FÜTUHAT FIKHI
Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM
Dünya tarihinde; müslümanlara yönelik zulüm, savaş ve katliâm hiç eksik olmamışsa da, 2023 Ekim’inden beri Gazze’de yaşanan ve hâlâ devam eden soykırım herhâlde ehl-i İslâm’a karşı yapılan gaddarlığın en acı ve en ağır misallerinden biri olmuştur.
Bu savaşta saldıran ülkenin idarecileri için; milletlerarası mahkemelerde savaş suçu dâvâları açılmış, soykırımı durdurmak için BM nezdinde nice başvurular yapılmış, dünya çapında sayısız protesto gösterisi gerçekleştirilmiştir. Fakat hiçbir netice elde edilememiştir.
Bu mezâlim içinde; savaş hukuku ve insan hakları esasları çiğnenmiş, hattâ gazeteci, doktor ve insânî yardım vazifelilerinin, hastahâne gibi mekânların dokunulmazlığı bile hiçe sayılmıştır.
Birçok defa dudaklardan şu söz dökülmüştür:
Dünyaya savaş hukukunu da getiren İslâmiyet’tir.
Diğer taraftan asrımızda İslâmofobi de yükselmiştir. İslâmofobi, kısaca müslüman korkusu demek.
Heyhat!
Çocuk, kadın, yaşlı demeden katledilenler, müslüman… Sadece Gazze’de, Doğu Türkistan’da, Myanmar’da değil, dün Bosna’da, Afganistan’da, Çeçenistan’da, yakın zamana kadar Irak’ta, Suriye’de, her yerde, kanı yere dökülen ve yerde kalanlar müslüman!.. Ama neymiş kendisinden korkulanlar da müslümanmış!..
Zaman zaman İslâm’da cihâd emri, tarihimizdeki fetihlerin ve fetihler sonrasında halka muamelenin hukuku etrafında da sualler geliyor. Bu yazımızda bu suallerin cevabı etrafında bir çerçeve çizmeye gayret edelim.
Evvelâ İslâmiyet, bütün insanlığa gelmiştir. Peygamberimiz, Arap Yarımadası’nın her tarafına İslâm’ı neşretmeye muvaffak olduğu gibi, çevre ülkelerin liderlerine İslâm’a davet mektupları göndermiştir.1
Peygamberimiz’e âyet-i kerîmelerde şöyle hitap edilmektedir:
“(Rasûlüm!) Biz Sen’i ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik…”2
“(Rasûlüm! De ki:) … Bu Kur’ân bana, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için vahyolundu…”3
“(Rasûlüm!) De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allâh’ın elçisiyim. Ondan başka ilâh yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allâh’a ve ümmî Peygamber olan Rasûlüne -ki o, Allâh’a ve onun sözlerine inanır- îmân edin ve O’na uyun ki doğru yolu bulasınız.”4
Rasûlullah Efendimiz’in risâletini, İslâm’ın mesajını; dünyaya, bütün insanlara ulaştırmak, Peygamberimiz’den sonra ümmetine intikal etmiş bir vazifedir.5 Rasûl-i Ekrem Efendimiz’den sonra sahâbe ve tâbiîn asırlarında, bu gayretler neticesinde; bir ucu Atlas Okyanusu’na, bir ucu Çin’e kadar uzanan bir İslâm âlemi çok kısa bir sürede teşekkül etmiştir. Ecdâdımız Osmanlı da bu coğrafyayı hem korumuş hem de fütuhâtı Avrupa içlerine kadar taşımış, Balkanlarda mühim bir müslüman topluluğun mevcudiyetine vesile olmuştur.
İslâm’ın yayılmasıyla, yapılan savaşların, fetihlerin arasındaki bağ nedir? İslâm kılıç zoruyla mı yayılmıştır?
Hayır!..
İslâmiyet’e, kalbin tasdiki ve vicdanın kabulüyle girilir. Bunda ikrah / zorlama yoktur.6
Halîfe Hazret-i Ömer yaşlı bir hıristiyan kadına şöyle dedi:
“–İhtiyar! Müslüman ol selâmete er. Yüce Allah Hazret-i Muhammed’i hak din ile gönderdi.”
Bunun üzerine yaşlı kadın;
“–Ben ölüme yakınlaşmış yaşlı bir kadınım.” dedi.
