İslâm’ın İlk Büyük Savaşı BEDİR GAZVESİ -5-
Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr
Bedir; Medine’nin 160 kilometre kadar güney batısında, Kızıldeniz sahiline 30 kilometre uzaklıkta, Mekke-Medine yolunun Suriye kervan yoluyla birleştiği yerde bulunan küçük bir kasaba idi.1
Bedir yöresinde yaşayan insanlar; gelip geçerken burada konaklayan kervanlardan, hizmetleri karşılığında aldıkları parayla ve hayvancılıkla geçinen bedevîlerdi. Ayrıca kasabada; her yıl Zilkāde ayının başından itibaren, sekiz gün devam eden büyük bir panayır kurulurdu.2 Bunların yanında Bedir bölgesini asıl öne çıkaran, meşhur Bedir Gazvesi hâdisesidir.3
Mekke ile Medine arasında bulunan Bedir4 hakkında çeşitli rivâyetler olup, bir su kuyusunun veya onu kazanın ismi olduğu bildirilmektedir.5
Kureyş müşrikleriyle yapılan ilk savaşın yeri olan Bedir’in Medine’ye uzaklığının 160 kilometre olduğunu bir defa daha tekrarlamakta fayda vardır.6
Mekke’den çıkarken kervanı kurtarmak için hareket eden müşrik ordusu, kervanın yolunu değiştirip kurtulduğunu öğrenmişti. Çıkış gayesi bu olduğu ve Ebû Süfyan, kervanın kurtulduğunu haber verdiği hâlde; müşrik ordusu geri dönmedi. Bu çıkışı büyük bir fırsat olarak düşünüp; müslümanları ortadan kaldırmak için, Bedir istikametinde yoluna devam ederek, gelip Bedir’de karargâh kurdular.
İslâm ordusu da, Bedir’e gelmiş ve karargâhını kurmuştu.
Rasûlullah –aleyhisselâm-; akşam olunca, Hazret-i Ali, Hazret-i Zübeyr bin Avvâm, Hazret-i Sa‘d bin Ebû Vakkas ve ashâbından başka bazı kişileri, müşrikler hakkında bilgi edinmeleri için, Bedir suyu taraflarına gönderdi.
Bu sayıca küçük, fakat asâletçe büyük birlik; gidip, gerekli araştırma, inceleme ve istihbarat faaliyetlerini yaptılar.
Bunun yanında, müşriklere develerle su taşıyanlardan Benî Haccâc’ın kölesi Eşlem ile Benî Âs bin Saîd’in kölesi Arîz Ebû Yesâr’ı yakalayıp getirdiler.
Geri döndükleri sırada, Rasûlullah –aleyhisselâm-; nâfile olarak namaz kılıyor ve kıyamda bulunuyordu. Zaman kazanmak için, hemen bu köleleri sorguya çektiler. Köleler de korkularından her şeyi olduğu gibi anlatmaya başladılar. Onların anlattıklarına inanmayan sahâbîler kızarak, doğru söylemeleri için daha sert davranışlarda bulundular. Onlar da bu sefer başka şeyler söylemeye başladılar!
Bu arada namazını bitiren Rasûlullah –aleyhisselâm-, sevgili ashâbına tebessümle bakarak, onları uyardı:
–Size doğru söyledikleri zaman, onlara kızıp dövdünüz! Fakat yalan söyledikleri zaman, onları bıraktınız! Onlar doğru söylediler. Onlar müşrik ordusunun adamlarıdır!
Rasûlullah –aleyhisselâm-; böyle buyurduktan sonra, esir kölelere döndü:
–Bana müşrik ordusundan doğru bilgi verirseniz, ben de size emân veririm!
–Mekke’den gelen müşrikler, işte şu gördüğünüz kum tepesinin arkasındaki vâdinin öbür yakasındadırlar!
–Ordunun sayısı ne kadardır?
–Çoktur! Sadece çok olduklarını biliyoruz, sayılarını bilmiyoruz!
–Her gün, kaç deve boğazlıyorlar?
–Bir gün 9, bir gün 10!
Esirlerin bu cevabı üzerine, Rasûlullah –aleyhisselâm-;
“–900 ile 1000 kişi arasında olmalılar.” buyurduktan sonra, tekrar sordu:
–Onların içlerinde, Kureyşîlerin eşrâfından kimler var?
–Amr bin Hişâm (Ebû Cehil), Utbe bin Rebîa, Şeybe bin Rebîa, Ebu’1-Bahterî bin Hişam, Nevfel bin Huveylid, Hâris bin Âmir bin Nufeyl, Tuayme bin Adiyy bin Nevfel, Nadr bin Hâris, Zem‘a bin Esved, Ümeyye bin Halef, Nübeyh bin Haccâc, Münebbih bin Haccâc, Hakîm bin Hizam, Süheyl bin Amr, Amr bin Abd-i Vedd, İkrime bin Amr, İkrime bin Ebû Cehil ve daha başkaları vardır!
