Hakk’a Dost Eyleyen Sır: FEDÂKÂRLIK

 

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

 

İnsanlık,

 

Bu dünyaya ayak bastığından beri:

 

•Malıyla imtihanda.

 

•Canıyla imtihanda.

 

•Evlâdıyla imtihanda.

 

Hayat trafiği;

 

Bu imtihanları kaybedenlerin ve kazananların örnekleriyle dolu.

 

Tüm iniş-çıkışların nihayetinde;

 

Şeytan kaybetti. Âdem ve Havva kazandı.

 

Kābiller kaybetti. Hâbiller kazandı.

 

İsyan edenler kaybetti. İtaat eden Nuhlar kazandı.

 

Kâfirler kaybetti. Mü’minler kazandı.

 

Yalancılar kaybetti. Sâdık olanlar kazandı.

 

Nankörler kaybetti, Şükredenler kazandı.

 

Günahkârlar kaybetti. Tevbe edenler kazandı.

 

Kibirlenenler, büyüklük taslayanlar kaybetti. Mütevâzı kullar kazandı.

 

Yoldan çıkanlar kaybetti. Sâlihler kazandı.

 

Putperestler ve nemrutlar kaybetti. İbrahimler kazandı.

 

Küfre dalanlar ve nefse uyanlar kaybetti. Kendini Allâh’a kurban eden İsmailler kazandı.

 

Öldüren kātiller kaybetti. Şehîd olanlar kazandı.

 

Riyâkârlar kaybetti. Samimî olan muhlis kullar kazandı.

 

Firavunlar kaybetti. Musalar kazandı.

 

Sapkınlar kaybetti. İsalar kazandı.

 

Ebû Cehiller, Ebû Lehebler kaybetti. Muhammed olanlar kazandı.

 

Eninde sonunda;

 

Zâlimler kaybetti. Mazlumlar kazandı.

 

Gaddarlar ve masumlara acımayan vicdansızlar kaybetti. Şefkat ve merhamet sahibi olanlar kazandı.

 

Hiç şüphesiz ki;

 

Yetim ve muhtacı doyurmayanlar kaybetti. Doyuranlar kazandı.

 

Münkirler kaybetti. Muhsinler kazandı.

 

Müsrifler kaybetti. İnfak edenler kazandı.

 

Yani;

 

Cimriler kaybetti. Cömertler kazandı.

 

Biriktirenler kaybetti. Tasadduk edenler kazandı.

 

Kezâ;

 

Simsiyah suratsızlar kaybetti.

 

Ay gibi mütebessim yüzler kazandı.

 

Kasvetliler, ahlâksızlar ve hayâsızlar kaybetti.

 

İslâm ile ferah gönüller, müstesnâ bir edep, iffet ve hayâ sahibi olanlar kazandı.

 

Her daim;

 

Dağılanlar kaybetti.

 

Allah yolunda bir ve beraber olanlar kazandı.

 

Kötülerin peşine takılanlar kaybetti.

 

Sâlih kulların rehberliğinde Hakk’a pervâne olanlar kazandı.

 

Her daim;

 

Ocakları kurutanlar kaybetti,

 

Yuvaları yeşertenler kazandı.

 

Kendi hânesinden, medeniyetinden ve inancından kopuk hâle düşen köksüzler ve soysuzlar kaybetti.

 

İslâm’ın kopmaz bağlarıyla birbirine kenetlenmiş köklü aileler, âbide şahsiyetler kazandı.

 

Aslan gibiyken fareye dönüşen zürriyetler kaybetti.

 

Fatihler gibi şahlanan nesiller kazandı.

 

Her daim;

 

Hâinler kaybetti.

 

Vefâkârlar kazandı.

 

Mes’ûliyet ve emânet bahsinde geride duranlar kaybetti.

 

En önde koşanlar kazandı.

 

Yani;

 

Nefsânî gaflet tuzaklarına düşenler kaybetti.

 

Hiçbir tuzağa düşmeyip de gerçek bir takvâ üzre yaşayanlar kazandı.

 

Hâsılı;

 

İnsanı, şeytana dost eyleyip de aldatan tüm gafletler kaybetti.

 

Fakat;

 

Gönülleri Allâh’a dost eyleyen fedâkârlıklar kazandı.

 

Kaybedenler;

 

Ebediyyen kaybetti. İçinde sonsuz kalacağı cehenneme yuvarlandı.

 

Kazananlar da;

 

Ebediyyen kazandı. İçinde sonsuz kalacağı cennetlere mazhar oldu.

 

İşte;

 

Gerçek kurban; kaybedenlerden değil, kazananlardan olmanın bayramı.

 

Bencillik değil, paylaşmanın bayramı.

 

Pörsüklüğün değil, fedâkârlığın bayramı.

