Mevlânâ ve Düşünce

Prof. Dr. Ahmet SEVGİ

«Mevlânâ ve Düşünce» konusuna geçmeden önce her hâlde «İnsan nedir?» sorusuna temas etmemiz gerekecek. Zira, düşüncenin temelinde insan vardır. A. Fabre D’OLIVET’in ifadesiyle; “Bir gül fidanının gül, elma ağacının meyve vermesi gibi, insan da düşünce verir.” Yani insanın meyvesi de düşüncedir.

Peki; «Nedir insan?»… Belki de dünyanın en zor sorusu bu. İnsanlık tarihi ile yaşıt olduğu da söylenebilir bu sorunun. Âdemoğlu kendini bildi bileli hep bu soruya cevap aramıştır.

İranlı mütefekkir Sâdî’ye sorarsanız insan: «Bir damla kan, binlerce hasret ve problem…» Bir başkası onu: «Mes’ûliyeti olan tek canlı» olarak tarif etmiş. İnsanı: «Zıtlıkları, bünyesinde toplayan bir beden» olarak tarif edenler de var. İslâm sûfîleri ona; «zübde-i âlem=kâinatın gözbebeği» demişler. Eski kelâmcılar ise insanı; «hayvân-ı nâtık» yani konuşan bir canlı olarak ele alır.

İsterseniz bu son tariften hareket ederek konumuza girmeye çalışalım. Dikkat edilirse bu tarifte bir eksiklik hemen göze çarpmaktadır. İnsan sadece «konuşan bir canlı» değil, aynı zamanda düşünen birisidir de. İnsanı diğer canlılardan ayıran özelliklerin başında «konuşmak» ve «düşünmek» gelir. Konuşmak ne kadar insana has bir özellik ise düşünmek de o kadar insana ait bir vasıftır. Ancak görüyoruz ki her insan konuşuyor, fakat çok az kişi düşünüyor. Mevlânâ, Yunus Emre, Âşık Paşa, Kâtip Çelebi, Cevdet Paşa… Bu isimleri fazla uzatamıyoruz. Çünkü bir batılı yazarın dediği gibi: “Düşünmek; engellere göğüs germeyi, insanın kendi kendisine zorluk çıkarmasını, kendi kendisini, sıkıntıya, kuşkuya atmasını gerektirir.”1

Mevlânâ da Anadolu’ya geliş sebebini anlatırken düşünmenin güçlüğünü ve onun bir atmosfer işi olduğunu şöyle dile getirmektedir: “Yüksek kişiler, gerçeğe erenler, akıllı, fikirli adamlar, uzağı görenler, derin bilginler yanıma gelince onlara eşi olmayan, güzel mi güzel, ince mi ince şeyler anlatayım diye zahmetlere girdim; fakat ulu Tanrı böyle istedi; bu işle uğraşayım diye bütün o bilgileri burada topladı, o zahmetleri buraya getirdi, yığdı; ben ne yapabilirim? Bizim ilimizde, bizim toplumumuzda, şairlikten daha ayıp bir iş yoktu. O ilde kalsaydık onların yordamına uygun ömür sürer, ders vermek, kitaplar meydana getirmek, öğüt verip vaaz etmek, zahidlikte bulunmak, ibadetlere koyulmak gibi onların istedikleri şeylere sarılırdık.”2

Demek ki düşünmek, fikir üretebilmek, ortaya kalıcı eserler koyabilmek kolay şeyler değildir. Sıkıntılara göğüs germeyi, zahmetler çekmeyi gerektirir. Her güzel eserin arkasında aylarca belki de yıllarca uykuya hasret kalmış gözler vardır. Bana sorarsanız gerçek mânâda insan, işte bu mahmur gözlerin sahipleridir. Yirmi altı bin beyit tutarında Mesnevî, kırk bin küsur beyit civarındaki Dîvân-ı Kebir kolayca ortaya konulabilir mi?

