22. Sayı Takdim

Kıymetli Okuyucularımız,

Bize ait güzel insanlar, güzellikler ve hakikatler; hâfızalarımızda, dimağlarımızda ve gönüllerimizde var oldukça milletler arenasında varlığımızı sürdürmemiz mümkün olur. Eğer onlar, o keyfiyetler ve o değerler sadece kitaplarda ve satırlarda kalırsa, onların ilim, irfan ve medeniyet cennetlerine nail olamayız.

Çünkü ancak onları iç dünyalarında her daim yaşatabilenler dış dünyada da diri kalabilirler. Dolayısıyla onları, unutma ya da sırt dönme adlı kabirlere gömenler, milletçe mezarlığa dönmüşlerdir.

Zira güzellik yönünden boşalan dağarcıkları çirkinlikler doldurur. Kaybolan değerlerin yerini değersizlikler alır. Böylece güç ve kuvvetler zayıfladığı için haklı olunan mevzularda bile haksız durumlara düşülür. Başkalarının kendi kirli çamaşırlarını, yaptığı soykırımlarda öldürdüğü milyonlardan fazla masumu unutup da Ermeni meselesinde Türkiye’ye çamur sıçratmaya kalkışması, başka türlü mümkün olamazdı. Dün bizim korumamız altında ayakta durabilenler, bugün bize karşı sergiledikleri suçlayıcı tavırların enerjisini nereden alıyorlar? Cevabı belli… Bu durumda, onları yaptıkları yanlıştan caydıracak olan hamle de, belli olan cevabın hamleleri içinde. Sayıp dökmeye gerek yok. M. Âkif’in şu beyti kâfî:

Donanma, ordu yürürken muzafferen ileri,
Üzengi öpmeye hasretti garbın elçileri…

Donanma ve orduyu sadece fizikî olarak düşünmek yanlış olur. Bunun içerisinde en başta kendi kimliğimizi oluşturan temel değerler vardır, öz kültürümüz vardır, dinimiz vardır, medeniyetimiz vardır, âbide şahsiyetlerimiz vardır, Yunuslarımız, Mevlânâlarımız vardır. Bu var olanların farkına tam varmak lâzım. Çünkü onlar hâlâ muzafferen ileri gitmeye devam etmektedirler. Eğer onlara sarılırsak, biz de aynı noktaya geleceğiz demektir. Mevlânâ, vefatının üzerinden yüzyıllar geçmesine rağmen hâlâ diri ve hâlâ ilerliyor. Avrupa’yı aştı, Amerika’yı aştı. Üstelik ilerledikçe dünyayı kendisine hayran bırakıyor. Çünkü o, tarihî hasletimizi yansıtıyor. Yani gittiği yeri, girdiği gönlü asla işgâl etmiyor, sadece muhabbetle fethediyor. Öyle ki UNESCO, 2007 yılını «Mevlânâ Yılı» îlan ederek bir bakıma bizim adımıza bu muhabbet fethinin kutlamasına ayırdı.

Bu vesileyle Yüzakı Dergisi de, hem şeb-i arûs ayı olması münasebetiyle hem de 2007 yılına Mevlânâ penceresinden bir başlangıç olsun niyetiyle Aralık sayısını ağırlıklı olarak Mesnevî’ye hasretti.

Genel yayın yönetmenimiz M. Ali Eşmeli, Hazret-i Mevlânâ’nın:

Oldu hep zannınca dost, âlem bana,
Gönle bakmaz kimse sırrımdan yana… [terc. Seyrî]

ifadesinden de hareketle «Mevlânâ Gözüyle Mesnevî» başlıklı bir yazı kaleme aldı. Mevlânâ’nın Mesnevî’yi yazma esnasındaki iç yapısından onun Mesnevî hakkında birebir söylediklerini dile getirdi. Ayrıca Mesnevî’nin ilk on sekiz beytini, mânâsına sâdık kalarak nazmen tercüme etti ve yazısına onunla başladı. Özetle şunu vurguladı; Yunus’u, onun gerçeği etrafında bilemezsek, kaybederiz. Mevlânâ’yı da kendi hakikati çerçevesinde bilemezsek, kaybederiz. Yani onları, kendi gözleriyle ve gönülleriyle bilmek zorundayız. Dış bakışlar etrafında takılan renk renk gözlüklerle ve görülmek istenen şekillerde değil. Ancak o zaman ferdin de milletin de bağrında bir şeyler kıpırdar. Ney sesindeki alev, gönülleri yeniden aşk ve şevk ile, samimiyet ve gayret ile, fetih ve zafer duyguları ile yakar hâle gelir. Ruhların paslanan kanatları açılır. O zaman sadece Viyana kapılarına değil, daha ötelere ulaşmamız mümkün olur. Tabiî başımız dik olarak…

Bunun için de şart olan, öncelikle Mevlânâ ve Mesnevî ufkuna erişebilmek. Orada anlatılan hikâyelerin perdesini yakıp, el değmemiş mânâları fark edebilmek. Bu çerçevede dosya bölümümüzde Prof. Dr. Mahmud Erol KILIÇ ile «Mevlânâ’dan Günümüze Mesnevî» konulu bir mülâkat gerçekleştirdik. Prof. KILIÇ, “Mesnevî, Aşk-ı Mevlânâ’da Yananlara Konuşur.” teması üzerinde durdu ve ölümsüz eserlerin kaynağının ruh ve rûhâniyet olduğuna işaret etti. Dedi ki: “Mesnevî-i Şerîf’in ulaştığı başarı, şüphesiz İslâm irfanına ait en üst ilmeklerden insanlık sırrının açılmasıyla alâkalıdır.”

Karakter bölümümüzde Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi’nin de bu sayıda mevzuu Hazret-i Mevlânâ oldu. Hazret-i Mevlânâ’nın yüzyılları aşan dirilik ve canlılığını iki kelimede özetledi: «Muhabbet Ömrü»… Bu çerçevede «Hazret-i Mevlânâ ve Tasavvuf» meselesini îzah etti. 2007 yılının sadece «Mevlânâ Yılı» değil de aslında «Tasavvuf ve Mevlânâ Yılı» olması gerektiğine vurgu yaptı. Böylece Mevlânâ’nın yetişmesine vesile olan tasavvuf zeminin bereketli ve feyizli iklimine dikkat çekti.

Bu sayımızdaki şiirlere gelince, her birinde ayrı ayrı bir Mevlânâ nefesi var. Yanık ney misâli inleyişler var. Kimi «arzıhâl» ediyor, kimi lütuf kapısına koşuyor, kimi ârifler sofrasına oturuyor, kimi niyaz ediyor, kimi seyrediyor, kimi mâtem hâlinde, kimi Mevlânâ’yı anlatıyor, kimi garipliği dile getiriyor, kimi kış âlemine dalmış, kimi aşkı tanıtmaya çalışıyor, kimi kötülere haykırıyor, kimi fânîliğe dikkat çekiyor, kimi dertlerden bahsediyor, kimi sevda telâşında, kimi kader ipinde, kimi gazel söylüyor, kimi yâre sesleniyor. Kısaca her biri farklı coşkularla neyin farklı ses perdeleri gibi gönülden gönle hitap ediyor.

Sizi yeni bir Yüzakı ziyafetiyle baş başa bırakırken şimdiden kurban bayramınızı tebrik eder, ömrünüzün sonsuz bayramlara eşik olmasını dileriz…

Yüzakı Dergisi