 

Mesele;

 

Nefsi kurban edip rûhu ve gönlü kurtarmak.

 

Tarihten beri;

 

Ne kadar çeşit çeşit de olsa dünyada aslında iki tür eğitim şekli var:

 

Biri;

 

Nefsi kurban edip de gönlü ve rûhu mükemmel ve müstesnâ yapmanın ve sadece güzel duyguları baş tâcı etmenin eğitimi.

 

Diğeri;

 

Rûhu ve gönlü çiğneyip de nefsi arsızlaştırmanın, bencilleştirmenin ve kontrolsüzleştirmenin, yalnız kötü duyguları taç etmenin eğitimi.

 

Bunu;

 

Herkesten daha iyi bilen Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem sahâbeyi tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalp ekseninde yetiştirdi. Pişire pişire yetiştirdi. Yoğura yoğura yetiştirdi.

 

Çok çok mühim bir mesele bu.

 

Meselâ bir kişi âlim olduğu hâlde hâlâ nefsi taş gibi ham ise, ne ilmi işe yarıyor ne söyledikleri ne yaptıkları. Hiçbiri, hiçbir hâli bir işe yaramıyor. Belki şu makama gelebiliyor, şu mevkiye ulaşabiliyor, şu imkânlara da kavuşabiliyor, ama adam olamıyor. Hayatı baştan sona ziyandan ibaret oluyor.

 

Bunu için âyet-i kerîmede buyurulmakta:

 

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَاۙۖ

“Nefsini tertemiz eden, kurtuluşa erdi.” (-Şems, 9)

 

Yani;

 

•Nefsini pırıl pırıl eden, kurtuluşa erdi.

 

•Nefsini adam eden, kurtuluşa erdi.

 

Îmânından nefsini ayıklayan kurtuluşa erdi.

 

•Bilhassa namaz ve ibâdetlerinden nefsini ayıklayan kurtuluşa erdi.

 

•Tüm davranışlarından ve sözlerinden nefsini ayıklayan kurtuluşa erdi.

 

Anlayabilirsek, ömrümüzün en temel meselesi bu!

 

Çünkü;

 

Son nefese kadar daima içimizde bir nefis, bir de gönül var.

 

Üstelik;

 

İkisi arasında hiç bitmez bir mücadele var, son nefese kadar.

 

Hazret-i Mevlânâ ne güzel özetlemiş:

 

“–Hamdım, piştim, yandım.”

 

Nefsin hamlığını pişiren bir gayret ve ustalık bu. Güçlü bir dirâyetle, nefsindeki tüm hamlığı, atıyor ateşe.

 

Ateşe, yani;

 

•Dertlerin içerisine,

 

•Çilelerin içerisine,

 

•Gayretlerin içerisine,

 

•Terlemenin içerisine,

 

•Koşturmacanın içerisine,

 

İbâdetlerin içerisine,

 

Fedâkârlıkların içerisine atıyor.

 

Öyle yakıyor nefsi.

 

Asla kuru bir lâfla;

 

–Yandım, demiyor.

 

Sobadaki ateşe atıp da;

 

–Yandım, demiyor.

 

Bilâkis;

 

Bir ömür Allah rızâsı için koşturmacalar etrafında en sancılı meşakkatlerin de alevli bağrında pişe pişe;

 

–Yandım, diyor.

 

Her türlü;

 

•Çırpınış,

 

•Dertler,

 

•Çileler,

 

•Sıkıntılar ve

 

•Zahmetlere karşı sabrcemîl ile;

 

–Yandım, diyor.

 

En güzel rızâ ve şükür hâlinde;

 

–Yandım, diyor.

 

Rahmetler içinde değil; nefis, zahmetler içinde pişer.

 

Bugün nice ağızlarda sakız olan şu lâkırdılar ne kadar isabetsiz:

 

–Hiç zahmetim olmasın!

 

–Şöyle başımın ağrımayacağı bir iş!

 

‒Bana uygun bir hayat!

 

Hayırlı olsun fakat,

 

Nefsi kül etmedikçe gönül hastalıkları şifâ bulmuyor.

 

Nefisler öyle hamlaşıyor ki, çamur deryâsına battığı hâlde kendine toz kondurmayan tipler fışkırıyor. İmtihan girdabında toz konmaması ne mümkün, insanın başına tozdan daha beter, daha ağır şeyler düşüyor: Kayalar, bombalar, felâketler…

 

Daha kötüsü;

 

Şimdi nefsine toz kondurmamak için uğraşanlar, ne yazık ki kendilerini âhirette alevlerin ortasına atmış oluyorlar. Zira Allah; burada pişmeyenleri orada pişiriyor, burada yanmayanları orada yakıyor.

