«TÜRKLER GELİYOR» KORKUSU
Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com
1702 yılının Ekim ayında Fransız ordusu Ren nehrini aşıp Alman topraklarını işgale hazırlanıyordu. Bu kaçınılmaz âkıbet Alman General Markgarf Ludwig’in günlerdir uykusunu kaçırıyordu. Ne yapıp Fransız işgalini önleyebilirdi? Tüm düşüncesi buydu.
Bir sabah sevinç içerisinde bir ümit diyerek kurtuluş yolunu buldu. II. Viyana kuşatması sırasında esir aldığı 22 kişilik Osmanlı mehter takımını düşmana karşı çıkaracaktı. Hemen kararını uygulamaya koydu. Osmanlı askerlerini esir aldığı kışlaya gelerek yeniçerilere şu emri verdi:
“–Derhâl tören kıyafetlerinizi giyin. Sancaklarınızı, çalgılarınızı alın, tam kadro Fransız sınırındaki Ren nehrinin karşı yamacında bulunan Mülheim şehrine gidin. Tam düşmanın karşısında günde üç kez Fransız askerlerini ürpertecek şekilde mehter çalın, sancağınızı dalgalandırın. Haydi göreyim sizi.”
Emir yerine getirildi. Artık günde üç kez çalan davulun, kösün, nakkârenin sesi yeri göğü inletiyordu. Dosta güven, düşmana korku veriyordu. Ren nehrinin karşı tarafındaki Fransız ordusu bu manzara karşısında hayret ve dehşet içinde kaldılar. «Türkler geliyor!» korkusu dalga dalga bütün Fransa’ya yayıldı. Hemen askerî harekâtı durdurdular. Alman tarafında ne olup bittiğini öğrenmek için bir elçi yolladılar. Mülheim şehrini müdafaa eden Almanlar en azından nefes alıp zaman kazanmışlardı. Birkaç saat sonra gelen Fransız elçisine gayet rahat ve büyük bir güven içinde dediler ki;
“–Biz Mülheim’lılar, bir Osmanlı şehri ile kardeş olduk. Bir tehlikeye uğrama ihtimalimiz karşısında, müracaatımız hâlinde, bizi koruyacaklarına söz vermişlerdi. Şimdi sözlerini yerine getiriyorlar. Kendilerini davet ettik. Sağ olsunlar geldiler. İmdadımıza yetiştiler. Gördükleriniz, duyduklarınız onların askerî hazırlık ve tatbikatıdır. Bilesiniz.”
Tabiî Fransızlar bu gelişme karşısında ne yapacaklarını şaşırdılar. Düşmek üzere olan Mülheim şehrinin kalesine bir son saldırıyı göze alamadılar. Mülheim’i işgalden vazgeçen Fransızlar kuşatmayı kaldırarak, bir avuç yeniçeriyi görüp Osmanlı’nın hayalinden korkarak geri dönüp gittiler. Uzun yıllar boyunca bir daha Mülheim’in önünde görünmediler. Mülheim’e kardeş Osmanlı şehrinden yardım geleceği korkusunu yıllarca hissettiler.
Fransızlardan kurtulan şehir halkında bir Türk sevgisi başladı. Her sene aynı gün merasimler düzenlendi. Şehir Türk bayraklarıyla süslendi. Tam üç yüz yıl bu gelenek devam etti. (Latif ÇELİK, Türkische Spuren in Deutschland)
BİR CERRAHIN SENEGAL HÂTIRASI
2000’li yılların başında bir grup uzman hekim; Afrika’da açlık, yokluk ve hastalıkla boğuşan insanlara «fî–sebilillâh» sağlık hizmeti vermek için Senegal’e gitti. İçlerinden genel cerrahi uzmanının yaşadığı şu hâtıra, bizleri derin tefekküre ve içinde bulunduğumuz nimetleri şükretmeye sevk etmelidir:
“On iki uzman hekim; sağlık hizmetlerinin yok denecek kadar az olduğunu duyduğumuz Senegal’e, sağlık hizmeti vermek üzere gittik. Uçaktan indikten sonra 24 saat karayoluyla yol alıp, Senegal’in oldukça mahrum bir bölgesine vardık. İlk gün sahra hastahânemizi ve ameliyathânemizi kurduk. Rehberlerimiz civardaki tüm kabîlelere haber ulaştırdı. Her uzman hekim arkadaşımız, kendi alanında hasta muayenesi yapıyor ve gerekli gördüğü vak‘aları ameliyata alıyordu.