O da;
“–Şâhid ol yâ Rab! Ben söyledim. Ancak dinde zorlama yoktur!” dedi.7
Müslümanların, hâkimiyet kurdukları yerlerdeki halka, İslâmiyet’i zorla benimsetmeye çalışmadıklarını birçok vesile ile ispatlayabiliriz. İşte asırlardır müslüman çoğunluğun yaşadığı Mısır, Suriye, Irak gibi yerlerde; Kıptî, Süryânî, Ermeni ve benzeri kadîm dinlere mensup kavimler hâlâ mevcutlar.
Altı asır Osmanlı hâkimiyetinin sürdüğü Balkanlar da bunun güzel bir misalidir. Osmanlı; zorla İslâmlaştırma gerçekleştirmiş olsaydı, hıristiyan Balkan milletlerinden hiçbiri bugüne ulaşamazdı.
İslâm tarihinde; zaman zaman siyâsî, askerî krizler yaşanmıştır. Emevîler zamanında yaşanan isyanlar, Abbâsîlerin hâkimiyeti ele alması, Haçlı saldırıları, Moğol istilâsı ve son asırda yaşanan işgal ve mağlûbiyetler… Eğer İslâm coğrafyası zorla İslâmlaştırılmış olsaydı, bu krizlerde zorla müslüman olan halklar hemen eski dinlerine dönerdi. Bunun da hemen hiçbir misali görülmemiştir.
İslâm’da ikrah sûretiyle dîni benimsetmeye çalışmak yok ise, cihâdın gayesi nedir?
CİHÂDIN GAYESİ
Cihâdın gayesi, insanların İslâm’a girebilmesinin önündeki engelleri kaldırmaktır. Eğer bir beldede, İslâm’ın tebliğinin, neşrinin önünde bir engel yoksa; o istikamette bir savaşa, bir fütuhat gayretine şâhitlik etmiyoruz.
Daha Rasûl-i Ekrem –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz hayattayken, Habeşistan bölgesinde İslâm yayılmaya başladı. Afrika’nın içlerine kadar muazzam bir coğrafyada müslümanlar çoğaldı. Buraya doğru orduların gitmesine gerek olmadı.
Yine Endonezya, Malezya, Filipinler gibi bugün milyonlarca müslümanın yaşadığı Asya beldelerine de hiçbir şekilde savaş himayesinde gidilmemiştir. Bu bölgenin insanı, dürüst tüccarlar vasıtasıyla İslâm ile müşerref olmuştur.
İslâm’ın yayılmasının karşısına dikilip, onu durdurmaya kalkan, Peygamberimiz’in davet mektubunu yırtıp hakaretler eden Kisrâ’nın Sâsânî devleti; elbette müslüman mücâhidler tarafından bertaraf edilmiştir ki, orada İslâm’ın tebliğine bir mâni kalmasın… Çok kısa sürede yıkılan Sâsânî devletinin kontrol ettiği bölge; müslümanların idaresine geçmiş, burada âdil bir idare kuran müslümanlar, kimseyi zorla İslâm’a sokmaya çalışmamıştır.
Yine teşkil ettikleri asker sayıları milyona varan haçlı ordularıyla İslâm’ı durdurmaya çalışan hıristiyan dünyası; müslümanların üzerine çullandıkça, müslümanlar elbette kendilerini ve dinlerini müdafaa etmek mecburiyetinde kalmışlardır.
Yani;
İslâm’ın kılıç zoruyla yayıldığı iddiası bir iftiradır.
Ancak, kılıçla engelleri bertaraf etmek, mâniaları kaldırmak elbette ki cihâdın hedefleri arasındadır.
Dün ve bugün beşerî ideolojiler de, anlayışlarını bütün dünyaya yaymaya, her yere hâkim olmaya çalışmışlardır. 1945’ten SSCB’nin dağıldığı 1990’lara kadar, komünizm ve sosyalizmin bütün dünyada hem askerî hem de hedef ülkelerin gençliğine hitap eden fikrî sahada nasıl korkutucu bir yayılma gösterdiği hâfızalarda tazedir. Din düşmanı olan komünizmin zehirli fikirlerine o yıllarda kapılan kesimler, hâlen aynı tavırlarını ülkemizde sürdürmektedir.
