Zaman mı Suçlu, İnsan mı?

Muhammed Ali EŞMELİ

İnsanın gözü hep dışarıya baktığı için her zaman dıştakiler suçlu olmuştur. Öyle ki suçlanacak kimse bulunmadığı takdirde bu defa hayalî suçlu şablonları oluşturulmuştur. Bu şablonların en başında da «zaman» mefhumu yer alır.

Temel idama mahkûm olmuş. Sormuşlar:

“–Son arzun nedir?”

Demiş ki:

“–Ha bu bana ders olsun!”

Bu akıllanmanın tabiî hiçbir kıymet-i harbiyyesi yok. Çünkü ecel sehpasında, bir daha idamlık bir suç işlememeye azmetmek bir şey ifade etmez. Fakat burada önemli olan bir husus, Temel’in kendindeki suçu görmesi.

İnsanoğlunun en kör olduğu mesele budur. En zâlim kimseler, en kötü mendeburlar, en haksız vicdanlar bile bu körlük yüzünden suçlarını hep başkalarında aramışlar ve neticede verdikleri zarar da dâima devam edegelmiştir.

Yine bu körlük yüzünden insanoğlu, tarihten beri kendisini dünyada yaşanan hataların dışında görmüştür. Gözü hep dışarıya baktığı için her zaman dıştakiler suçlu olmuştur. Öyle ki suçlanacak kimse bulunmadığı takdirde bu defa hayalî suçlu şablonları oluşturulmuştur. Bu şablonların en başında da «zaman» mefhumu yer alır. Sık sık duyarız:

“Zaman çok kötü. Ah şu âhirzaman! Ne yapalım zaman böyle! Eski güzel zamanlar geçti! O dediğin şeyler peygamber zamanındaydı. Ben de doğru dürüst yaşamak isterim ama zaman müsait değil. Devir yalan-dolan devri, ne yapalım!..”

Bu tür cümle ve yaklaşımlar saymakla bitmez. Her ifadenin altında zamanı kötülemek ve onu suçlu ilân edip de kenara çekilmek var. Fakat işin doğrusu bu tavır, insanların bir yandan sorumsuzluklarını artırırken diğer yandan da şikâyet edilen konularda patlamaya sebep oluyor.

Hiç şüphesiz mücerret/soyut bir gerçek olan zaman, müşahhas/somut olan kötü bir varlık değil. O sadece insanların hâl ve durumlarına alem olmakta. Yani aslında şikâyetlerin dayandığı nokta insanların kendisi. Onlar hangi özelliklerle yaşıyorsa zaman o özelliklerle yoğruluyor. Yani zamanlara tesir eden faktörler arasında başrolde insan ve insanın ortaya koyduğu şeyler gelmekte.

Bugün televizyon için de aynı şeyleri söylememiz mümkün. O da programcılarının elinde olumlu veya olumsuz iş görmekte. Bu noktada zamandan şikâyet ile televizyondan şikâyet noktası arasında büyük benzerlikler ve ders alınacak noktalar çok.

Aksi hâlde birçok kanalizasyon, mutfaklara kadar taşabiliyor. Eğitim alanlarına sıçrayabiliyor. Elbet akar da sıçrar da. Eğer onları harmanlayan insanlar dikkatsizse, eğitimsizse, vurdumduymazsa, içi kötülük doluysa, şeytana hizmetkârsa ve muhataplar da bundan râzı hâldeyse ortaya çıkan manzara tabiî ki memnun edici olmayacaktır. Bir de bu memnuniyetsizlik yanlış yerlere havale edildi mi, artık istenmeyen neticelerin önünü almak ne mümkün!

Unutmamalı ki, insanın oluşturduğu zamandan ve ekrandan ancak insan sorumludur.

İnsan kendi iradesinin olmadığı ayrılık, hastalık, felâket, kaza, şiddetli kış ve yaz şartları, ölüm vesâire gibi hususlarda ağlayıp sızlanabilir. Bu, normaldir. Fakat kendi iradesiyle oluşan kötü neticeleri bir şablonun çöplüğüne yükleyerek suçsuzluk rahatlığı içinde feryat edemez.

