TESPİT Mİ TELKİN Mİ?

H. Kübra ERGİN hkubraergin571@gmail.com

 

 

 

“–Bu zamanda ev sahibi olmak imkânsız. O yüzden para biriktirmenin de anlamı kalmadı.” diyor, genç kardeşimiz.

 

“–Galiba böyle düşünmenizi istiyorlar. Bu düşünceyi âdeta zihninize mayaladılar. Maya da tutmuş zannediyorum.” diyorum. Şaşırıyor.

 

Kendi kendini gerçekleştiren kehânet, diye bir şey vardır. Bizim atasözlerimizde de bir benzeri vardır:

 

“Bir kişiye kırk kere deli desen, deli olur.”

 

–Şimdiki gençler özgürlüğüne düşkün. Otorite sevmiyorlar…

 

–Gençler çabuk sıkılıyor. Çok iş değiştiriyor. Mutlu oldukları işlerde çalışmak istiyor…

 

–Gençler yurtdışına gitmek istiyor. Özellikle batı ülkelerinde kariyer fırsatları kovalamayı hayal ediyor…

 

Bu gibi söylentiler yayılıyor ve hiç şüphe edilmiyor. Bir müddet sonra da telkinler etkili olmaya başlıyor. Basitçe tüketim alışkanlıklarından bile anlayabilirsiniz. Eskiden filtre kahve içmeden güne başlayamayan bir genç var mıydı? Ne zaman ki kahve mekânları açıldı. Bunların Türk kahvesine ve millî içeceğimiz çaya alışkın olan orta yaşlılardan ziyade gençlere pazarlanması kararlaştırıldı, birdenbire; «Gençler kahve sever.» oldu.

 

Hâlbuki gençlerin kahveye ihtiyacı bile yoktur. Beyinlerinin sıfır kilometre, pırıl pırıl yandığı çağdadırlar. Asıl ihtiyaçları; hayatlarına önce bir gaye, sonra bir hedef seçmek sonra da bunu gerçekleştirmek için sadâkatle uyacakları uygun bir program belirleyip uygulamaktır. Ama tam tersi telkin ediliyor:

 

“–Zaman çok değişti. Teknoloji çok ilerliyor. Bazı meslekler yok olacak. İnsanlar işsiz kalacak…” yani;

 

“–Boşuna uğraşıyorsun. Çaba göstermenin faydası yok…”

 

“–Yurt dışına git. Kazan harca, hayatını yaşa. Birikim yapmana, mülk sahibi olmana, aile kurmana gerek yok. Hayat kısa, ânı yaşa…” diyerek günü birlik yaşamayı telkin ediyorlar.

 

Batıda nüfus yaşlanması var, genç nüfusa ihtiyaçları var. Kendi emeklilerini bizim ülkemize gönderip, bizim genç nüfusumuzu çekmek istiyorlar. Geçtiğimiz yıllarda İngiltere’de;

 

“–Türkiye emekliler için uygun, ucuz bir ülke.” diye haber yapılmıştı.

 

Gençlerin global şirketler için çalışması teşvik ediliyor. Kendi ülkesinde kalması, kendi işini kurması hâlinde; o ülkede üretecek, harcayacak vergi ödeyecek, aile kuracak, geleceği şekillendirecek. Ama bu istenmiyor. Çoğu haçlı-siyonist ittifakının sermayesi olan global şirketlerde kariyer yarışına atılırsa, ömrünü bir hiç uğruna fedâ etmiş olacak. Evet bir hiç uğruna!.. Çünkü o şirketlerde, sadece düşük veya orta seviyeli bir pozisyonu işgal edip; zekâsını, emeğini teknik detayları çözmek için harcayacak. Şirketin genel politikalarına ise daima sahipleri ve CEO’ları karar verecek.

 

Şirket politikaları ise batının üstünlüğü fikrinin değişmezliğini empoze edecek. Dünyaya; hümanist, eşitlikçi, özgürlükçü, hayvansever, tabiat dostu gibi şirin ambalâjlara sarılmış şekilde sunulan politikalar ile dînî ve millî aidiyetleri en aza indirilmiş «dünya vatandaşı gençler» üretecek.

 

Gençlerle konuşurken, üzerlerindeki etkileri ve yapılan telkinleri fark ediyorsunuz.

 

“–Ülkemizde her şey kötüye gidiyor. Enflâsyon yüksek, hayat pahalı…” gibi bir kötümserlik havası hâkim. Aslında tam tersi, belli bir doygunluğa ulaşmanın yan tesirini yaşıyoruz.

 

Eskiden emekli, zahmetli işlerde çalışmaya râzı olan nüfus daha fazlaydı. O zamanlar Anadolu insanı büyük şehirlerde tutunmak için ne iş olsa yapıyordu. Rızkını helâlden kazanmak, ailesini kimseye muhtaç etmemek için zahmet çekiyordu. Günümüzde kimse zahmetli işlerde çalışmak istemiyor. Meselâ; inşaat işlerinde biraz ustalığı olan bir kişi, çok ciddî gelir elde edebiliyormuş. Hattâ biraz gayretliyse, gereken ustalığı da birkaç ayda kazanabiliyormuş. Dört yıl üniversite okumak için zaman harcayanlardan daha çok kazanabiliyormuş, ama sektör eleman bulamıyormuş.

