BABA DOSTU BÖYLE OLUR MU?

Fahri SARRAFOĞLU sarrafoglufahri@gmail.com

Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir. Mü’min de; halkın, can ve mallarını kendisine karşı emniyette bildikleri kimsedir.

Osmanlı döneminde birçok Avrupa şehri; kılıçla, topla, tüfekle değil, güzel insanların güzel hâl ve hareketleri sayesinde önce oradaki insanların kalplerinin fethedilmesiyle kazanılmıştır.

Şimdi anlatılacak olan hikâye, 1980’li yıllarda İstanbul’da gerçekleşmiş gerçek bir hikâyedir. Burada ismi geçen Yavuz Ağabeyimiz hâlen yaşamaktadır. Babası vefât eden bir gencin, daha sonra başından geçen enteresan hâdiseyi kendi dilinden sizlere aktarıyorum:

–Bizim Sultanhamam’da hazır elbise satan bir dükkânımız vardı. Babamız terziydi. O zamanlar yeni moda olan uzun pardösüler dikerdi babamız. Babamız ölünce, terzilikten iflâs ettik. Nasıl mı iflâs ettik? Ağabeyimle, ben işi bilmiyoruz ya ondan sebep. Bir baba dostunun da güya bize; «Yardım edeceğim.» deyip, aslında bize kötülük yapması yüzünden iflâs ettik. Babam vefât edince, baba dostları geldi tabiî. Baba dostlarından da A.D. Ağabey var. İsmini hâlâ hatırlarım. Şu anda kendisi yaşıyorsa eğer, -ümit ederim- tövbe eder de helâlleşiriz. Öldüyse de bir şey demiyorum. -Allah rahmet eylesin- ama helâlleşmedik henüz. Bu A.D. bir gün dükkâna geldi ve bizim elimizdeki malların hepsini satın aldı. Biz de sevindik;

«–Ne güzel baba dostu bize yardımcı oldu. Mallarımızı satın aldı…» diye. Bize senet verdi. Biz de onun verdiği senetlerle mal aldık. Ama o, bize verdiği senetleri ödemedi. Ödemeyince biz zora düştük ve o senetler sebebiyle girdiğimiz borçlarımızı, biz neyimiz var, neyimiz yok satarak ödedik. Ama bu arada da sıfıra düştük, iflâs ettik artık.

Sonra aradan 5-6 ay geçti Davut Ağabey diye bir kişi geldi. Daha doğrusu biz ona Davut Ağabey diyorduk. Aslında ismi Davit idi ve Mûsevî bir iş adamıydı. İri yarı, uzun boylu biriydi. Geldi dedi ki:

“–Mustafa Amca yok mu?”

Biz de;

“–Yok!” dedik. “Mustafa bizim babamızdı vefât etti.”

Davut Ağabey bizimle muhabbet etti. Tabiî bizde acı var, sudan çıkmış balık gibiyiz. Bir taraftan baba acısı var. Bir taraftan dost bildiğimiz biri tarafından dolandırılmışız. Bu arada Cengiz Ağabeyim de asker. Bize dedi ki:

“–Bana vereceğiniz ne kadar mal var? Ne kadar dükkânda kalan malınız varsa bana gönderin.” Biz malları teslim ettik. Aaa… Tak tak tak paramızı fazlasıyla saydı peşin peşin ödedi. Sonra da;

“–Cuma günü yanıma gelin.” dedi. Cuma günü yanına gittik. Aldığı mallardan beş misli daha sipariş verdi. Oradan al oraya ver, derken başka başka mallar da istedi;

“–Yapar mısınız?” dedi;

“–Yaparız!” dedik.

Bu Davut Ağabey ki dediğim gibi gerçek ismi Davit idi. Bizi çalıştırdı tam bir yıl. Gidiyorum Davut Ağabeye sipariş verdiği malı götürüyorum, aynı maldan bir daha sipariş veriyor. Biz de her şeyi bıraktık kendimizi işe verdik. İki kardeş bilfiil çalışmaya başladık. Dediğim gibi aradan bir yıl geçti, yine bir cuma günü yanına gittim. Çünkü cuma günleri tahsilât günüdür. Hem bize ödeme yapıyor hem de yeni sipariş veriyordu. Yanına gittim Davut Ağabeyin, bu sefer daha bir yüzü gülüyordu. Benim elimden tuttu ve dükkândan çıktık beraberce hiç konuşmadan. Bu arada elimi de bırakmıyor, beraberce baba-oğul gibi sokaklardan geçiyoruz. Geçtiği yerlerdeki dükkân sahiplerini kapıda görüyor, selâm veriyordu. Düşünsenize o dönemde büyük bir iş adamının yanında gidiyorum. Bu aynı zamanda; «Ben buna kefilim.» demekti. Bizim için büyük bir referanstı.

Sonra depo olarak kullandıkları yere geldik. Açtı deponun kapılarını. Aaaa ne göreyim? Deponun içi bizden aldığı mallarla dolu duruyor. Şaşırdım ve sordum:

“–Davut Ağabey ya… senin bir sürü malın var. Sen niye bize gelip bir daha mal alıyorsun?”

Dedi ki:

“–Ben, babanı çok severdim. Baban benim dostumdu. Mustafa Amca kimseye mal vermez, bana ayırır mal verirdi. Benim ona vefâ borcum var. Eğer ben böyle yapmasaydım, siz dağılır giderdiniz. Ben size işi sevdirdim. Çalışmayı sevdirdim. Sizi çalıştırdım. Yoksa kederlenir, ticaretten soğurdunuz.”

Evet, aynen böyle sevgili dostlar. Yukarıdaki hikâyede adı geçen Davut Ağabey aslında bir Mûsevî iş adamıdır. Ama bugün bu hikâyenin sahibi olan iki kardeşe yaptığı iyilik sayesinde bu iki kardeş şu anda yurt içinde ve yurt dışında ciddî bir başarı kazanmış durumda. Yanlarında yüzlerce kişi çalışıyor. Peki, diğer iş adamı ne oldu dersiniz? Onun da başına neler gelmiş, yine hikâyenin gerçek sahibinden dinleyelim:

“–A.D.’nin oğlu olmuyordu. Allah ona bir oğul verdi. İkinci bir evlilik mi yaptı onu bilmiyorum. Çok kızı vardı. O oğlu var ya onun bütün servetini yedi. Adam öyle bir duruma geldi ki, en son duyduğuma göre el açar durumdaydı. Ama yaşıyor mu öldü mü bilmiyorum şimdilerde…”

Kısaca:

“Kitap ehlinden öylesi vardır ki; ona yüklerle mal emânet etsen, onu sana (eksiksiz) iade eder. Fakat onlardan öylesi de vardır ki; ona bir dinar emânet etsen, tepesine dikilip durmadıkça onu sana iade etmez. Bu da onların; «Ümmîlere karşı (yaptıklarımızdan) bize vebal yoktur.» demelerinden dolayıdır. Onlar, bile bile Allâh’a karşı yalan söylerler.” (Âl-i İmrân, 3/75)

“Yine onlar ki, emânetlerine ve verdikleri sözlere riâyet ederler.” (el-Mü’minûn, 23/8)

“Allâh’a davet eden, sâlih amel işleyen ve; «Ben gerçekten müslümanlardanım.» diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 41/33)

“Allah size, emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emrediyor. Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla görendir.” (en-Nisâ, 4/58)