Zaman veya onun yerine şimdi televizyon, internet çok bozuk. Bunlar kendi başlarına niye bozuk olsun ki! Yapan da bozan da insan! Kötülüğü üreten de ona bulaşan da, azgınlaşan da insan, insanlar… İnsan kötü olursa zaman ne yapsın? Şairin dediği gibi:

Zamâne içre mücerrebdir intikām-i zaman,
Hemîşe yahşiye yahşî verir, yamâna yaman…

[FUZÛLÎ]

“Bu felekte tecrübeyle sabittir ki; zamanın intikamı, devamlı olarak iyilere iyilik, kötülere de kötülük vermektedir.”

Dolayısıyla şikâyetleri doğru adresler üzerinde yoğunlaştırırsak, şikâyetçi olduğumuz pek çok kötülük kaynağı, memnun olduğumuz fayda ve iyiliklerin kaynağı hâline döner. Çünkü hiçbir kötülük, insan devreye girmeden herhangi bir fonksiyon icra edemez. Kötülükler de iyilikler de kendi başlarına cansızdırlar. Onlara insan can verir. Eğer zamanda veya ekranda kötülük cirit atıyorsa, kötüler cirit atıyor demektir. Suç ciritte değil, onu atanda. Fakat ifade ettiğimiz gibi insan, tıpkı minareyi çalan kılıfını hazırlarmış kabîlinden kendi yaptığı kötülükleri müsait bulduğu şablonların içinde kaynatıyor ve böylece hedef saptırarak kirli işlerine devam etme imkânı buluyor. Bunu anlamayan çok kimse de motoru bozuk arabanın arızasını kaportadan kaynaklanıyor zannedip boyacıyla kavga ediyor.

Bu da gösteriyor ki; beğenmediğimiz, aksayan ve yanlış giden bütün meselelerde şamar oğlanı yapılmış uydurma şablonları bir tarafa bırakmak ve onların gerçek sebebi olan insanlara dikkat etmek, sonra da düzeltmeleri insanlar üzerinde yoğunlaştırmak mecburiyetindeyiz.

Tabiî önce kendimizden başlayarak…

Şairler sultanı Fuzûlî, bu noktayı vurgulamak istercesine şöyle der:

Perîşan halk-i âlem, âh u efgān ettiğimdendir,
Perişân olduğum halkı perîşân ettiğimdendir.
Değil bî-hûde ger yağsa felekten başıma taşlar,
Binâsın tîşe-i âhımla vîrân ettiğimdendir…
Kaçan rüsvâ olurdum kan yutup sabr idebilseydim,
Melâmet çektiğim bî-hûde efgān ettiğimdendir.

Bu şekilde neticelerin sebeplerini önce kendinde arayan basiret sahibi şairler, şikâyetlerinin merkezine boş şablonlar koymamışlar, dâima doğru adres üzerinde yürümeye çalışmışlardır. Onlar; zamanı da ortamı da oluşturanların, önce kendileri, sonra da diğer insanlar olduklarını bildiklerinden hayalî perdelere değil gerçeklere göre gerekli şikâyetleri dile getirmeye gayret etmişlerdir.

Zaman zaman şairlerin de devranı ve feleği şamar oğlanı yapmalarından maksat da aslında birilerine îmâ yollu bir şeyler söylemektir. Yoksa suçsuzu suçlu ilân etmek değil. Bu bapta Fuzûlî’nin:

Ey Fuzûlî muttasıl devran muhâliftir sana,
Gâliba erbâb-i istîdâdı devrân istemez!

“Ey Fuzûlî, yaşadığın zaman ve âlem, devamlı olarak sana muhaliftir. Herhalde kabiliyeti yüksek kimseleri devran istemiyor.”

derken kastettiği, elbette ki yaşadığı devirde kendisini çekemeyen kimselerdir. Çünkü her büyük şair gibi o da, devrinde haset oklarına muhatap olmuş, öyle ki o günün şiir antolojileri demek olan tezkirelerin kiminde kendisine yer bile verilmemiştir. Fuzûlî de, îmâ yoluyla onlara cevap vermiştir. Yani bu şekil îmâlı anlatımlarda muhatap yine insandır.

Ancak îmâlar, insana hitap etmekten uzak noktaya düşerse, bu durumda insanoğlu söylenilenlerden kendini muaf tutabilmektedir. O zaman problemler de arada kaynamaktadır.

İşte böyle bir sapma olmasın diye şairler, çoğu kere doğrudan anlatmayı da tercih etmişlerdir.