Kapitalizm ve günümüzdeki cinsî sapkınlıklara varan liberalizmin yine dünyada nasıl yayılmaya çalıştığını, bunun için gizli fonlar ve açık destekler kullandığını biliyoruz. Global / küresel güçlerin; «Demokrasi getireceğiz.» diyerek İslâm dünyasını nasıl kana buladıklarını biliyoruz.
Yani, bir fikrin, bir inancın, bir dünya görüşünün, herkese ve her yere ulaşmaya çalışması ve hâkimiyet kurmaya çalışması gayet tabiîdir. Ancak bunu uygularken nasıl bir metot izlediği mühimdir.
Eğer dünyanın herhangi bir yerinde İslâm dışı zâlim bir düzen varsa, dünyada huzurun olması mümkün değildir. Globalleşme tabirinin de anlattığı üzere, artık dünyanın herhangi bir yerindeki bir hâdise herkesi ilgilendirmektedir. Dünyanın bir ucunda deniz kirletilse, bundan öbür uçtaki kişi de zarar görmektedir.
Bizim cihaddan gayemiz insanlara İslâmiyet’i, Müslümanlığı anlatmaktır. Cihâdın gayesi toprak elde etmek değildir. İslâm devletine toprak kazandırmak değildir. Cihâdın gayesi; insanlığa, Allâh’ın dînini, hak dîni, Müslümanlığı anlatabilme imkânına kavuşmaktır.
Bu imkânın önüne set çeken;
“–Sen burada benim halkıma, benim insanlarıma gelip de İslâmiyet’i anlatamazsın!” diye bir engel koyan olursa, işte müslüman o engeli kaldırmak için cihâd eder. Çünkü o idare, o güç, kendi insanına zulmediyor demektir.
Dînimizde cana kıymak en ağır cürümlerdendir. Âyet-i kerîmede;
“Bir kişiyi yaşatan, bütün insanları yaşatmış gibidir. Bir insanı katleden bütün insanlığı katletmiş gibidir.”8 buyurularak, bir tek canın dahî Allah katında nasıl aziz olduğu gösterilmiştir.
Müslümanın kan dökmek diye bir arzusu olmaz. Bilâkis ölen bir gayr-i müslimin de ızdırâbını duyarız. Onu kurtaramadığımız için acı hissederiz.
Düşünelim; bir deprem olmuş, enkazın altından insanlar kurtarılmaya çalışılıyor. Bir kişi kurtarıldığında herkesin yüzü gülüyor. Eğer bir kişinin cansız bedeni enkazın altından çıkarılırsa herkesin yüzü asılıyor, üzülüyorlar.
Müslümanın cihaddaki gayesi de böyledir. İslâm’dan uzak insanlar, küfür mezbeleliğinde can çekişiyorlar. Müslümanın gayesi, onları hidâyetle hayata döndürmektir.
ÜÇ TEKLİF
Bu muvâcehede;
İslâm adına cihâd eden ordular, karşılarına dikilen muhataplarına, muhasara ettikleri şehirlerin idarecilerine şu üç maddeli teklifi sunmak mecburiyetindedir:9
•Biz İslâm’ı anlatmaya geldik. İslâm’ı kabul edin. Din kardeşi olalım. Canınız, malınız, her türlü hak ve salâhiyetimiz aynı olsun.
•Eğer; «Müslüman olmayız!» derseniz, İslâm’ın, müslümanların hâkimiyetini kabul edin. Cizye ödeyerek, teslim olun. Din hürriyeti içerisinde memleketinizde yaşamaya devam edeceksiniz.
•Bunu da kabul etmiyorsanız, savaşmaktan başka bir çare kalmamaktadır.
Bir başka teklif de, vira uygulaması olmuştur. Bu da şehir ahâlisinin, şehri teslim edip, kendilerinin dâru’l-harbe / dindaşlarının yanına gitmesidir. Karşılıklı anlaşma yoluyla şehri teslim eden ama cizye verip kalmayı kabul etmeyen ahâli, can ve mal güvenliği içerisinde kaleden ayrılır. Osmanlı’nın birçok şehir ve kale fethi vira yoluyla olmuştur.