 

Demek ki insana bu dünyada;

 

•Zahmetlerin içinde rahmet sabrı gerek.

 

•Eziyetlerin içinde meziyet rûhu gerek.

 

•Dertlerin içinde derman şevki gerek.

 

•Çilelerin içerisinde olgunluk sırrı gerek.

 

•Bu âhiret tarlasında sebat ve aşk ile geceyi gündüze katmak gerek.

 

Emânet ve mes’ûliyetler içinde fedâkârlık gerek.

 

Aksi hâlde hiçbir sıkıntısı ve derdi olmayan tuzu kuru kimseler;

 

–Aman bana ilişmeyin, ben böyle iyiyim, evden camiye, camiden eve, mantığı içinde hüsrana yuvarlanıyor.

 

Gel keyfim gel!

 

Nerede keyifli Müslümanlık?

 

Nerede imtihansız bir dünya hayatı?

 

Yahu;

 

Dünyada neler olmakta?

 

Onca amansız depremler, fırtınalar, âfetler, savaşlar ve zulümler niye?

 

Silkeliyor Cenâb-ı Hak.

 

Yıkıcı bir depremde yaşanan sıkıntılara bak. Bir kişinin enkazdan kurtulması için ne kadar yoğun bir çile çekiliyor. Devâsâ yıkıntıların daracık kıskaçlarında saatlerce avuçla ve tırnakla uğraşılıyor bir kişicik kurtulsun diye. Onun bedenini, yani maddesini kurtarmak için bu.

 

Düşünmeli;

 

Ya mânevî depremlerin enkazlarında can çekişenlerin ruhlarını ve îmanlarını kurtarmak için;

 

‒Ne kadar uğraşmamız lâzım?

 

‒Ne kadar terlememiz lâzım,

 

‒Ne kadar çırpınmamız lâzım?

 

Bir kişinin maddesi enkazdan kurtulunca;

 

•Bütün dünya alkışlıyor;

 

–Helâl olsun, diyor,

 

Mûcize, diyor.

 

Elbette bu da Allâh’ın güzel ve çok kıymetli bir merhameti. Ama aslolan, bu merhametin ruhları ve îmanları kurtarmak uğruna daha çok kullanılması. Neslin âhirzaman enkazlarından rûhunu, îmânını, ahlâkını ve şahsiyetini kurtarabilenlere milyon kere;

 

–Helâl olsun!

 

Nefsin esâretinden kurtulup da gönül perdelerini açabilenlere;

 

–Helâl olsun!

 

Allâh’ı görüyormuşçasına bir şuur içinde kulluk ve ihsan kıvâmı kazanabilenlere;

 

–Helâl olsun!

 

Böylece;

 

Nesli hakkıyla yetiştirmekte kendini Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail gibi kurban edebilenlere;

 

–Helâl olsun!

 

İşte o vakit, bir tane amel bozuk olmaz. Kurban edilen nefis, iç âlemden ayıklandığı için;

 

Îman düzgün olur.

 

İbâdetler düzgün olur.

 

•Edep ve ahlâk düzgün olur.

 

•Konuşmalar da düzgün olur.

 

•Koşturmalar da düzgün olur.

 

Fedâkârlıklar da düzgün olur.

 

•Baştan sonra tüm hayat düzgün olur.

 

İşte bu düzgünlük;

 

Son nefes mükemmelliği.

 

Cenâb-ı Hakk’ın ebedî lütuflarına vesile.

 

İşte bunun mücadelesini tam vermeli.

 

Bu mücadele bir ömür şart.

 

Çünkü her zaman;

 

Düşman vardır,

 

•Muhafaza edilecek toprak vardır,

 

•Muhafaza edilecek îman vardır,

 

•Muhafaza edilecek ırz ve namus vardır,

 

•Muhafaza edilecek edep ve ahlâk vardır,

 

•Muhafaza edilecek bayrak vardır,

 

•Muhafaza edilecek kitap vardır,

 

•Muhafaza edilecek ezan vardır,

 

•Muhafaza edilecek mukaddesat vardır,

 

•Muhafaza edilecek nesiller vardır.

 

Eğer;

 

Gerekli çırpınışlar hakkıyla yapılmazsa bunların hepsi elden çıkar.

 

Bunun için;

 

Kurban imtihanını etraflıca tefekkür etmeli.

 

Çünkü imtihansız ortamda;

 

Herkes fedâkâr. Herkes azimli. Herkes kararlı. Herkes gayretli. Herkes dilleriyle büyük işler yapıyor.

 

İmtihanlar devreye girince;

 

Neredeyse hiç kimse yok. Niceler yüz geri vaziyette. Yüzüstü terk hâlinde. Yarı yolda firarî.

 

Yani fedâkârlığın iki safhası mevcut:

 

•Dil ile ifade etmek safhası.