Gittiğimizin üçüncü günü, bir anne ile yanında 12 yaşlarında erkek evlâdı geldi. Muayene ettim. Kasığından diz kapağına kadar sarkan, yumuşak doku ve deriden oluşan bir fazlalık gördüm. Muayene ve tetkikler neticesinde, kasık fıtığı olduğunu anladım. 3 gün sonra ameliyat etmek üzere sıraya koydum ve tercümanım aracılığıyla gidebileceklerini söyledim. Ana-oğul çadırdan çıkıp ileride bir ağacın altında beklemeye başladılar. Tercümanımıza; beklememelerini, üç gün sonra gelmelerini söylemesini istedim. Tercümanım konuşup geldiğinde; kabîlelerinin yürümeyle üç günlük mesafede olduğunu, gidip gelmeleri hâlinde ameliyata yetişemeyeceklerini, başka imkânlarının da olmadığını, burada ağacın altında üç gün kalabileceklerini ifade ettiklerini söyledi. Bunun üzerine; ameliyat programını değiştirerek, ertesi sabah çocuğu ameliyata aldım. Otuz santim sarkmış olan kasık fıtığını ameliyat ettim. Hastayı üç gün müşâhedede tutmak üzere yatak çadırına yatırdım.
Çocuğun üzerinde kıyafet olarak hiçbir şey yoktu. Müslüman olduklarını öğrendiğim anneye, tercüman vasıtasıyla çocuğun avret yerlerini örtmesini tavsiye ettim. Vereceğim beyaz renkli, paketi açılmamış iç çamaşırı oğluna giydirmesini, sıhhat bakımından bunun zarûrî olduğunu ilettim. Ertesi sabah çocuğun yine üryan yattığını gördüm. Annesine iç çamaşırı niçin çocuğa giydirmediğini sordurdum. Kadın mahcup ve ağlamaklı bir hâlde; kendisinin giydirmek istediğini, fakat oğlunun giymek istemediğini söyledi. Bunun üzerine çocuğa iç çamaşırı, biraz sitem biraz da emr–i vâkiyle, bizzat kendim giydirdim. Ertesi sabah genç hastam yine üryandı. Bu sefer kızarak tercümandan bunun sebebini öğrenmesini istedim. Zira ameliyat bölgesinin mikrop kapmaması gerekiyordu. Annesi; tüm ısrarına rağmen, çocuğun beyaz ve tertemiz olan bu şeyi çıkardığını ve çocuğun söylediklerini bizlere iletti:
«Anneciğim biliyorsun, daha önce hiç böyle bir elbisem olmadı. Bu çok güzel ve temiz bir elbise. Ben bunu şimdi giyersem kirlenir. Sen bunu sakla, iki ay sonra bu elbiseyi Kurban Bayramı’nda bayramlık olarak giyeyim, arkadaşlarım tertemiz hâlde görsünler.»
Bu sözleri duyunca beynimden vurulmuşa döndüm. Sessizce oradan uzaklaşıp, kuytu bir köşede hıçkıra hıçkıra ağladım.”
MİLLETE İHÂNET!
1908 yılında İstanbul Sirkeci Garı’nda siyâsî tarihe zillet ve utanç olarak geçen bir hâdise yaşandı:
II. Meşrutiyet ilân edilmişti. Hemen akabinde o sırada İstanbul dışında bulunan İngiliz büyükelçi Gerard Lowther İstanbul’a dönmeye karar verdi. Büyükelçi’nin geleceği Sirkeci tren istasyonu; Jön Türkler ve hususiyle İngiliz taraftarı olanlarla doldu. Bu kalabalık; büyükelçiyi karşılamak, İngilizlere ve idare şekillerine hayranlıklarını ifade etmek istiyorlardı.
