ESİR -8-
Prof. Dr. Harun ÖĞMÜŞ harunogmus@gmail.com
(Yaşanmış bir hâdiseden ilham alınarak yazılmıştır.)
(Hulâsa: Birinci Cihan Harbi’nde Filistin cephesinde İngilizlere esir düşen Konyalı Hasan, esir kampından kaçarak memleketine doğru korku ve kâbus dolu bir yolculuğa girer. Yolda bir Arap köyünde caminin imamına misafir olur. İmam, damadı olup o köyde kalmasını teklif eder. Hasan bu teklifi nezâketle reddedip tren istasyonuna gitmek üzere köyden ayrılır. İstasyona varıp bekler, trene binerek yola koyulur.)
Bir sonraki günün sabahında Konya’ya indi.
Bunun gerçek olduğuna inanamıyordu. Bir rüya olmasındı? Ama rüyanın iyisi olur muydu ki? Domuz sürüsünü bıraktığı ormandan ayrıldıktan sonra uyurken gördüğü tek rüya; pişkin suratlı ve müfrezesiyle, ağaçlıkta cesedini bıraktığı bedevînin öç almak isteyen akrabalarıydı. Onlar treni bile takip edip kaç sefer durdurmuşlardı.
Yine de emin olmak için yerden bir taş alıp alnına vurdu. İşte acısını hissediyordu!
Ya arazide uyurken gördüğü rüyada bedevînin eli diye tuttuğu keler misali bu da hakikatin karıştığı bir rüya ise?
Hayır, gerçekten Konya’daydı! Gar kapısındaki isimliği okuyarak ve çevresinde daha önce bildiği binalara bakarak kendisini iknâ etti.
İşte demir yolu çalışanları için yapılmış garın etrafındaki Alman yapısı lojmanlar, gardan şehir merkezine giden tramvay ve köyüne gitmek üzere takip ettikleri yol.
Evet, evet, Konya’daydı!
Görmenin, duymanın, dokunmanın yanılacağı bu kadar uzun bir rüya olamazdı! Bu yolla kendisini Konya’da olduğuna iknâ ederek Allâh’a hamdetti.
İki gece bir gün süren yol boyunca oturmaktan ayakları uyuşmuş, kulakları ise sesle dolmuştu.
Kendisiyle birlikte aynı istasyonda binenler Halep’ten itibaren değişik yerlerde vedâlaşıp indiler.
Kendisi de bir ara Çumra’da inmeyi düşündü. Çünkü köyü oradan daha yakındı. Ancak mevsim yaz sonları olduğu için, ablasının gelin gittiği Hatunsaray ve çevresindeki köylerden buğday-arpa satıp boş dönen bir araba bulabilirdi. Şansı yaver gidip de böyle bir arabaya denk gelirse; Hatunsaray’a kadar arabayla yolculuk eder, oradan da eniştesinden bir binek tedarik ederek köyüne biraz daha çabuk ulaşabilirdi.
Neyse gelmişti ya artık bundan sonrasını sürünerek de gidebilirdi.
İçindeki nevâleyi yolda arkadaşlarıyla tükettiği boş torbasını sağ eliyle büzüp toplayarak, demiryolunun güneyindeki yolu tuttu.
Şansına yolda değil araba, bir çift kelâm edecek insan bile denk gelmedi. Yolu üstündeki bağların arasından devam etti. Çevresinde birçok köyün bulunduğu bu bağlarda bile kimse yoktu.
Nihayet oraları da geçip çıplak-boz tepelere çıkan yolu tuttu. Güneş, tepe noktasını geçtiğinde zirveye ulaştı. Buradan aşağı doğru eğildiğinde Hatunsaray ve yolu üstündeki diğer köyleri gördü. Bu, köyünün ilk durağını görmesi mânâsına geliyordu. Hattâ Hatunsaray, ablasının yaşadığı köy olması hasebiyle onun da köyü sayılırdı.
Yol üstündeki bir çeşme başında mola vererek abdest alıp namaz kıldı ve bu günü gösteren Allâh’a hamdetti.
