Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -51- ÖYLE BİR ÎMAN Kİ!..

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

 

 

 

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

 

AKĀİD ve KELÂM FARKLI

 

Yetmiş Üçüncü Kaide:

 

Usûlcünün (akāid âliminin) esas aldığı eksen; îmânın, îkān ile (yakînî, kesin bir inanç ile) süslenmesidir. Yakînin, gözle görürcesine bir seviyeye gelmesini tahkik etmek, gerçekleştirmektir.”

 

Dînî ilimlerde inanç esaslarıyla alâkalı iki ilim vardır. Bazen bu ikisinin birbirine karıştırıldığına şâhit oluyoruz:

 

Akāid: İnanılması gereken hususları tespit eden, öğreten ilim dalı.

 

Kelâm: İnanç esaslarımız etrafında ortaya atılan şüphelerle mücadele eden ilim dalı.

 

Elbette önce akāidin okunması ve yerleşmesi lâzımdır ki, üzerine kelâm ilmi inşâ edilebilsin. Lâkin bugün memleketimizde ilâhiyat tahsilinin büyük sıkıntılarından biri, akāidi oturmamış talebeye kelâm okutulmasıdır.

 

Kaleye yerleşmeden, kalenin savunması yapılmaz. Yapılırsa ne olur? O savunmayı yapanlar düşmanın hedefi hâline gelir.

 

Koruma polisi vazifesi yapanlar derler ki:

 

“–Korumanın ilk işi kendisini korumaktır.”

 

Kişi kendini korumadan, mükellef olduğu o önemli şahsiyeti de korumaz, koruyamaz.

 

Akāid; insanın kendisini, kendi îmânını korumasıdır. Kendi inancını evvelâ güvenceye, sağlama alacaksın. Ondan sonra başkalarının inancının savunmasını yapacaksın.

 

Kelâm ilmine, akāidi oturtmadan dalanlardan; maalesef dinden, îmandan çıkanlar oluyor. Bunu tıptaki mikrobiyoloji sahasına benzetebiliriz. Mikropla uğraşanların, kendilerine bulaşmaması için âzamî tedbiri almış olmaları gerekir. Yoksa mücadele ettiği mikrobun ilk kurbanı kendisi olur.

 

Müellifimiz; usûlcü, fakîh, muhaddis gibi ilim dalı mensuplarının yaklaşımlarını daha önce de ele almıştı. Burada akāid ilmiyle meşgul olanların hedefini ortaya koyuyor:

 

Bu da; îmânı güzelleştirmek, îmânı kesin seviyeye çıkarmaktır.

 

Hadîs-i şerifte buyurulur:

 

“Sadaka burhandır.”1

 

Burhan; «delil, beyyine ve hüccet» demektir. Sadaka kişinin âhirete îmân ettiğinin burhânıdır.

 

Çünkü kişi âhirete inanınca; CenâbAllâh’ın, bire 10, bire 700, bire sonsuz ikramlarına îmân eder. Böyle büyük mükâfâtı işitip, buna inanan kişi ne yapmalı; kolayca, rahatça verebilmeli, değil mi? Verebiliyorsa, o sadaka o kişinin îmânına burhandır.

 

İnsanoğlu, tamaha kapıldığında en inanılmayacak şeye inanır. Meselâ; geçmiş yıllarda, fâizden uzak duran gurbetçilere, dindar kesime döviz üzerinden yıllık yüzde 30, 40, 50 kâr va‘dedenler oldu. Bu insanlar;

 

“–Yahu konvansiyonel bankalar bile, döviz mevduatına yüzde 3 verirken, bu firmalar ne kazanıyor, nasıl kazanıyor da böyle kâr verebiliyor?” demediler, o firmalara inandılar, para yatırdılar. Maalesef çoğu mağdur oldular. Anaparalarını bile alamadılar.

 

Dikkat çekici bir husustur. Cenâb-ı Hak, 1’e 700 va‘dediyor, insan ise o yatırıma koşa koşa gitmiyor. Îman, îkan seviyesine, kesin inanç, gözle görüyormuşçasına bir inanca vâsıl olmuş olsa, insan bir an tereddüt etmez.

 

Akāid ilminin hedefi, îmânı, bu îkan seviyesine yükseltmektir. Bunun için Kur’ân-ı Kerim’den, hadîs-i şeriflerden örneklerle akāid perçinleşir.