Yunus’u dinleyelim, bakalım ne diyor:

Müsülmânlar zamâne yatlı oldu.
Helâl yenmez, haram kıymetli oldu.

Okunan Kur’ân’a kulak tutulmaz,
Şeytanlar semirdi, kuvvetli oldu.

Kime kim Tanrı’dan haber verirsen,
Kakır; başın salar, hüccetli oldu.

Şâkird-üstâd ile arbede kılar,
Oğul-ata ile izzetli oldu.

Fakirler miskinlikten çekti elin,
Gönüller yıkuben heybetli oldu.

Peygamber yerine geçen hocalar,
Bu halkın başına zahmetli oldu.

Tutulmaz oldu Peygamber hadîsi,
Halâyık cümle Hak’tan utlu oldu.

Yûnus gel âşık isen tevbe eyle,
Nasûh’a tevbe ucu kutlu oldu.

İfade ettiğimiz gibi şairlerin bakış açısında, zamandan çok zamanı oluşturan sebepleri, yani insanları okumak vardır. Seyrânî, kötü icraatlardaki sebepler zinciri üzerinde şöyle durur:

Mahkeme meclisi îcad olduğu,
Çeşme-i rüşvetin akmaklığından.

Kaza belâ ile âlem dolduğu,
Kazların kadıya uçmaklığından.

Selefin rüşvetle hüccet yazması,
Halefin anlayıp hükmün bozması,

Yıkılan binânın birden tozması
Asıl sermayenin topraklığından.

Dünyadan ahrete gidip gelmemek
Olmasa, iktizâ eder ölmemek,

Balık baştan kokar, bunu bilmemek,
Seyrânî, gâfilin ahmaklığından…

Yine Seyrânî, devlet idaresinin ehil ellerde olmamasının kötü neticelerine temas ederek şunları söyler:

Küçük lokma ile dolmaz avurdu,
Ne yaman insanı kastı kavurdu,

Cihanın külünü göğe savurdu,
Geçti sadârete hayvan olanlar.

Kimsenin kimseye yoktur sâyesi,
Katıldı sütlere cehlin mâyesi.

Tilkiye verildi aslan pâyesi,
Tilki gölgesinde aslan olanlar.

Herkes belâsını azdı da buldu,
İnsanda evvelki sadâkat n’oldu?

Eski sarayları beğenmez oldu,
Yere sığmaz oldu sultan olanlar.

Hayatı çalkantılarla geçen Namık Kemal de, canına tak eden hususların icbarıyla kendi şahsında feryat eyler:

İnsan mı neyiz, seçilmez,
Bir zehirdir ki içilmez,
Tavrımızdan da geçilmez,
Ne utanmaz köpekleriz!

Kim bilir neler yaşadı ve ne kadar daraldı ki Kazak Abdal, toplumda ham ve kaba kalmış, bir türlü yontulamamış kimseleri, mısra bombardımanına tutar:

Ormanda büyüyen adam azgını,
Çarşıda, pazarda insan beğenmez.

Medrese kaçkını, softa bozgunu,
Selâm vermek için kesan beğenmez…

Elin kapısında karavaş olan,
Burunu sümüklü, gözü yaş olan,

Bayramdan bayrama bir tıraş olan
Berbere gelir de dükkân beğenmez.

Âleme ta’n eder yanına varsan,
Seni yanıltır bir mesele sorsan,

Bir cim çıkmaz eğer karnını yarsan,
Câmîye gelir de erkân beğenmez.

Dağlarda kırlarda gezen bir yörük,
Kimi tımar, sipah, kimisi bölük,

Bir elife dili dönmeyen hödük,
Şehristana gelir, ezan beğenmez.

Bir çubuğu vardır gâyet küçücek,
Zu’m-u fâsidince keyf getirecek.

Kırık çanağı yok ayran içecek,
Kahvede fağfûrî fincan beğenmez.

İş gelmez elinden gitmez bir kâre,
Aslında neslinde giymemiş hâre.

Sandığı gömleksiz duran mekkâre,
Bedestene gelir, kaftan beğenmez.

Kazak Abdal söyle bu türlü sözü,
Yoğurt ayran ile hâllolmuş özü,

Köyden şehre inse bir köylü kızı
İnci-yakut ister, mercan beğenmez.