 

Belki; «Üniversite okumak için bu kadar zaman harcadım.» diye belki de; «Nasıl olsa peder evi geçindiriyor. Benden para kazanmamı bekleyen yok. İstediğim gibi masabaşı bir iş bulamazsam, evde oturup bilgisayar başında ömür geçirebilirim.» diye düşündüğü için.

 

Böyle olunca birçok sektör, ara eleman bulamıyor. Üretimin maliyeti yükseliyor. Göçmen de istemiyoruz üstelik. Sonra;

 

“–Kiralar neden pahalı?” diye şikâyet ediyoruz.

 

Çözüm;

 

“–Yurt dışına gidelim!”

 

Koşun gidin. Sizi orada hasretle bekliyorlar! Gidin de Nazi artıkları, Ku Klux Klan uyarlamaları sizi de yaksın.

 

“–Eskiden evler çok mu ucuzdu zannediyorsunuz.” diyorum.

 

Oturup hesap yapıyoruz. Otuz yıl önce ilk evimizi aldığımız zaman altının gramı ne kadardı, asgarî ücret ne kadardı, diye…

 

O zaman da evleri bedavaya dağıtmıyorlardı. Emlâkçılar ağız birliği etmişçesine;

 

“–Bu fiyata oturulabilir bir ev alamazsınız. İllâ kredi çekmeniz lâzım.” diyordu. Kabul etmiyorduk;

 

“–Paramız ne kadarına yetiyorsa onu alacağız!” diyorduk.

 

Öncelikle başımızı sokacak bir ev almayı hedefledik. Birkaç yıl soba yaktık, para biriktirip doğalgaza geçtik. Tutumlu davranıp birikim yaptık. On iki yıl sonra daha iyi bir ev aldık. Çocuklarımızın da odası oldu.

 

Sabırla, tedbirle, tasarrufla, nasibimize rızâ ile Allâh’ın fazlından nasibimizi aradık. Allah Teâlâ da ne takdir etmişse onu nasip etti, bu geçici dünyada kimseye muhtaç etmedi elhamdülillâh. Belki bu satırları okuyan birçok kişinin hikâyesi böyledir.

 

Tabiî gençleri suçlamak değil, derdim. Tabiatı îcâbı gençlerin yüzü geleceğe dönüktür. İleri yaşlarda insanlar; geçmişin hâtıralarıyla daha fazla meşgul olurken, elbette gençler geleceğe dair hayallerle daha çok ilgilenir.

 

Gelecek de tabiatı îcâbı hep sislidir, belirsizdir. Ama bu belirsizlik içinde, Allah Teâlâ’nın gizlediği nice nasipler de saklıdır. Onlarla bu hususta konuşmak, cesaretlendirmek, ümitlendirmek lâzım.

 

Gençleri böyle kötümserliğe itenlere karşı, mutlaka devletin de tedbirler alması lâzım. Meselâ; toplu konut idaresinin, Başakşehir gibi çeşitli ilçelerde çok miktarda daire inşâ etmesi, Anadolu insanına kaçak gecekondu yapmadan ev sahibi olma imkânı sundu. Şimdi de çözümler üretilmeli. Ama hep tüketim mekânı olan daireler üretmek sadece bu kısır döngüyü beslemeye yarar. Bu kısır döngü, tabiatı îcâbı toplumu da kısırlaştırıyor, zaten.

 

Ekonomiden aileye, nüfus yaşlanmasından gençliğin problemlerini çözmeye kadar kapsamlı bir sonuca ulaşmak için, işe temelden başlayabiliriz. Bunun için de işe, mekânları daha maksatlarımıza uygun şekilde inşâ etmekle başlayabiliriz.

 

Deprem ile yeniden gündeme gelen, şehirlerin inşâsı meselesi, yeni bir bakış açısı için fırsat sunabilir. Şehirlerin merkezini yüksek binalarla doldurmaya devam etmek yerine, büyük şehirlere yakın küçük şehirlere «akıllı kasabalar» kurabiliriz. Terk edilmiş köyleri ve arazileri toplu bir hâle getirerek, üretimle aile ve mahalle hayatının iç içe yaşandığı «yeni çağ» çiftlikleri kurup, gençlere uzun vâdeli taksitlerle satışını gerçekleştirebiliriz.

 

Bu çiftlikleri plânlar ve işletirken, teknolojiden de en iyi şekilde yararlanmak mümkün. Böylece gençlere yapay zekâyı sırf vakit geçirmek, eğlenmek için değil; verimli bir şekilde üretken olmak için değerlendirme yollarını gösterebiliriz. Hem bu şekilde, müslüman gençler için, kadın ve aile meselesi, gelenekçilik ile modernizmin en uzlaşmaz çatışma alanı olmaktan çıkabilir. Maddî mânevî bütün kapasitelerimizi değerlendirmek için, mükemmel bir çalışma sahası ortaya çıkabilir.

 

Şikâyet etmenin faydası yok. Düşman düşmanlığını yapacak, bizi zayıf noktalarımızdan vurmanın yollarını arayacak. Bize düşen de ona bu fırsatı vermeyecek şekilde tedbirli olmak, zayıf halkalarımızı güçlendirmek…