Bunun üzerine, Rasûlullah –aleyhisselâm-, sevgili ashâbına dönüp, mânidar bir cümle kullandı:
–Mekke ciğerpârelerini sizin önünüze atmış demektir bu!
Rasûlullah –aleyhisselâm-, tekrar suculara döndü:
–Kureyşîlerden; gelirlerken, yolda onlardan ayrılıp geri dönen kimseler oldu mu?
–Ebû Süfyan’ın kervanı kurtardığı haberi gelince, dönenler oldu tabiî. Bunlar arasında İbn-i Şerîk ve daha başkaları, Benî Zühre ile geri döndü!
–Kendisi doğru yolda olmadığı hâlde, Benî Zühre’ye doğru yolu göstermiştir! Onlardan başka, kimler geri döndü?
–Adiyy bin Kâ‘b Oğulları da dönenler arasındaydı!
İslâm ordusu gelmeden önce Bedir’e gelen müşrikler; bir kum tepesinin arkasındaki Yelyel Vâdisi içinde, Medine’ye en uzak olan kıyısında konaklamışlardı. Oldukça kalabalık olan müşrik ordusu, etrafa korku salmaya çalışıyordu.
Bedir bölgesindeki su kuyuları, buradaki vâdinin Medine’ye en yakın olan kıyısında bulunuyordu.7
Rasûlullah –aleyhisselâm-, sevgili ashâbı ile birlikte Bedir’e en yakın olan suyun başına gelip, konaklamıştı. Burası geçici karargâh olarak anıldı. Çok zaman geçmeden yeni bir karargâh yeri için, sahâbîleri ile istişârede bulundu çünkü.
Hazret-i Hubâb bin Münzir bin el-Ensârî8 bu hususta görüş sahibi olarak tanınırdı. İlk sözü o aldı:
–Yâ Rasûlâllah! Ben buraları ve yine buralardaki kuyuları iyi bilirim. Onların tatlı sulu ve suları çekilmeyenleri olduğu gibi, kesilmiş olanları da benim malûmumdur! Biz harp ehliyiz yâ Rasûlâllah! Bu konak yeri karargâh olmaya elverişli değildir. Sen bizi buradan kaldır! Mekke müşriklerine en yakın olan bir suyun başına gidelim ve orada konaklayalım. Başında konakladığımız suyun gerisindeki bütün kuyuları kapatalım. Yanına varacağımız suyun üzerinde bir havuz yapalım ve içini su ile dolduralım. Onlarla savaşırken, biz havuzumuzdan içelim, onlar içemesinler (susuz kalsınlar)!9
–Allah seni hayırla mükâfatlandırsın!10
Rasûlullah –aleyhisselâm-, Hazret-i Hubâb’ın bu güzel görüşünü ve tavsiyesini beğendi. Hemen oradan kalkıp, müşriklere en yakın yere varıp konakladılar. Yanına varılan suyun üzerinde bir havuz yapılarak, içi su ile dolduruldu ve su içmek için, havuza kaplar da bırakıldı.11
Hazret-i Sa‘d bin Muaz, burada çok enteresan bir teklifte bulundu:
–Ey Allâh’ın Rasûlü! Biz Sana hurma dallarından, içinde duracağın bir gölgelik yapalım. Bineklerini de yanında bulunduralım. Sonra; biz düşmanımızla karşılaşır, çarpışırız.
Eğer ki Allah; onlara karşı güç, kuvvet verir, bizi onlara galip kılarsa ki, zaten arzu ettiğimiz şey de budur, ne âlâ!
Başka türlüsü olursa, Sen binitine atlar, geride bıraktığımız ve bizden olan kimselerin yanına varır, ulaşırsın!
Ey Allâh’ın Rasûlü! Onlar da Sen’i bizim gibi çok severler. Onlardan geride kalan çok insan vardır. Eğer onlar Sen’in savaşla karşılaşacağını bilselerdi, Sen’den asla geride kalmazlardı. Allah Sen’i onlarla korur. Onlar Sana candan bağlıdırlar ve Sen’in yanında ölünceye kadar cihâd edicidirler!12
–Hayatım da memâtım (ölümüm) da sizinle beraberdir!13
Rasûlullah –aleyhisselâm– böyle buyurduktan sonra; Allâh’a hamd ü senâ edip, Hazret-i Sa‘d bin Muaz için de hayır duâda bulundu.14
Rasûlullah –aleyhisselâm-; kısa sürede yapılan karargâh gölgeliğine, Hazret-i Ebûbekir ile birlikte girip oturdu. Hazret-i Sa‘d bin Muaz; kılıcını sıyırıp, gölgeliğin kapısı önünde nöbete dikildi.
