ANLAYIŞSIZLIKLAR
Mehmet MENCET
İnsanoğlu; dünyada nerede, hangi ortamda ve nasıl bir ailede doğacağını kendi iradesiyle seçemez. Kaderin kendisine biçtiği rolü oynamak zorundadır. Biz de aynı şekilde, bize sunulan hayatı yaşayarak yolun sonuna geldik. Eğer bu süreçte rızâya erişebilmişsek, ne mutlu bize…
Okul ve meslek hayatı, aile ortamında şekillenen hayat çizgisi gibi temel ilkeler neticesinde; muhasebe, yargılama, hesap verme, hattâ akla hayale gelmeyen hak ve sorumlulukların sonu nasıl olacak, bilinmez…
Yatılı olarak okuduğum Kabataş Lisesinde; yemekhâne düzeni, Ramazan ayı, Cuma namazı gibi konular belli bir sistem içinde, kul hakkına riâyetle yaşanırdı. Hayat disiplini ve inancın yüklediği sorumlulukla; ölüm, ölüm ötesi ve Yaradan’a kulluk gibi önemli dersler hayatın bir parçasıydı. Ancak bir yanda da çelişkiler, inanca uymayan uygulamalar ve insanı aşan meseleler vardı.
Çelişkiler, inanca uymayan, seni aşan meseleler…
Ramazan gelir, İslâm’a yönelik saygısızlıklar bitmez. Okulda iftar ve imsak dikkate alınmaz. Cuma namazına gidersin, ardından; «Amma da sofuymuş…» unvânını alırsın. Çocuğunun ismine bile müdahale ederler, eşinin kıyafeti konuşulur.
İnşâallah bir gün bütün bunlar son bulur. Herkesin birbirine sevgi, saygı ve hoşgörüyle yaklaştığı, samimî ve dürüst irtibatların kurulduğu bir toplum oluruz. İnancımızı ve değerlerimizi anlatamazsak, garip ve yalnız kalırız.
Geçenlerde bir meslektaşımızın eşi vefat etti. Camiye gittik, ama kendisi yoktu. Gelmek istememiş. Mazereti mi vardı? Hayır. Yakın bir dostu yoktu belki veya eşini tabutta görmek istememişti. Bu sebeple cenâzeye gelmemişti. Sadece usûlen gelip boy gösteren, ama cenâze namazına katılmayan kalabalıklar da var…
Bir defasında Urfa’da Cuma namazına gidecektim. Zaman, iş saatleriyle çakışıyordu. Bir dosya için;
“–Öğleden sonra alalım.” dedik.
Kardeşim;
“–Bu da ibâdet değil mi?” dedi.
Evet, bir saatlik adâlet, yetmiş yıllık ibâdetten üstün değil mi? Lâkin Allâh’a karşı vazifemizin yeri ayrı… Başka milletler, toplu dînî ibâdet günlerinde çalışmak, mesaiye veya mektebe gitmek mecburiyetinde kalmıyorlar. Biz niye kalıyoruz?
Mahkemelerde yaşanmış garip hâdiseler:
Reis, bir vatandaşa ısrarla;
“–And içer misin?” diyor. Malûm mahkemede yemin ettirmek diye bir usûl var.
Vatandaş, ise bunu bir içki zannedip;
“–Ben içmem onu!” diye diretmiş.
Bürokrasi ile vatandaş arasında, gereksiz problemler yaşanır.
Bir verâset îlâmında, adı Osman olan kişiyle tapudaki kayıtlarda problem çıkmıştı. Aynı kişi olmasına rağmen işler yürümemişti. Adam yalvardı.
Hâkim;
“–Yeniden dâvâ aç!” dedi.
Vatandaş feryat etti:
“–Dört yıl uğraştım, ömrüm kaldı mı ki şimdi tekrar başlayayım?”
Müdahale ettim;
“–Sen yap!” dediler. Öylece kaldı…
Bu uçurumlar, bu farklılıklar artık kapanmalı. Herkesi sevgi ve saygıyla kucaklamalıyız.
Memurlar ve bürokratlar, vatandaşa, halka hizmet etmek anlayışına sahip olmalı. Onların işini büyük ölçüde kolaylaştırmalı. Halkın örfüne, inancına, kültürüne saygı duymalı. Tabiî ki meslektaşlarının da…
Vatandaş da vazifelilerin içinde bulunduğu mes’ûliyet ve iş yükünü idrak etmeli.
Anlayana ve anlayış gösterene ne mutlu!..