Kavga Etmeye Bayılıyoruz SAHİ, KABAHAT KİMDE?

Hayrettin DURMUŞ

hayrettin_durmus@mynet.com

Kırın, dökün, yakın, yıkın! Birbirinizi boğazlayın isterseniz. Ne hâliniz varsa görün! Geçinmek nemize lâzım kardeşim, her gün didişmek varken! Nezaket de neymiş, kabalaşın olabildiğince! Küçükleri itip kakın, büyükleri başınızdan atın, yiyip-için, yan gelip yatın! Aman mahkeme salonları boş kalmasın!..

Şaşırdınız değil mi? Bu adam neler söylüyor böyle diye? Aslına bakarsanız gördüğüm tabloyu resmediyorum.

Kime «bir dokunsanız, bin âh» işitiyorsunuz. Hâlinden memnun olan yok. Aileler çocuklarından şikâyetçi, çocuklar ana-babalarına dargın, gelin kaynanadan memnun değil, kaynana gelini beğenmiyor, öğrenci öğretmenini suçluyor, öğretmen talebesinden dert yanıyor. Kardeşler arasında sûizan cirit atıyor. Kıskançlık damarlarımızda koşuyor dörtnala. İnsanlar fazla tamah eder oldu paraya-pula. Yaşadıklarımız ziyan akla.

Trafiğe çıkamıyor insanlar. En küçük bir münakaşada silâhlar konuşuyor… Ailede kavga, okulda kavga, çarşı-pazarda kavga. Adliye koridorlarındaki görüntüler işin cabası. Ne olacak bu memleketin, bu insanların hâli? İçinde yuvarlandığımız bencillikten nasıl kurtulacağız? Hâsılı; «Dert bir değil, elvan elvan.» Ozanın diliyle; «Bendeki yaralar türlüdür türlü…»

Eskiden annelerimiz çoluk-çocuk kavgalarına karışmazdı umumiyetle. Küçük bir didişme olsa herkes kendi çocuğuna; «Sus! Kabahat sendedir!» derdi. İşi büyütmezlerdi. Aileler arasında ciddî bir kavga olursa büyükler, aklı erenler girerdi devreye. Barıştırır, kucaklaştırırlardı insanları. Şimdi ne söz dinleyen kaldı, ne de sözü dinlenen. Rahmetli Salih Sefa YAZAR’ın dediği gibi:

Yaşlılar ölünce işler değişti
Hayaller değişti düşler değişti
Çay kahvaltı oldu aşlar değişti.
Kala kala gözde kuru yaş kaldı…

Kendimize ne zaman geleceğiz acaba? Yûnus-ları dünyamıza ne zaman çağıracağız yeniden?

Nasıl olsa her şeyin zamanla sonu yok mu?
Ömür dediğimiz şey küsecek kadar çok mu?

diyen şarkılarımıza hiç kulak vermeyecek miyiz?

Her hâlinle her şeyinle güzelsin
Hata bende, kusur bende, suç bende

diyebilsek bir… Adam gibi yaşamak, yaşadığımız dünyayı cennete çevirmek varken, yangını körüklemeye, ortalığı toza-dumana vermeye ne lüzum var? «Kardeş kardeşi atmış, yâr başında tutmuş.», «Kardeş kardeşi bıçaklamış geri dönmüş kucaklamış» demiyor mu atalar? Kimse kimseyi bıçaklamasın ama insanlar birbirini kucaklasın. Yaptıkları hatadan dönmesini bilsinler…

Aba da bir çuha da bir giyene
Güzel de bir çirkin de bir sevene

deyip Yaratan’ın ulu hatırına yaratılanları hoş görmeyi bir öğrenebilsek… Gönüller yapmanın sırrına ersek. «Sevelim/sevilelim/dünya kimseye kalmaz» diyen sese kulak verebilsek. Çocukluk çağlarımızda duyduğumuz bir şiir vardı. Hatırladığım kadarıyla bir bölümü şöyleydi:

Şu dünyayı dolaştım giymedim başıma taç,
Ne zengini tok gördüm yâ Rab! Ne fakiri aç!..
Mevlâm bana öyle bir feyz-i kanaat ver ki
Nâmerde değil, merde dahî eyleme muhtaç…

Çeşmenin başına bak su içecek tası yok
Kırma insan kalbini yapacak ustası yok.