CİZYE
Burada cizyenin; sadece eli ayağı tutan, sağlıklı olup pîr-i fânî olmayan erkek gayr-i müslimlerden alınan yıllık bir vergi olduğunu zikredelim.10 Yani kadınlar, yaşlılar, çocuklar cizye ödemezler. Kuraklık ve benzeri zamanlarda cizyenin affedileceğini de kitaplarımızda okumaktayız.11
Aslında cizye, bir can ve mal sigortası gibidir. Şöyle ki;
Bu sağlıklı ve erkek gayr-i müslimler; kendi dinlerinden bir idare altında yaşasalardı, ihtiyaç hâlinde orduya alınacak ve savaşa gideceklerdi. Yine yaşadıkları bölgeye bir işgal teşebbüsü olursa, ülkelerini savunmak zorunda kalacaklardı. Hâlbuki İslâm idaresi; onlardan askerlik hizmeti almadığı gibi, onların can ve mal güvenliğini de sağlamaktadır. İşte cizye bunun karşılığıdır.
İslâm tarihinde; müslüman idareciler, bir bölgeyi koruyamayıp çekilmek zorunda kaldıklarında, o bölgeden aldıkları cizyeyi iade etmişlerdir. Bu müthiş hakkāniyet örneği, tarihte defalarca yaşanmıştır. Bu adâleti gören gayr-i müslim ahâli ise, müslüman idareciler safında düşmana karşı savaşmıştır.12
Üçüncü şık gerçekleştikten sonra İslâm orduları galip gelirse, yine halka cizye teklif edilir.
Bu tekliflerin sırf bir prosedür olarak görülmediğine, sıkı bir şekilde tatbik edildiğine dair bazı kıssalar nakledelim:
İYİ ARAŞTIRIN!
Üsâme bin Zeyd –radıyallâhu anhümâ– şöyle anlatır:
Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz, bizi Cüheyne kabîlesinin Huraka kolu üzerine göndermişti. Sabahleyin onlar sularının başındayken, üzerlerine hücum ettik. Ben ve ensardan bir kişi, onlardan bir adama ulaştık. Üzerine yürüyünce, adam;
لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ
“Allah’tan başka ilâh yoktur!” dedi. Bunun üzerine ensardan olan arkadaşım hücumdan vazgeçti; bense mızrağımı adama sapladım ve onu öldürdüm. Medine’ye döndüğümüzde bu hâdise Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kulağına gitti ve bana;
“–Ey Üsâme! Lâ ilâhe illâllah dedikten sonra adamı öldürdün ha?” buyurdu. Ben;
“– Yâ Rasûlâllah! O, bu sözü sadece canını kurtarmak için söyledi!” dedim.
Peygamber Efendimiz tekrar;
“– Lâ ilâhe illâllah dedikten sonra adamı öldürdün ha?” diye yine sordu ve bu sözü o kadar çok tekrarladı ki, ben, daha önce müslüman olmamış olmayı (yani o hâdiseden sonra müslüman olmayı) bile temennî ettim.13
Bir rivâyette Efendimiz şöyle demiştir:
“–Kalbini mi yardın ki, bu sebeple söyleyip söylemediğini bilesin?”14
Yani müslümanlar, zâhirle hükmetmek ve müslüman olduğunu ilân edenlere müslüman olarak muamele etmek zorundadır.
Peygamber Efendimiz bu hâdiseye son derece üzüldü ve bunun üzerine şu âyet-i kerîme indi:
“Ey îmân edenler! Allah yolunda cihâd için sefere çıktığınız zaman iyice araştırın, dikkatli olun da size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatlerini arzulayarak;
«–Sen mü’min değilsin!» demeyin!
Unutmayın ki, Allah katında pek çok ganîmetler vardır. Daha önceleri siz de onlar gibiydiniz; Allah size îman nimetini lutfetti. O hâlde iyice araştırın da bir yanlışlık yapmayın! Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”15
Hâdisede geçen Üsâme –radıyallâhu anh-, Peygamberimiz’in çok sevdiği Zeyd bin Hârise –radıyallâhu anh–’ın oğludur ve Efendimiz Hazret-i Üsâme’yi de çok severdi. Buna rağmen bu hususta onu azarlamıştır. Bu gibi hâdiselerde, Peygamberimiz maktullerin diyetlerini ödeyerek, maddî tazmin yoluna gitmiştir.