Tabiî bu şikâyetlerin özünde eğiticilik var. Eğitilirken insanların eksik kalan yanlarını söz harmanında tamamlamak var. Çünkü eğer bunlar değil de başka şeyler dile getirilse, şikâyete mevzubahis olan şeyler dâima tekerrür edecektir. İbret almanın yolu, fotoğrafı doğru ve net çekip insanlara olduğu gibi gösterebilmektir.

Bu hususta en mahir şairlerimizden biri de hiç şüphesiz millî şairimiz M. Âkif’tir. Toplumda onun gözüne takılanlara bakalım. O, etrafına toplanılan, fakat baş değil kuyruk bile olamayacak çığırtkanlara bilhassa tepkilidir:

Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük.
Dinliyor kaplamış etrâfını yüzlerce hödük!

Artık çokları, kirli çamaşır meraklısı. Televizyonlarda reyting yapan programlar bu yönde artıyor. Sanki Âkif bu manzarayı görmüş de yazmış:

Kör çıban neşterin altında nasıl patlarsa,
Hep ağızlar deşilip, kimde ne cevher varsa,

Saçıyor ortaya, ister temiz ister kirli;
Kalmıyor kimseciğin muzmeri artık gizli.

Bu manzaranın mimarı olan entelektüel câmianın hâli ise Âkif’in penceresinde içler acısıdır. Fikir hürriyeti adına yapılanlar, mide bulandıracak derecededir:

Üdebânız ana avrat sövüyor birbirine!
Türlü adlarla çıkan nâ-mütenâhî gazete,
Ayrılık tohmunu bol bol atıyor memlekete.
İt yetiştirmek için toprağı gâyet münbit
Bularak, fuhş ekiyor salma gezen bir sürü it!
Yürüyor dîne beş on maskara, alkışlanıyor,
Nesl-i hâzır bunu hürriyyet-i vicdan sanıyor!

……

Âhiret fikri yularmış, yakışırmış eşeğe;
Hiç kanar mıymış adam böyle beyinsizce şeye?
Hele ahlâka sarılmak ne demekmiş hâlâ?
Çekilir miymiş, efendim, gece gündüz bu belâ?

……

Kızımın iffeti batmakta rezîlin gözüne…
Acırım tükrüğe billâhi, tükürsem yüzüne!

……

Kudretim yetse eğer, on yedisinden yukarı,
Üdebâ nâmına kim varsa, huduttan dışarı
Atarım taktırarak boynuna bah-nâmesini;
Okuyan yaftayı elbette çıkarmaz sesini.

……

Serserî, hiç birinin mesleği yok, meşrebi yok;
Feylesof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok!
Şimdi Allâh’a söver… Sonra biraz bol para ver:
Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!

Şairimiz, hele böylesine ahvâl karşısında tutup iyi niyet ve tahammülcülük edebiyatı parçalayanlara ve işinin ehli olmayan ukalâ tiplere ayrıca öfkelidir:

Bakın ne günlere kaldık: Ya beş, ya altı kopuk,
Yamaklarıyle berâber ki hepsi kılkuyruk,
Utanmadan çıkıyor, içtihâda kalkışıyor!
Bu hâle karşı tahammül hakîkaten pek zor…

……

Su bulanmazsa durulmaz… Hele sabret azıcık,
İyi, lâkin ne kadar beklemiş olsan, işler,
Eskisinden daha berbât, iyileşmek ne gezer!

Bu noktada daha önce yapılan yanlışlar yüzünden ne hâllere düşüldüğüne dikkat çeken Âkif, mısralarını tehlike sinyali gibi kullanır:

Eyvah! Beş on kâfirin îmânına kandık;
Bir uykuya daldık ki: Cehennemde uyandık!

……

Biz ki her mevcûdu yıktık, gâyesiz bir fikr ile;
Yıkmadık bir şey bıraktık… Sâde bir şey: Âile.
Hangi bir bünyânı mahvettik de ıslâh eyledik?
İşte vîran memleket! Her yer delik, her yer deşik!

……

Vakārı çoktan unuttun, hayâyı kaldırdın;
Mukaddesâtı ısırdın, Hudâ’ya saldırdın!
Ne hâtırâtına hürmet, ne an’anâtını yâd;
Deden de böyle mi yapmıştı ey sefîl evlâd?

Ömrü feryat içinde geçen Âkif; gaflet timsali hata, yanlış ve suçları hiçbir şekilde Müslümanlıkla bağdaştırmaz. Kötüler, Müslümanlıktan uzaklaştığı için kötüleşmişlerdir. Bu çerçevede ortaya çıkan insan tipindeki özellikler ise hiç de iç açıcı değildir:

Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile…
Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nâfile!