Rasûlullah –aleyhisselâm-; vahiy olmayan her konuda, mutlaka sevgili ashâbı ile istişâre ederdi. Savaş taktiği konusunda da istişâre etti. Sahâbîler tarafından çeşitli taktik ve usûller ortaya kondu.
Bundan sonra Rasûlullah –aleyhisselâm– tekrar sordu:
–Siz, nasıl çarpışırsınız?15
Ensâr-ı kiramdan Hazret-i Âsım bin Sâbit hemen kalkarak, yay ve okunu eline aldı. Sonra da anlatmaya başladı:
–Ey Allâh’ın Rasûlü! Biz hepimiz birer savaş eriyiz. Bu yüzden savaşı iyi biliriz. Düşmanlar bize 200 zirâ (ya da arşın) veya buna yakın mesafede bulundukları zaman, yayımızla ok atışı yaparız!
Ok ve yayını bırakarak, mızrağı eline aldı:
–Her iki taraf için etkili mesafede yani birbirimize mızrak erişecek kadar yaklaştığımız zaman, kırılıncaya kadar, mızraklarla çarpışırız!
Bu sefer de mızrağı bırakıp, serî bir şekilde kılıç kuşandı. Ardından da kılıcını kınından sıyırıp, haykırdı:
–Sonra da kılıçlarımıza sarılırız; asıl çarpışma da kılıçla olur!16
Rasûlullah –aleyhisselâm-, onun böyle canlı anlatımından çok memnun oldu. Sonra da şöyle buyurdu:
–İşte, çarpışmanın usûlü böyledir! Düşman ile çarpışacak olan kimse, Âsım’ın anlatıp çarpışması gibi çarpışsın!17
Peygamber Efendimiz, ashâbı ile istişâre ederdi.
–Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-
__________________________________
1 Vâkıdî, el-Megāzî, c. 1, s. 58; Mustafa FAYDA, «Bedir Gazvesi», DİA, c. 5, s. 325.
2 Vâkıdî, el-Megāzî, c. 1, s. 19; İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n–Nebeviyye, c. 1, s. 606; İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l–Kübrâ, c. 2, s. 11; Mustafa FAYDA, «Bedir», DİA, c. 5, s. 325.
3 Bütün bunlar bir yana; Bedir, İslâm ordusu ile Mekke müşrikleri arasında yapılan ilk büyük savaş yeri olması sebebiyle, daha çok bu yönüyle meşhur olmuştur.
4 Taberî, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli’l-Kur’ân, c. 4, s. 75.
5 Râgıb el-İsfahânî, Müfredâtü elfâzi’l-Kur’ân (el-Müfredât), c. 1, s. 38; Yâkût, Mu’cemü’l-Büldân, c. 1, s. 358.
6 Belâzürî, Ensâbü’l-Eşrâf, c. 1, s. 288; Yâkût, Mu‘cemü’l-Büldân, c. 1, s. 358; Mustafa Âsım KÖKSAL, İslâm Târihi, c. 3, s. 265.
7 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n–Nebeviyye, c. 2, s. 271; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 276; Beyhakî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 3, s. 34-35; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, c. 2, s. 121; İbn-i Seyyidü’n-Nâs, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 251; Zehebî, Târîhu’l-İslâm, s. 33; Ebu’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 266.
8 الحباب بن المنذر
9 İbn-i Seyyidü’n-Nâs, Uyûnü’l-Eser fî Fünûni’l-Megāzî ve’ş-Şemâil ve’s-Siyer, c. 1, s. 251.
10 Vâkıdî, el-Megāzî, c. 1, s. 53; İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n–Nebeviyye, c. 2, s. 272; İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l–Kübrâ, c. 2, s. 15, c. 3, s. 567; Belâzürî, Ensâbü’l-Eşrâf, c. 1, s. 293; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 276; Belâzürî, Ensâbü’l-Eşrâf, c. 3, s. 34-35.
11 Mustafa Âsım KÖKSAL, İslâm Târihi, c. 3, s. 312.
12 Vâkıdî, el-Megāzî, c. 1, s. 49; İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n–Nebeviyye, c. 2, s. 272-273.
13 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l–Kübrâ, c. 2, s. 15; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 277; Beyhakî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 3, s. 44; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, c. 2, s. 122; Ebu’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 268.
14 İbn-i Seyyidü’n-Nâs, Uyûnü’l-Eser fî Fünûni’l-Megāzî ve’ş-Şemâil ve’s-Siyer, c. 1, s. 252.
15 Alâüddîn Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl fî Süneni’l-akvâl-ve’l-ef‘âl, c. 10, s. 403.
16 İbn-i Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fî Mârifeti’s-Sahâbe, c. 2, s. 45.
17 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n–Nebeviyye, c. 2, s. 287; İbn-i Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fî Mârifeti’s-Sahâbe, c. 2, s. 245; Alâüddîn Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, c. 404; Mustafa Âsım KÖKSAL, İslâm Târihi, c. 3, s. 314-315.