Hazret-i Ali Dönemi 2 (656-660)

Ahmet MERAL

SIFFİN SAVAŞI (657)

Hazret-i Ali, Cemel Vak’ası sonrasında içte birliğin sağlanması yolunda adımlar atmaya devam etti. Bilindiği gibi, Hazret-i Ali’nin hilâfetinin önündeki en önemli engel Şam valisi Muaviye idi. Muaviye uzun süre valilik yaptığı Suriye bölgesinde kendine has bir yönetim kurmuş ve gücünü her geçen yıl biraz daha artırmıştı. Dünyevî siyaset ölçeklerinde Arap tarihinin önemli dört dâhîsinden biri kabul edilen Muaviye sabırlı, temkinli ve hedefi yolunda gözü pek birisi olarak tarif edilmektedir. Şüphesiz onun hedefi hilâfetten başka bir şey değildi. Esasen bu yolda önemli mesafeler de kat etmişti. Babası ve o, İslâm’ın hâkimiyetini ancak geç bir dönemde kabul ederek Müslüman olmuşlardı. Tabiîdir ki, erken bir dönemde İslâm yönetimine talip olmaları hem eşyanın tabiatına, hem de kendisinin ve ailesinin siciline uygun düşmüyordu. Ancak geçen zaman içerisinde gerek Şam’daki valiliği sırasında gerekse Hazret-i Osman döneminde iktidar alanını tüm Suriye’ye yayarak siyasî ve askerî güç toplamayı başarmıştı. Verimli Suriye topraklarından sağlanan ekonomik güçle etrafını nimetlendirmiş ve mevkiini güçlendirmişti. Suriye halkını kendi taraftarı yaptığı gibi, önceki halîfeler döneminden başlayarak önemli bir ordu da hazırlamıştı. Hem halka hem de akrabalarına cömertliğiyle ünlü Hazret-i Osman’ın tüm ihlâs, samimiyet ve ağırbaşlılığına rağmen onun dönemi Muaviye’yi hilâfete taşıyacak önemli birikimlerin hazırlandığı bir devir olmuştur. Hazret-i Osman’ın fecî bir biçimde katledilerek şehid edilmesi, Muaviye için bir dönüm noktası oldu.

Nitekim Muaviye Hazret-i Osman’ın ölümü sonrası ashâbın ileri gelenlerine yazdığı mektuplarda Hazret-i Ali’nin, kātilleri sakladığını, kātilleri vermezse kendisiyle savaşacağını, Hazret-i Osman’ı sevenlerin yanına gelmesini istiyordu. Medineli sahâbîler mektuba son derece içerleyerek çok sert cevap vermişlerdi. Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah, cevabî mektubunda şu satırların altını çiziyordu:

“Beni kendine uymaya, ensar ve muhacirine karşı savaşa kışkırtıyorsun. İyice anlaşılmıştır ki, Hazret-i Osman’ın kanını istemekteki amacın, şahsî rütbe ve mevki sağlamaktan başka bir şey değildir. Hazret-i Ali’den ayrılıp da senin emrine gireceğimi sanman büyük yanlıştır. Allah etmesin, ben Hazret-i Ali’ye karşı olur da ona direnir miyim? Ey Muaviye! Bilmiş ol ki, ben Müslümanlarla savaşmaktan geri duruyorum ama içimden Hazret-i Ali’nin yanındayım; ikinizden birini seçecek olsam Hazret-i Ali’yi seçerim çünkü onun İslâm’da değeri büyük, Allah katında mertebesi yücedir. Emirlik onun hakkıdır. Rasûl’ün ashâbının en faziletlisi ve Peygamber’e en yakınıdır.”

Seçilmiş meşrû halîfe Hazret-i Ali’nin devletin birliğini ve ümmetin vahdetini sağlama yolunda Cemel Vak’ası gibi acı bir hâdiseyle karşılaşması onun gücünü zayıflatmıştı. Siyasetini takvâ ve fazilet temeli üzerine bina eden Hazret-i Ali, bu acı olaydan sonra Muaviye’yi tekrar biata davet etti, ancak yine bir sonuç alamadı. Muaviye bununla da yetinmeyerek Hazret-i Osman’ın kanını dâvâ ederek Hazret-i Ali’ye karşı bir ordu hazırladı. Hazret-i Ali’ye karşı güç birliği yapmak üzere Hazret-i Osman döneminde Mısır valiliği görevinden alınan Amr bin As’ı da Şam’a çağırdı. Amr bin As, tarihçilerin Arap dâhîleri arasında kabul ettiği bir şahıstır.