Düşünmek, fikir üretmek aynı zamanda bir atmosfer işidir de. Çorak toprağa düşen bir tohum nasıl gerekli gelişmeyi sağlayarak meyve verecek duruma gelemezse belli bir fikrî atmosfere sahip olmayan toplumlarda da büyük mütefekkirlerin yetişmesi mümkün değildir. İnsan ne kadar kabiliyetli olursa olsun, söylediklerini dinleyen, yazdıklarını okuyan, menfî yahut müspet tepkiler veren, soru soran, cevap bekleyen kısaca bir şeyler öğrenmek arzusuyla yanıp tutuşan bir kitle olmadan kendini yenileyip fikir üretme noktasına gelemez.

İşte Mevlânâ, 13’üncü asırda Anadolu’da, Konya’da böyle bir atmosferle karşılaştı ve birtakım sıkıntılara girerek adını ölümsüzleştirecek olan eserlerini ortaya koydu.

Genel anlamda «insan» düşünceden ibarettir. Biz sevdiklerimizi -behîmî duygular dışında- fikirlerinden dolayı severiz.

Mevlânâ bir beytinde şöyle der:

Ey birâder tû hemân endîşeî
Mâ-bakâ tû üstühân u rîşeî

“Ey kardeş; sen fikirden ibaretsin. Ondan başka sende olan kemiktir, liftir.”3

Mevlânâ’ya sağlığında bu beytin anlamı sorulduğunda şu cevabı vermiştir:

“Sen şu mânâya bak; o düşünce (fikir) sözü, o güzel düşünceye bir işaret. Mânâyı genişletmek için düşünce dedik ona; gerçekte o, düşünce değil; olsa bile insanların anladıkları bu cinsten düşünce değil. Düşünce sözünden maksadımız buydu: İnsan, o mânâyı, halkın anlaması için biraz daha aşağılara inerek anlatmak istese, insan, konuşan hayvandır, der. İster gizli olsun, ister duyulsun, burada söz düşünce olur; ondan ötesi de hayvan. Demek ki insanın düşünceden ibaret oluşu, öte yanının kemikten, deriden başka bir şey olmayışı doğrudur.”4

Bu ifadeleri müteakip Epharmus’un şu sözünü hatırlamamak mümkün mü? “İnsan düşünce ile görür ve duyar; her şeyden faydalanan her şeyi düzene sokan, başa geçip yöneten düşüncedir; geri kalan her şey kör, sağır ve cansızdır.”

İlk İslâmî eserlerimizden Kutadgu Bilig’de Yusuf Has-Hâcib şöyle der: “İnsan ebedî değildir. Ebedî olan onun adıdır. İyi kimselerin adı onun için ebedî kalmıştır.” Yani insanlar fânîdir, fikirlerse bâkî… Ölümsüzlük defterine yazılanların isimlerini şöyle bir hatırlayın. Mevlânâ, Yunus Emre, Ahmet Yesevî… Bunları ebedî kılan her hâlde kara kaşları ve kara gözleri değildir. Eserleri olmamış olsaydı Yunus’u, Mevlânâ’yı nereden bilecektik?..

Maalesef biz «düşünce»ye pek değer vermiyoruz. Millet olarak düşünmeyi akla zarar saymışız. Düşünme deyince kara kara düşünmek geliyor çoğumuzun aklına. Düşünen adam heykelini Bakırköy Akıl ve Ruh Hastanesi’nin önüne dikişimiz sebepsiz değildir. Oysa Mevlânâ’nın da dediği gibi insan düşünceden ibarettir. Düşüncelerimiz dışında her şey yok olacak, toprak olacaktır.

1 Jean GUITTON, Düşünme Sanatı (Çeviren: Cevdet PERİN), Remzi Kitabevi, İst. 1961, s. 77.

2 Abdülbâkî GÖLPINARLI, Fîhi Mâ-fîh ve Mecâlis-i Seb‘a’dan seçmeler, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1985, s. 67-68.

3 Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. 5-6, Selâm Yayınları, Konya (Tarihsiz), s. 98.

4 Abdülbâkî GÖLPINARLI: Fîhi Mâ-fîh ve Mecâlis-i Seb‘a’dan seçmeler, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1985, s. 53.