ÂHİRET AŞKI

Mehmet MENCET

İnsana hayatında rehberlik, mutluluk, dünya ve âhiret güzelliği kazandıracak temel unsurlardan bazıları sevgi ve muhabbettir.

“Yaratılanı hoş gör, Yaratan’dan ötürü.” düsturu hayatımızın nirengi noktası olursa, bu her zaman bizim için mutluluk sağlar. Kuvvetli bir îman, sevgi ve aşk derecesinde bir inanç; insana sonsuz bir saâdet bahşeder. Tarihte bunu en güzel şekilde gösteren nice hâdise vardır. Meselâ;

•Firavun’un sihirbazları; ateşe atılmayı göze alarak, ebedî hayatlarını kurtarmışlar, Firavun’a teslim olmamışlardır.

•Hazret-i İsa’nın havârîleri ve ona inananlar; ateşli hendeklere atılmayı göze alarak inançlarını korumuşlardır.

•Peygamberimiz döneminde de sahâbeler (Ammâr, Yâsîr ve annesi gibi sayısız sahâbîler); ölüm, zulüm, boykot gibi insana yapılacak en büyük işkencelere rağmen Peygamberimiz’in yanından ayrılmamışlardır. Bütün bu işkencelere katlanma gücü veren ise Allah sevgisi ve kuvvetli bir inançtır. Yûnus Emre Hazretleri bunu, şu mısralarıyla anlatır:

Gönlüm düştü bu sevdâya,
Gel gör beni, aşk neyledi…
Başımı verdim kavgaya,
Gel gör beni, aşk neyledi…

Aşkın beni mest eyledi,
Aldı gönlüm hast’eyledi,
Öldürmeye kast eyledi;
Gel gör beni, aşk neyledi…

Ne varlığa sevinirim,
Ne yokluğa yerinirim,
Aşkın ile avunurum;
Gel gör beni, aşk neyledi…

Ayırma beni Sen’den Yaradan!
Düşer ölürüm, ben bu yaradan.
Öldüğüm için gam mı çekerim;
Alır canımı bir gün Yaradan.

Bu şekilde Allah aşkını kaleme döken sayısız şairimiz vardır. Tıpkı bu şairler gibi, bizim de gönül sevdamız öncelikle Allah aşkı olacak. Daha sonra âlemlere rahmet olarak gönderilen Allâh’ın rasûlleri ve seçkin kulları sevmek, tabiî öncelikle peygamberlerin efendisi Peygamberimiz Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i; canımızdan, eşimizden, çocuklarımızdan çok sevmek…

Yine yukarıda açıkladığımız gibi, Peygamberimiz’in ismini duyup ona âşık olan Veysel Karânîler misâli; Allâh’ın binlerce güzel kulu vardır. Dikkatimi çeken; rahmetli Mehmed Âkif’in Safahât adlı eserinde Sudanlı bir müslüman âşığın ağzından yazdığı şu mısralardır:

Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca, sahrânın;
Benim de rûhumu yaktıkça yaktı hicrânın!
Harîm-i pâkine can atmak istedim durdum;
Gerildi karşıma yıllarca âilem, yurdum.
«Tahammül et!» dediler… Hangi bir zamâna kadar?
Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var!
Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak;
Önümde durmadı artık, ne hânüman, ne ocak…
Yıkıldı hepsi… Ben aştım diyâr-ı Sûdân’ı,
Üç ay; «Tihâme!» deyip çiğnedim beyâbânı.
Kemiklerim bile yanmıştı belki sahrâda;
Yetişmeseydin eğer, yâ Muhammed, imdâda:
Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin;
Akarsular gibi çağlardı her tarafta sesin!

İrâdem olduğu gündür senin irâdene râm,
Bir ân için bana yollarda durmak oldu harâm.

Bütün heyâkil-i hilkatle hasbihâl ettim;
Leyâle derdimi döktüm, cibâli söylettim!
Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü…
Nücûma sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü?
Azâb-ı hecrine katlandım elli üç senedir…
Sonunda alnıma çarpan bu zâlim örtü nedir?
Beş-altı sîneyi hicrân içinde inleterek,
Çıkan yüreklere hüsran mı, merhamet mi gerek?
Demir nikābını kaldır mezâr-ı pâkinden;
Bu hasta rûhumu artık ayırma hâkinden!
Nedir o meş‘ale? Nûrun mu? Yâ Rasûlâllah!..

Sükûn içinde bir an geçti, sonra bir kısa «ah!»…
Ne gördüm, oh! Serilmiş zemîne Sûdanlı…
Başında, ağlayarak bir zavallı Seylânlı,
Öpüp öpüp kapıyor elleriyle gözlerini.