Büyükelçi gelince bir alkış koptu, bu sefih topluluk ona yaranmak için âdeta sıraya girdi. İçlerinden bazıları, daha da ileri giderek, bedenlerini büyükelçinin önüne paspas yapmak için ortaya attı. Büyükelçinin at arabasındaki atları çözdüler, yerine kendilerini at arabasına koştular. İstiklâl Caddesi’ndeki sefârete kadar arabayı çektiler.
O gün orada bulunan Jön Türklerden biri hâtıralarında şunları yazdı:
“1908 Temmuz’unun 23. Günü, İstanbul’da bulunmayan İngiliz sefiri Lowther şehrimize döndüğü zaman, Sirkeci istasyonunu baştanbaşa doldurmuştuk. Büyükelçiyi candan ve gönülden alkışlıyorduk. Nihayet coşkun gençler, büyükelçinin arabasını çeken atları söküp, arabayı kendi kollarıyla çekmişlerdi. Bu fıkrayı yazmaktan maksadım, Meşrutiyet’in ilânına kadar Türk aydınlarının siyâsî meylini ve düşüncesini göstermek içindir.” (Süleyman KOCABAŞ, Derin Tarih, s. 99)
O dönemde emperyalist devletler birbirlerine rakip olmalarına rağmen, Sultan’a karşı olmak hususunda müttefiktiler. Bu rekabet ve çekişmenin ne derecelere kadar vardığını kavramak için mevzuyla alâkalı bir misal de şudur:
Meşrutiyet İnkılâbı’ndan sonra; bir kısım genç züppeler, müşevviklerine (kendilerini kışkırtanlara) şükranlarını ifade etmek üzere, Sirkeci Garı’nda İngiliz elçisinin arabasının atlarını çözerek bir arabaya kendileri koşulmuşlardı.
Eski büyükelçilerden Galip Kemâlî SÖYLEMEZOĞLU, bizzat şâhid olduğu bir vak‘a olarak;
“Almanya Sefâreti Baştercümanının Hâriciye Kalemi’ne gelerek, Almanya’da izinli olarak bulunan ve yakında İstanbul’a dönecek olan misafir Baron Biberstein’e de aynı muamelenin yapılması talebinde bulunduğunu” bildirmektedir.(Galip Kemâlî SÖYLEMEZOĞLU, Hâriciye Hizmetinde Otuz Yıl, s. 171) (Kadir MISIROĞLU, Bir Mazlum Padişah: Sultan Abdülhamid, s. 564)
Dr. Rıza NUR, hâtıratında, Jön Türklerin içinde bulunduğu gafleti ve ihâneti şöyle ifade eder:
“…Kendimizi milletin en münevveri sayardık. Dayak, gücümüze giderdi. Çocuklar yatmadılar. Bilâkis zâbitlere ve neferlere hücum ettiler. Diğer talebeler de hücum etti. Ortalık karıştı. Herkes birbirine girdi. Değnekleri kapışıp kırdılar; zâbitlerden kaçamayanları dövdüler. Bu esnada öyle müthiş bir ses koptu ki, ben dahî titremeye başladım. Bin kişi bir ağızdan ve gözleri dönmüş olduğu hâlde bağırıyorlardı. Kimi; «Haydi mektepten çıkalım!.. Halkı isyan ettirelim!.. Bu istibdad nedir?..», kimi; «Mektebin üstüne İngiliz bayrağı çekelim!..» böyle türlü şeyler diyor, bağırıyorlardı. Herkes gözleri dönmüş, kendini kaybetmiş bir hâlde idi. Zihniyetimiz ne yanlıştı. Ne câhildik. İngiliz’i; hürriyet hâmîsi, zâlimleri kahreder, milletlere hürriyet verir zannederdik. İngiliz bayrağı çekersek İngiliz gelip Abdülhamid’i indirir, Türklere hürriyet verir fikrindeydik. Bu zan bizde değil, bütün millette, hattâ bütün dünyada vardır. Harb-i Umûmî ile bu fikir bitti.” (Dr. Rıza NUR, Hayat ve Hâtıratım, c. I, s. 111)