 

•Gerçekleştirmek safhası.

 

Birinci safha çok kolay. Henüz imtihan yok, sıkıntı yok, dert yok. Ne varsa sadece zihinde, dilde ve çenede. Dolayısıyla;

 

•Herkes fedâkâr,

 

•Herkes gayretli,

 

•Herkes muhteşem,

 

•Herkes doğrucu.

 

Heyhat, ikinci safhaya geçildiğinde ahval tam tersi:

 

−Yahu tamam da bu kadar da demedik!

 

Fedâkârlık, fedâkârlık nereye kadar?

 

‒Böyle de olmaz ki!

 

‒Her şeyin bir sonu var. Tâkatin de bir sınırı var!

 

Daha nice cümleler.

 

Çünkü;

 

•Sıkıntılar devreye girdi, ârızalar başgösterdi.

 

•İşin yükü arttı.

 

•Gerginlikler çoğaldı.

 

•Problemler boğmaya başladı.

 

•Mahrumiyetler oluştu.

 

•Zahmetler terletir oldu.

 

•Tatlı şeyler acılaştı, can yaktı.

 

Nefsâniyete ters düşüldü.

 

•Keyifler kaçtı.

 

•Moraller bozuldu.

 

•Suratlar asıldı.

 

Oysa;

 

Dil safhasında böyle değildi. O safhada kurusıkı konuşmak ve büyük lâflar söylemek;

 

•Keyfi coşturuyordu,

 

•Pozisyonu yüceltiyordu,

 

•Bulunamayacak bir karizma ve lezzet sağlıyordu,

 

•Bütün alkışları topluyordu.

 

Âdeta;

 

Vay be, dedirtiyordu.

 

Ne büyük adam, dedirtiyordu.

 

Haklı, dedirtiyordu.

 

Doğru, dedirtiyordu.

 

Müthiş bir fedâkâr, dedirtiyordu.

 

İşte bu işin tam ehli, erbâbı, dedirtiyordu.

 

Sonra;

 

İkinci safha mevzubahis olup da terazinin topuzu devreye girince, yani işin rengi değişince, kişiler de cümleler de birdenbire değişmeye başlamakta:

 

‒Böyle olacağını düşünmemiştim ben.

 

‒Böyle bir şeye söz vermemiştim.

 

‒Yani bu kadar da olmaz!

 

Hâsılı;

 

Sarp yokuş arttıkça fedâkârlığı terk eden de artıyor.

 

Budur insana iki dünyada kaybettiren tuzak.

 

İşte bugün yuvaları da toplumları da ülkeleri de görünen ve görünmeyen bombalarla târumâr eden saldırıların ve kaybedişlerin merkezinde meknuz sebepler ve zaaflar.

 

Acaba;

 

Ailede ve toplumda tüm fertlere kaybettirecek bencil bir nefsâniyetin putlaştırılıp da kendi dışında herkesin değersizleştirilmesi ve birbirinden koparılması, buna göre düzenlemeler yapılması, imtihansız bir dünya mı sağladı? Yoksa daha berbat ve felâketler dolu bir tablo mu?

 

Aslında;

 

Gafil körlerin eleştirdiği ve göremediği hakikati, onlar memnun olsun diye dikkate almayan mantıkları süpürmek gerek. Bu mümkün değil sanılsa da sahip olduğumuz kurban gerçeği hepsini çöpe dökecek bir gerçek olarak bize yeter. Malda, canda ve evlâtta kazanmanın yegâne formülü çünkü kurban. Allâh’ın emrinde babayı, evlâdı ve anneyi birbirine kopmaz bağlarla bağlayarak hepsini bir ve bütün eyleyen sırlar ve hikmetler hazinesi kurban. Hepsini fedâkâr hâle getirip de hiçbirini fedâ etmeyen bir ilâhî eğitim kurban.

 

Böyle bir kurbanın sırrına erenlere ne mutlu!

 

Unutmamalı ki;

 

Tarihten beri nefislerini kurban etmeyi başaranlar, ebedî olarak dirildiler. Ebedî olarak kazandılar. İslâm sancaklarının kıt’adan kıt’aya zaferleri de böyle kazanıldı. İstanbul fethi de böyle kazanıldı. Çanakkale zaferi de böyle kazanıldı. İstiklâl harbi de 15 Temmuz direnişi de böyle kazanıldı. Vakti zamanında Kudüs de, Gazze de böyle kazanıldı.

 

Yine kazanılacaktır inşâallah!

 

Aynı kurban sırrı, devam etmekte. En sonunda kazananlar, daima bu kurban sırrı içinde yaşayan mü’min gönüller olacaktır Allâh’ın izniyle.

 

Rab!

 

Nasîb et!

 

Âmîn