Bu üç teklif usûlünün ihmali hâlinde, ne yapılacağını da Semerkant fethinde görüyoruz:
Rivâyete göre; Semerkant’ın fethinde, İslâm orduları oradakiler hazırlıksız yakalansın diye bu teklifi yapmaksızın şehri serî bir istîlâ ile ele geçirmişler. Fakat İslâm’ın bu kaidesi öyle yayılmış ki; Semerkantlılar bu üçlü teklifin yapılması gerekip de ihmal edildiği hususunu, halîfe Hazret-i Ömer’e bir elçi ile iletmişler ve;
“–Bize böyle bir teklifte bulunulmadı. Şayet böyle bir teklifte bulunulmuş olsaydı biz ona göre bir tavır takınırdık…” demişler.
Bunun üzerine Hazret-i Ömer Efendimiz bir fermanla kumandana üç satırlık bir mektupla ulaşmış ve demiş ki:
“Asker derhâl şehri terk etsin ve usûle uygun teklifi yapın!”
Emir yerine getirilmiş. Asker şehrin dışına çıkarılmış ve içeriye usûlüne uygun elçi gönderilmiş. Semerkantlılar da ilk teklifi, yani Müslümanlığı kabul etmişler. Böylelikle canlarını, mallarını korumuşlar. O bölgeden İmam Buhârîler, İmam Müslimler, İmam Matürîdîler yetişmiştir.
HARP HUKUKU ve RADİKALİZM
Üçüncü ihtimal yani savaş gerçekleşirse, orada da İslâm harp hukuku devreye girer. Kadın, çocuk ve ihtiyarlar, savaşa dâhil olmayan din adamları asla öldürülmez, hedef ittihâz edilmez. İbâdethâneler yıkılmaz, ağaçlar yakılmaz. Peygamberimiz’in bu hususta da çok açık tâlimatları ve uyulmadığında yaptığı îkazları hadis külliyâtında kayıtlıdır.16
Savaş hukukunda mukabele-i bi’l-misil esastır. Meselâ savaş esirlerinin köleleştirilmesi, İslâm’dan önce de mevcut olan bir statüdür. İslâm, köleliği insaf ölçüleri içerisinde iyileştirerek devam ettirmiştir.
Bu hususta akla gelebilecek bir sual de şudur:
İslâm’da böyle hassas bir harp hukuku olduğu hâlde, neden İslâmofobiyi doğuran hâdiseler yaşanıyor? Neden sivilleri öldürmeyi önemsemeyen, birtakım terör faaliyetleri tertipleyen müslüman gruplar zuhûr ediyor?
Bunun müsebbibi de, İslâm’a şiddet iftirası atan mihrakların kendisidir. “Demokrasi getireceğiz!” diyerek, aslında;
•Petrol ve değerli madenlerini çalmak,
•İslâm ülkelerinin istikrarını bozarak İsrail’in rahat etmesini sağlamak gibi maksatlarla müslüman beldeler işgal edildi, ediliyor. Birçok müslüman ülkesinde darbeler tertip ediyorlar, iç karışıklıklar ortaya çıkarıyorlar. Taraflara silâh satıp iç savaş tezgâhlıyorlar. Bunun sonunda ortam bir bataklığa dönüyor. Bataklık varken; «Sinek nereden çıktı?» diye sorulmaz. «Bu gül bahçeleri niye bataklığa döndü?» diye sorulur. Ailesi bombalamalarda şehîd olmuş, kendisi yersiz, yurtsuz kalmış, İslâmî ilimleri sağlıklı bir ortamda tahsil etmemiş yetimlerin hangi çizgiye savrulacağı belli olmaz.
Ayrıca;
Sivillere yönelik saldırı ve benzerlerini yapan gruplarda görüyoruz ki; bizim klâsik medrese ve mezheplerimizin, yani kadîm medeniyetimizin anlayışıyla yetişmiş değildirler. Tersine bu nevi davranışlar; batı tarafından desteklenen, müslümanlara karşı da şedit, tekfirci, radikal görüşlere sahip gruplardan çıkmaktadır. Orantısız, asimetrik savaşlarda, bu gruplar kendi fetvâlarını kendileri üretip kontrol dışı davranabiliyorlar. Dolayısıyla, bunların yaptıklarını İslâm’a mâl etmek asla doğru değildir.
CAMİYE ÇEVRİLEN KİLİSELER
Akla şöyle bir sual gelebilir:
İslâm, gayr-i müslimleri zimmî olarak kabul ediyor ve onların dinlerine karışmıyorsa, mâbedlerine nasıl el koyuyor? Bugün kiliseden çevrilmiş camiler görüyoruz.