Şanlı ecdâdımız, Osmanlı’nın; Allah, Kur’ân, Peygamber sevgisi üzerine esas alınan düzeninde, mânevî mimar olan Edebâlî Hazretleri, devletin kurucusu Osman Gazi’ye yaptığı tarihî nasihatlerinde şu gerçekleri hatırlatır:

Oğul! Geçmişini bilmeyen câhil,
Geleceği bilmez, yok ona sebil.
Geçmişi bil, geleceğe sağlam bas;
Sonsuzluk tahtında, Arş’a kılıç as!
Nerden geldin unutma ki bu yere,
Tâ unutmayasın gidişin nere! (Nazmeden: Seyrî)

Allah ve Peygamber sevgisi söz konusu olunca, Hazret-i Mevlânâ’yı anmamak mümkün değildir. Peygamberimiz buyurur:

“Hiç şüphe yoktur ki, (gerçek) âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler (ise); ne dinarı, ne de dirhemi mîras bırakmışlardır. Onlar mîras olarak ilmi bırakmışlardır. Kim o ilmi alırsa, çok büyük bir nasibi almış olur.” (Ebû Dâvûd, İlim, 1)

Hazret-i Mevlânâ deyince bizim kelimelerimiz o mübârek zâtı anlatmaya yetmez. Bizim gibi âciz kulların işi değildir. Bize sadece aktarmak düşer. Bunun en güzel örneğini Muhterem Üstâdımız Osman Nûri TOPBAŞ Hazretleri Mesnevi Bahçesi’nden Bir Testi Su adlı eserinde anlatır, yansıtır, güzel bir şekilde gönüllere merhem eder.

Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurur:

“Rabbim! Eğer Sen’in merhametini yalnız sâlihlerin ümit etmesi gerekiyorsa, mücrimler kime gidip sığınsınlar?..

Ey ulu Allâh’ım! Eğer Sen yalnız has kullarını kabul ediyorsan, mücrimler kime gidip sığınsınlar?.. (Muhakkak ki Sen, merhametlilerin en merhametlisisin!..)

Bu can, bu tende oldukça Kur’ân’a kulum, köleyim; Muhammed Muhtâr’ın yolunun toprağıyım… Birisi sözlerimden, bundan başka söz naklederse, o kişiden de bîzârım, o sözden de…”

Yukarıda arz etmeye çalıştığımız sayısız mütefekkirlerin ve âşıkların içinde Es‘ad Erbîlî Hazretleri’ni de anmadan geçemeyeceğiz. Ateş redifli şiirinin günümüz Türkçesiyle ifadesi şöyle:

“Habîbim; Sen’in güzelliğinin tecellî ederek ortaya çıkmasından dolayı, Sana âşık olan ilkbahar dahî ateş kesilmiş! Gül ateş, bülbül ateş, sümbül ateş, toprak ve diken bile aşk ateşi içinde!..

Bütün âşıkları yakan, o mübârek yüzünün güneş gibi parlak nûrudur… Bu sebeple gönül ateş, kalp ateş, aşkınla ağlayan şu iki göz dahî ateş!..

Bu kadar ateş içinde aşk şehîdini gasletmek ne mümkün?!. Zira ceset ateş, kefen ateş, tatlı su bile ateş kesilmiş!

Ben gönlümün, safâ bulup rahata kavuşması arzusundan vazgeçtim. Zira safâ ateş, cefâ ateş, kaçmak ateş, kalmak ateş!

Sultanım! Ne yapsam bu mahzun gönlümü sevindiremem! Zira dert ateş, dert ortağı ateş, hattâ sevinme arzusu bile ateş!

O gül yüzlü güzel Sevgili, gözlerinden aşk ateşi saçıp dururken -hâşâ- Es‘ad hiç Yâr’inden kendisine rahatlık ve huzur vermesini ümit edebilir mi?!.”

Üstâdımızın ölümsüz eseri Bir Testi Su’da anlattığı Mecnun ve Leylâ’dan bahsetmeden geçemeyeceğiz:

“Aşk olmasaydı bu kâinat nereden olurdu? Ekmek nasıl olurdu da kendini sana yedirip senin vücuduna katılır ve sen olurdu? Bil ki ekmek o aşk sayesinde kendini sana verdi ve sende fânî olarak sen oldu.”

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız şekilde;

“Nasıl ki dış görünüşümüzü seyretmek için bir aynaya muhtaç isek, iç âlemimizi, karakterimizi, huy ve şahsiyetimizi teşhis ve tedavi için de bir velînin feyiz ve telkinlerine, yani bizi terbiye edecek, kendimizi iç âlemimizle tanıştıracak bir GÖNÜL AYNASI’na muhtacız.”

Ecdâdımız ve biz ekseninde yeni nesiller; yine Mevlânâlar, Yûnuslar, Hüdâyîler yetiştirmeyi kendisine gaye edinen Yüzakı bir gayretin kendine düstur edindiği gibi, yüce Rabbimiz, müjdeyi Peygamber’den aldığı enerji ve aşk ile büyün cihana merhamet, şefkat, hidâyet, hizmet, insanlık ve adâleti tercih eden şanlı ecdâdımız gibi bizleri ve neslimizi de, zâhir-bâtın, madde-mânâ, dünya-âhiret gibi her meselede iki kanatlı eylesin. Sonsuzluk ufuklarında ebedî zaferlere eriştirsin.

Muhterem Musa Efendi Üstâdımız’ın şu kalbî duâsı ile bu konuyu şimdilik bitirmek istiyorum:

“Ne mutlu dünyada yüz akıyla yaşayıp âhirete de yüz akıyla göçebilenlere…”

Muhterem kardeşlerim; günlük hayatımızda, ömrümüzde nice sevgi ve fedâkârlık örnekleri yaşadık. Bizim de hayatımızda bu çizgide sayısız örnekler yaşadık. Bunları ayrı bir yazıda dillendirmek isterim. Allâh’a emânet olun.