İkindiden sonra Hatunsaray’ın toprak evleri arasındaki sokaklara girdi. Çevre köylerin güzergâhı üzerinde bulunduğu için normalde çok cevval olan bu nâhiye merkezi de sessiz sâkindi.
Yoksa Sâlih Efendi’nin dediği gibi «kıyâmetten bir nişâne» olan seferberlik hâlâ hükmünü sürüyor muydu?
Doğru ya; Sâlih Efendi, İzmir’e çıkan Yunan’ı durdurmak için yeniden harp başladığını söylemişti.
Bütün yetişkin erkekler yeniden toplanıp silâh altına mı alınmışlardı acaba?
Onun için mi bağ ve arazilerde kimseyi görmemişti?
Sabahtan beri gördüğü sessizlik ve tenhalığın sebebi bu muydu acaba?
Neyse, şimdi her şey anlaşılırdı. Kestirmeden ablasının evine ulaşacağı bir sokağa girdiğinde köydeki ilk canlıyı gördü.
O, yan sokaktan gelmekte olan Yunusların Zâhit idi.
Bu köyün zengin ve nobranlarından olan bu kendini beğenmiş adam, pek kimse tarafından sevilmezdi. Muhtemelen asılsız bir rapor falan alıp seferberlikte de askerden kaytarmıştı.
Yedi yıl sonra gün boyu buraya kadar yürüyerek gelmiş bir gazi olan Hasan, –sevilmeyen biri de olsa– ilk gördüğü bu adama selâm verip hâl-hatır sormak üzere yolunu değiştirdi.
Fakat o esnada bu adam müsveddesi; Hasan’ı kamptan çıktığından beri üzerinde olan o hırpânî kılık içerisinde görünce, sigaradan sararmış bıyıkları altındaki o alaycı pis sırıtışla sırıtıp içine doğru kaçan zehirli bir kahkaha salarak başını çeviriverdi.
Hâlbuki bu köyden olmasa da gelip gittiği için Hasan’ı tanıyor ve cepheye gittiğini biliyor olmalıydı.
Bu hareket çok gücüne giden Hasan, hemen yönünü asıl gitmekte olduğu istikamete çevirip sokağın içine dalarak ondan uzaklaştı.
Bu arada gayr-ı ihtiyârî gözlerinden iki iri göz damlası yanaklarında sıcak bir iz bırakarak bağrına düştü.
İşte ömrünün en genç ve dinç yıllarını maalesef böyle nâdanları da koruyup gönendirmek için vermişti.
Tek tesellîsi böylelerinin sayısının çok olmadığına inanmasıydı. Devlet, millet ve dîni için verdiği mücadele şüphesiz Cenâb-ı Hak tarafından hasenâtına yazılacaktı. Bu sebeple bu tâlihsiz karşılaşmayı hiç olmamış gibi sayıp ablasıyla iyi duygular içerisinde buluşmak istedi.
Ablasının evine varınca eski ahşap kapıyı çaldı. İçeriden ablasının;
«–Kim o?» diyen sesini duyunca muzipliği tuttu. O esnada kapıya gelen ablasının kapının tahtaları arasındaki boşluktan gelenin kim olduğuna baktığını fark etmişti. «Dur şuna bir oyun edeyim.» diye sesini değiştirerek konuştu:
–Tanrı misafiri. Dışarıda galdım. Bugün beni ağırlayabilir misiniz?
Ablası kapı aralığından, yıllardır görmediği kardeşini perişan bir kılıkta ve kaç gündür tıraş olmadığı pejmürde bir hâlde görünce tanıyamadı. Çektiği acıları aksettiren kahır yüklü bir sesle cevap verdi:
–Ben yalınız bir gadınım gardaşım! Seni misafir idemem!
Yalnız mı?
Neden yalnız?
Eniştesine ne olmuştu?
Yoksa beraber gittikleri Konya garında kendisi Filistin’e gidecek trene binmeden önce Çanakkale’ye gitmek üzere İstanbul’a uğurladığı eniştesi dönemeyip şehid mi olmuştu. (Devam edecek.)