Muaviye ve Amr bin As, birlikte hazırladıkları güçlü bir orduyu Rekke yakınlarında Sıffin’e getirdiler. Yaklaşık dört ay süren barış arayışlarından ve savaş hazırlıklarından sonra savaş başladı. Uzun süren savaşın üçüncü ayına gelindiğinde, Hazret-i Ali, ünlü kumandanı Malik bin Eşter’in de üstün gayretiyle Muaviye ordusuna son darbeyi indirme aşamasına geldi. Bunu gören Muaviye ümidini kaybederek savaş alanını terk edip kaçmaya karar verdi. Tam bu sırada Amr bin As devreye girerek Muaviye’ye onu ağır bir yenilgiyle yok olmaktan kurtaracak bir hile teklif etti. Kur’ân yapraklarını mızraklar üzerine asarak: “Siz ve biz birbirimizi yok ettikten sonra sınırlarımızı kim koruyacak? Allâh’ın kitabı aramızda hakem olsun!” diye nida eden çağırıcılar çıkardı. Bunun üzerine Hazret-i Ali’nin ordusunda dalgalanmalar meydana geldi. Büyük bir çoğunluk: “Allâh’ın kitabı hakem olsun, bu durumda savaşamayız.” dedi.

Hazret-i Ali ordusuna uyarıda bulunarak bu durumun bir hile olduğunu, savaşın mutlaka neticelendirilmesi gerektiğini belirtti. Fakat bütün uyarıları sonuçsuz kaldı. İleri gelenlerin ayak diremesi üzerine hakem kararına başvurulması teklifini kabule mecbur kaldı.

HAKEM OLAYI

Hazret-i Ali, gelişen bu olayların ardından tahkim kurulunda kendisini temsil etmek üzere Abdullah bin Abbas’ı seçmek istediyse de, savaşı durduranların ağır baskısı yüzünden Ebû Musa el-Eş’arî’yi istemeyerek seçmek zorunda kaldı. Oysa Muaviye’nin tayin ettiği hakem Amr bin As’tı.

Muaviye’nin hakemi Amr bin As ile Ebû Musa bir araya gelerek anlaşmazlığa bir çözüm bulmakla görevlendirilmişti. Ancak kendilerinden ilk yapmaları istenen şey, haklı ve haksız olanı tespit etmekti. Fakat Amr’ın bir hilesiyle hakemler Abdullah bin Ömer’i halîfe seçip Hazret-i Ali ve Muaviye’yi azletme kararı aldılar. Ebû Musa aldıkları kararı açıklamak üzere kürsüye çıktı ve: “Parmağımdaki yüzüğü nasıl çıkarıyorsam Ali’yi de halîfelikten öyle çıkarıyorum ve Abdullah bin Ömer’i seçiyorum.” dedi. Onun ardından kürsüye çıkan Amr bin As ise: “Bu yüzüğü parmağıma nasıl geçiriyorsam Muaviye’yi de hilâfete öyle geçiriyorum.” dedi. Böylece hakem olayı krizi çözmek bir tarafa daha da derinleştirmiş oldu.

Hazret-i Ali cephesinde zaten var olan görüş ayrılıkları büsbütün artarak önceleri Kur’ân’ın hakem olması ve savaşın durdurulması yönünde halîfeye baskı yapanlar bu kez tutum değiştirerek hakeme gidilmesini kabul ettiği için Hazret-i Ali’yi küfre girmekle suçladılar. Böylece Sıffin Savaşı ve Hakem Olayı’ndan sonra İslâm dünyası yeni bir problemle karşı karşıya gelmiş oldu.

İslâm tarihinin daha sonraki yıllarında zaman zaman önemli faaliyetleri görülecek olan Hâricîler ilk bu olaylar sırasında ortaya çıkmış, Hazret-i Ali, önemli bir yekûn teşkil eden bu toplulukla da uğraşmak zorunda kalmıştır.