Sayılı soluklarımız tükenip, dünya üzerinden bizler de geçmeyecek miyiz? İnsanların gözünü niçin kan bürür acaba? «Kabahat samur kürk olmuş kimse alıp sırtına giymemiş.» der atalar asırların imbiğinden geçen tecrübeyle. Bu kürkü biraz da biz giysek. Kendimizi karşımızdakinin yerine koysak? Epiktetos’un dediği gibi; “Başkalarının hizmetçisi tabak kırarken ev sahibine sabırlı olmayı tavsiye ederiz de kendi tabağımız kırılınca aynı sabrı gösteremeyiz.” Niçin iğneyi kendimize batırmıyoruz? Suçu hep başkalarında arıyoruz. «Suçlu benim. Herkes suçsuzdur.» levhasını başucumuza asacağımız günler ne zaman? İşaret parmağımızı sallayarak karşımızdakini suçlarken diğer üç parmağın kendimizi işaret etmesi boşuna mı? Vücudumuzun diline de tıkıyoruz kulaklarımızı… Kendimiz için istediğimizi kardeşimiz için de istemedikçe îman kemale erer mi? O hâlde; «Sana yapılmasını istemediğin şeyi başkalarına yapma!»

GEÇİNMENİN YOLU NE?

Bunun bir yolu olmalı dostlar? İnsanlarla geçinmenin bir kuralı olmalı? Allah bizi tanışıp kaynaşalım, dost olalım diye yaratmadı mı? Sahi bizi yaratan Yüceler Yücesi’nin kutlu kelamına müracaat ediyor muyuz hiç? Semâyı direksiz durduran; “Ol!” deyince olduran, bazen ağlatıp, bazen güldüren o görklü sultan bize her lütufta bulunur da, geçinmenin sırrını vermez mi?

Açın bakın kitabına. Gönül verin hitabına. Esirgemek, bağışlamak, affetmek yakışır O’nun yüce şânına. Gerisi kalmış senin iz’anına, irfanına.

Yüceler Yücesi’nden kutlu bir ferman bizlere. Okuyunca mutluluk doluyor benizlere:

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle aranda düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” (Fussılet, 41/34)

İşte o zaman mutluluk gönle bağdaş kurup oturur. Nefret beyninden vurulur, kalpler durulur, iblis beyhûde yorulur. İnsanlar birbirine sarılır. Allı bir turnanın kanadında Kaf Dağı’na bile varılır.

Adam, dar zamanda belli olur. «İyiliğe karşı iyilik her kişinin, kötülüğe karşı iyilikse er kişinin kârıdır.» diyen atalar belli ki, bu fermanın sesini duyurmuşlar bizlere.

Rahmet yorganı olup üstümüze örtülen, «on sekiz bin âlemin Mustafâ’sı» en güzel örnek değil mi? Gönülleri bir eyleyen, âlemleri nur eyleyen, yürekleri kor eyleyen;

Mîracında ümmetini dileyen
Adı güzel kendi güzel Muhammed

billûr dudaklarından mutluluk güneşi sağarak; “Dostunla çok sıkı-fıkı olma. Gün gelir düşmanın olur. Düşmanına da fazla sert davranma. Bir bakarsın dostun olur.” deyip insanlarla münasebetlerimizi düzenleyen altın bir ölçü vermiyor mu bize?

Kavgadan-dövüşten uzak bir dünya kurulsun istiyorsak, geçinmenin cihanşümul kuralını bizlere açıklayan âlemlerin en kutlu sultanının yüce fermanına baharı iple çeken karlı dağlar gibi sevdalanmalı, O’nun kadîm ipine aşkla bağlanmalı ve; «kardeşine tebessüm etmenin sadaka olduğunu» bizlere öğreten Rahmet Peygamberi’nin gösterdiği yoldan yürümeliyiz. Yoksa; «ay dolanır, yıllar geçer» ama mutluluk bize selâm vermez.

“Öldürmeyeceksin! Çalmayacaksın! Uzak duracaksın şaraptan! Zinaya yaklaşmayacaksın! Yetim hakkı yemeyeceksin!..”, “Komşunun komşuya mirasçı olacağını zannettim.” diyen kutlu sözleri yazacaksın yüreğine. «Komşu komşunun külüne muhtaçtır.» Bunu böyle bileceksin. Akraban, kardeşin belleyeceksin çevreni. Bir de mutluluk güneşini boğdurmayacaksın nefretin karanlığına. Sevgiyi düşürmeyeceksin küslerin ağına. Velhâsıl, insanlarla iyi geçineceksin…

Hane hane, apartman apartman geçim seferberliği ilân etmeye, yüreklere soylu çıngılar düşürmeye hazır mısınız?