……

Ahdi nakzetmek, yalan sözden, tehâşî etmemek;
Kuvvetin meddâhı olmak, aczi hiç söyletmemek;
Mübtezel birçok merâsim: inhinâlar, yatmalar,
Şaklabanlıklar, riyâlar, muttasıl aldatmalar;
Fırka, milliyyet, lisan nâmıyle dâim ayrılık;
En samîmî kimseler beyninde en ciddî açık;
Enseden aslan kesilmek, cepheden yaltak kedi…

Sebep, okuyanların basiretsizliği. Çünkü okumak, gerçeği ve doğruyu görebilmekten geçer. Eğer insan Yunus’un dediği gibi okuduğu hâlde bilmiyorsa, görmüyorsa, elinde kalan sadece kuru bir emekten ibarettir. Âkif’e göre de böyleleri asla büyüyememiş hep bebek kalmış kimselerdir:

Hayâtı anlamıyor… Çünkü görmüyor, okuyor;
Zavallı kırkma gelmiş de ağzı süt kokuyor!

……

İbn-i Sîna niye yok? Nerde Gazâlî; görelim!
Hani Seyyid gibi, Râzî gibi üç beş âlim?!.

Mesele eğitimdeki temel maksatların gerçekleşememesi. Görgüsüzlük ve ukalâlığın moda hâlinde yaygınlaşması ve medeniyet merkezi olması gereken şehir insanının da hayat tarzında garip rüzgârların esmesi. Medenîlik anlayışının değişmesi. Durumun vahameti karşısında Âkif’in üslûbu, hayli serttir:

Yola gelmez şehirin soysuzu, yoktur kolayı,
Yanılıp hoşbeş eden oldu mu, tınmaz da ayı,

Bir bakar insana yan yan ki, yuz1 olmuş manda,
Canı yandıkça, döner öyle bakar nalbanda.

Bir selâm ver be herif! Ağzın aşınmaz ya… Hayır,
Ne bilir vermeyi hayvan, ne de sen versen alır.

Yağlı yer, çeşmeye gitmez; su döker, el yıkamaz;
Hele tırnakları bir kazma ki insan bakamaz.

Kafa orman gibi, lâkin, o bıyık hep budanır;
Ne ayıptır, desen anlar, ne tükürsen utanır.

Tertemiz yerlere kipkirli fotinlerle dalar;
Kaldırımdan daha berbât olur artık odalar…

Âkif, bu söylediklerini de herkesin dinleyeceği ve okuyacağı kanaatinde değildir. Çünkü sivrilmenin yolu, artık dinlemek ve okumaktan geçmemektedir. Çünkü devrindeki fikrin moda rüzgârı; yönünü, dini ve mukaddesleri hırpalamaya çevirmiştir. Bayağı kimseler de fikir adamı, edipler olarak millete takdim edilmiştir:

Bu hakîkatleri lâkin, kim okur, kim dinler?
Sivrilen zübbelerin hepsi beş on söz beller,

Düşünür «Dîni nasıl yıkmalı bunlarla?» diye,
Böyle bir maksad için çok bile îdâdiyye!

Üdebânız hele gâyetle bayağ mahlûkāt…
Halkı irşâd edecek öyle mi bunlar? Heyhât!

Kimi Garb’ın yalınız fuhşuna hasbî simsar;
Kimi, İran malı der, köhne alır, hurda satar!..

Özellikle batının süflî kadın tipleri yetişsin diye bizim medeniyetimizin Fatih doğuran annelerini romanlarında, köşe yazılarında sevimsiz ve korkunç varlıklar gibi tanıtıp nesli onlardan uzaklaştırmak isteyen kalemşorlar dolayısıyla Âkif dertlidir:

Ne hisli vâlidelerdir bizim kadınlarımız!
Yazık ki anlatacak yok da yanlış anladınız.

Yazık ki onları tasvir eder birer umacı,
Beş on romancı, sıkılmaz beş on da maksadcı.

Bunca üzücü ve tahripkâr ortama rağmen bir avuç halkın da doğruluk ve istikamet üzere birlik ve beraberlik içinde olmaması, Âkif’i en inciten mevzulardandır:

Yekpâre kesilmiş tutulan gâye için de,
Vahdetten eser yok bir avuç halkın içinde!