Yine üç şıkkı hatırlamalıyız:
Eğer bir belde halkı müslüman olmuşsa, elbette ibâdethâne ihtiyacı ile, eski kilisesini camiye tahvil eder. Gayr-i müslimlerin terk edip gittiği, son derecede azaldığı yerlerdeki kiliselerin de camiye çevrilmesi tabiî görülmelidir.17
Bugün batıda bazı ülkelerde, müslümanların terk edilmiş kiliseleri satın alıp cami olarak kullandıklarını biliyoruz.
Cizye verip zimmî statüsünü kabul eden gayr-i müslimlerin, kendi ihtiyaçları olan mâbedlerini korumalarına ve ihtiyaç oldukça tamir etmelerine izin verilmiştir.18
Bir belde fethedildiğinde, mağlûp devletin saray ve benzeri emlâki de fatihlerin eline geçer. Ayasofya gibi sembol değerindeki bir büyük mâbed bu şekilde İstanbul’un câmi-i kebîri olmuştur. Fatih Sultan Mehmed Hân’ın husûsî mülkü olup vakfedilmiştir.
Yani ecdâdımız bu hususta zorla el koyma yapmamıştır.19 Hâlâ tarihî şehirlerimizde birçok kilise ve havra ayaktadır.
Buna karşılık;
Endülüs ve Balkanların müslümanların elinden çıktıktan sonra; ecdâdın vakıflarının, camilerinin, medreselerinin nasıl bir yağmaya sahne olduğunu biliyoruz.
Rabbimiz, İslâm âlemini sahâbe-i kiram ve sonrasından ecdâdımızın fetihlerine kadar süren muhteşem güç ve kuvvetine yeniden döndürsün. Bizleri; mazlumlara imdat edip, zâlimleri durduran hüviyet-i asliyemizi yeniden lutfeylesin. Rabbimiz, dünyaya yeniden gerçek adâlet ve hakkāniyeti temâşâ ettirmemizi nasip kılsın. Âmîn!..
______________
1 Merhum Muhammed Hamîdullah Hoca bu mektupların orijinallerini neşretmiştir. Bu eser Türkçeye de çevrilmiştir. Hazret-i Peygamber’in Altı Orijinal Diplomatik Mektubu, trc. Mehmet YAZGAN, İstanbul 1998.
2 es-Sebe’, 28.
3 el-En‘âm, 19.
4 el-A‘râf, 158.
5 Bkz. Âl-i İmrân, 104-110.
6 Bkz. el-Bakara, 256; el-Ğâşiye, 22.
7 Dârekutnî, Tahâre, I/39 63; Beyhakî, I/52, 130.
8 Bkz. el-Mâide, 32.
9 Bkz. Kütüb-i Sitte, Cihad bölümleri.
10 Cizye hakkında bkz. et-Tevbe, 29.
11 Mevsılî, İhtiyâr li-Ta‘lîli’l–Muhtâr, Matbatü’l-Halebî, Kahire 1937, c. IV, s. 138.
12 Belâzürî, Fütûhu’l-Büldân, Beyrut 1987, s. 187.
13 Buhârî, Diyât, 2; Müslim, Îmân, 158-159.
14 Müslim, Îmân, 158.
15 en-Nisâ, 94.
16 Müslim, Cihâd, 3; Ahmed, V, 352, 358; Ahmed, I, 300; Taberânî, Kebîr, XI, 224/11562; Buhârî, Cihâd, 148; Müslim, Cihâd, 24, 25; Taberânî, Evsat, I, 48/135; İbn-i Mâce, Cihâd, 30; Vâkıdî, III, 912; Abdürrezzak, Musannef, V, 220.
17 Kaynaklar; meselâ İstanbul’da terk edilmiş kilise ve manastırların II. Bâyezid zamanında, fetihten bir müddet sonra şenlendirildiğini, cami, tekke ve benzeri yapılara çevrildiğini bildiriyor. Fatih’teki Fenârî İsa Camii bunlara bir örnektir. https://islamansiklopedisi.org.tr/fenari-isa-camii
18 Mevsılî, İhtiyâr li-Ta‘lîli’l–Muhtâr, Matbatü’l-Halebî, Kahire 1937, c. IV, s. 138.
19 Hususen Osmanlı’nın fethettiği bölgelerde tebaaya karşı gözettiği yumuşak tavır için: https://islamansiklopedisi.org.tr/istimalet