesinde asla yapamaz. Yapamayacağı için de artık sattığı ile ilgili bütün bağlantı ve tasarruf yaklaşımını hattâ ümidini de tamamen keser.

Bu bakımdan Cenâb-ı Hakk’a kurban oluşu; canı, malı ve evlâdı O’na satmak şeklinde tecellî ettirmek, çok mühimdir. Yoksa insan, Allâh’ın olan bir emaneti O’na bağışlasa da az sonra bundan vazgeçerek kendisi kullanmak istemekte, yine kendi iradesine göre tasarruf yönü belirlemekte, yani bir bakıma geri almaktadır. Sonra tekrar böyle yapmakta, sonra tekrar.

İşte böyle bir duruma düşülmemesi için yapılması gerekeni ifade kabîlinden âyette «satış» tabiri bilhassa vurgulanmıştır.

Çünkü böyle bir yaklaşım ve idrak içerisinde kurban şuuruna ermek ve kurbanı yaşamak, bizleri bambaşka ve yüce ufuklara ulaştıracaktır.

Özellikle de zamanımızın sekülerliği/dünyevîliği/maddeperestliği karşısında gerçek bir şuur kıvamı her Müslüman için zarurî.

Aksi hâlde insanlar kendilerini yanlış yerlere ve yanlış şeylere kurban etmekte, nice dinî ve millî güzelliklerimiz, hasletlerimiz, medeniyetimiz, değerlerimiz ve faziletlerimiz; bomboş modalara, kötü heveslere, virüslü fikir ve felsefelere, çirkin makyajlara, yanlış metotlara ve frenkten gelen akıl ve gönle dair bin bir mânevî hastalığa ve sayısız buhran ile çalkantılara kurban gitmektedir.

Dikkatle bakalım;

Adını kurban koymasalar da herkes kendini bir şeylere kurban ediyor aslında. Babalar bir şeye kurban, analar bir şeye kurban, evlâtlar nereye kurban? Hangi ideale? Hangi gayeye? Hangi isteklere? Dünyaya mı âhirete mi? Dosta mı düşmana mı? Vatanına ve bayrağına mı, yoksa başka çaputlara mı kurban?

Bunları muhasebe etmeli. Kurban-ı zafer olmanın, kurban-ı muvaffakıyet olmanın, kurban-ı vatan ve bayrak olmanın ve nihayette kurban-ı Hudâ olmanın şuuruna ermek ve erdirmenin gerekli olduğu bir zamandayız.

Bunu başarabildiğimiz ölçüde kurban, bir Hak dostluğu olarak yaşanmış olur.

Nitekim yegâne dost olan Cenâb-ı Hak, bizlerden böyle bir kurban kıvamı istemekte. Bunu da karz-ı hasen, yani güzel borç olarak istemekte. Bunu da bağışlarımızdan daha üstün tutmakta. Fedakârlıklarımızı da bu çerçevede istemekte. Kurban ile de bunu her yıl hatırlatmakta.

İnşallah kurbandaki Allâh’a çok yakınlığın ve teslimiyeti bu dünyadaki bayramını yaşarken âhirette de ebedî vuslatın bayramıyla şâd oluruz.

Bu nâiliyet için dolu dolu bir ömür dilerken Cenâb-ı Hak’tan niyaz edelim ki bu kurban, gönlü Hakk’a döndüren bir kurban olsun.