Post üstüne hem kavgaların hepsi nihâyet ;
Hâlâ mı boğuşmak? Bu ne gaflet, ne rezâlet!

Oysa yüzyıllardır bin bir deprem geçirip de 24 milyon kilometrekareden bugünkü hâle gelişin sebebi hep yıkıcı boğuşmalar olmuştur. Dolayısıyla yüzyılların tamir edemeyeceği sayısız yıkımdan sonra artık sadece yapıcı olabilmek gereklidir. İnsanın asıl değeri ve kıymeti de zaten buradan gelecektir. Ancak bu zordur ve çok büyük kabiliyet ve imkânlar ister. Yıkmaya gelince, o en kolay iştir. Öyle ki en vasıfsız ve sıradan kimselerin bile yapabileceği bir faaliyettir. Ama elbette gâye, her zaman seçkin ve kıymetli insan olabilmektir. Çünkü, ancak bu şekilde hem var olan muhteşem âbideleri koruyabilmek, hem de onların yenilerini yapabilmek mümkünleşir. Tek husus, yıkmakla yapmanın arasındaki farkı tam anlamaktır:

Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir?
Onu en çolpa herifler de emîn ol, becerir…

Sâde sen gösteriver «İşte budur kubbe» diye,
İki ırgatla iner şimdi Süleymâniyye…

Ama gel kaldıralım dendi mi heyhât o zaman,
Bir Süleyman daha lâzım yeniden, bir de Sinan…

Zamanı değil, insanları muhasebe eden Âkif, her şeyden önce adamlığı öğütler:

Nasîhatim sana: Herzeyle iştigāli bırak;
Adamlığın yolu nerdense, bul da girmeye bak!

Adam mısın: Ebediyyen cihanda hürsün, gez;
Yular takıp seni bir kimsecik sürükleyemez.

Adam değil misin, oğlum: Gönüllüsün semere;
Küfür savurma boyun kestiğin semercilere…

Aynı manzaraları seyreden üstat Necip Fazıl’da da zamanla alâkalı olarak insanlar perspektifinden tahliller görüyoruz:

Taş taş üstüne koysam bozuk diyorlar, devir!
Bir ok çeksem, diyorlar; peşinden koş ve çevir!

Tezatları şiirlerinde çok güzel işleyen usta şair, menfî tespitlerini âhirzaman vurgusuyla ve kaygıyla dile getirir:

Aman efendim, aman!
Gâlibâ âhirzaman!

……

Yer dumanmış ne çıkar,
Duman dolu âsuman.

Duraksız itiş kakış;
Süresiz karman-çorman.

Anne çocuk doğurur,
Köpek soyundan azman.

Beyinler zıpzıp kadar,
Mideler koskocaman.

Aziz fikir buğdayı,
Katıra mahsus saman.

Boş lâf, hep dalga dalga;
Uçsuz bucaksız umman.

Hayvanlık orkestrası:
Eşek birinci keman.

Orman keleş, nebat kel;
Nebat ormanlar adam.

Midelerde ihracat,
Günde beş milyon batman.

Yangın evinde satranç;
Plân, reform ve uzman.

Bizdeki hâle nispet
Maymun taklitten pişman.

Hangi yol Türk’e uygun,
Hangi parti tercüman?

Çıkamaz meydanlara;
Câmîde mahpus îman!

Rahmet, meçhul kelime;
Bilinmez isim, Rahmân.

Kutsal kitaptır fuhuş;
Ahlâk, okunmaz roman.

Târih, kontra gerçeğe;
Hürriyet hakka düşman.

Millete kastedenin
İsmi millî kahraman.

Genç adam, at yorganı!
Sana haram, uyuman!

Bütün bu tespitler; insanların, fotoğraf makinelerinin asla çekemeyeceği en net iç dünya resimleri. Devamlı dışa bakan gözlerin kendilerini göreceği birer ayna. İnsanlar, hayat boyu işte bu resimlere ve aynalara bakıp sık sık sormalı: Zaman mı suçlu, insan mı?

İşte o zaman doğru cevaplar ve doğru çözümler doğacaktır. O vakit durmadan yüklenmek zorunda kaldığımız zaman da, televizyon da, internet de kötülüklerin cirit meydanı olmaktan çıkacaktır.