 

Bu seviyenin güzel bir misâli olan Hazret-i Ali Efendimiz der ki:

 

“Perde kaldırılacak olsa, benim yakînim artmazdı.”2

 

Yaşadığımız imtihan dünyasında; amellerimizi yazan, etrafımızda dolaşan melekleri, ruh ve benzeri gaybî varlıkları görmemizi engelleyen mânevî bir perde vardır. Ölen kişi için o perde açılır. Bu sebeple o andan itibaren tevbesi ve îmânı kabul edilmez. Necip Fazıl’ın meşhur beyti o hakikati anlatır:

 

O demde ki perdeler kalkar, perdeler iner,

Azrâil’e; «Hoş geldin!» diyebilmekte hüner!..

 

Hazret-i Ali şöyle demiş oluyor:

 

“O perde ben hayattayken kaldırılsa, benim îmânımda, yakînimde bir artış olmaz. Çünkü zaten ben kesinkes inanıyorum. Ben; kıyâmete, cennete, cehenneme, meleklere, Allâh’ın varlığına, gözümün önünde cereyan ediyor gibi inanıyorum.”

 

«Yakîn»in üç derecesi vardır:

 

İlme’l-yakîn: Kesin bilgi.

 

Ayne’l-yakîn: Gözle görme kesinliği.

 

Hakka’l-yakîn: Hakikatine erme, yaşama kesinliği.

 

Mü’min bu yakîn derecesine nasıl ulaşır?

 

“Artık onun tahakkuku ve kendi kendine hakikatinin ortaya çıkmasından emin hâle gelir. Böylece o hakikati gerçekleştirmek için hiçbir duraksama ve zorlanma olmadan harekete geçer, ileri atılır.”

 

Tarih boyunca cihad meydanlarında, bugün de Gazze’de bu yakînî îmânın nümûnelerini görmekteyiz:

 

Hiçbir teçhizatı olmayan, yalın ayak bir mücâhid, elindeki bombayı en azgın bir tankın yanına kadar yaklaşıp koyabiliyor. Ölümden zerrece korkmuyor. Çünkü şehâdetin Allah katındaki değerine tam îmân etmiş.

 

Îmânını yakîne ulaştıran bir müslüman;

 

Dünyanın en güzel nimetleri önüne gelse, haram diye ondan uzak durabiliyor.

 

Sokakta bir cüzdan bulsa, içinde servetler olsa el sürmüyor, sahibine teslim ediyor.

 

Dünyaya aldanmıyor, zevk u safâya dalmıyor.

 

Çünkü hakikate sahip. İşin gerçeğini görüyor.

 

Bir vazifeli, kesin bilse;

 

“–Beni kamera ile takip ediyorlar. Ben bu parayı alırsam rüşvetten beni perişan ederler.” Alabilir mi rüşveti? Alamaz.

 

Biz her an CenâbAllâh’ın bizi ilâhî kameradan izlediğini bilmiyor muyuz? Biliyoruz. Öyleyse nasıl günah işliyoruz? Demek ki îmânımız o îkan seviyesine ulaşmamış.

 

Yakîne eren kişinin ahlâkı ise;

 

“Öyle bir ahlâk hâline geliyor ki; hakikatine sahip olduğu bilgiyi, sahip olduğu hakikatle, hakikatini bildiği şeyden dolayı yaşıyor.”

 

Sülûkünün, davranışlarının ve yaşayışının mecrâsı da, usûlü de, hedefi de hakikatin ta kendisi!.. Hiçbiri yapmacık değil, taklit değil, tahkik üzere…

 

Yani hakikatli bir eğitim almış. Biliyor ki bugün yaptığı, ettiği her şeyin hesabını Allâh’a verecek. Yarın iyiliğin karşılığında cenneti, kötülüğün karşılığında cehennemi alacak. Ondan dolayı ona göre hareket ediyor.

 

Hiç duraksamadan, hiç tereddüt yaşamadan bunu yapmak kolay bir iş değildir. Çünkü insan nefsinde; canını koruma, malını koruma, izzet-i nefsini koruma, menfaatini elde tutma dürtüleri / içgüdüleri var.

 

Meşhur bir misal vardır:

 

Bir kişi; birbiriyle oynayan köpek yavrularını gösterip, demiş ki:

 

“–Ne güzel kardeş kardeş oynuyorlar.”

 

Bir zât demiş ki:

 

“–Aralarına bir kemik parçası at da kardeşliklerini öyle gör!”

 

Çünkü o kemik düştüğü anda, menfaat dürtüleri ortaya çıkacak.

 

Yakîne ulaşmış bir kişi ise; böyle bir menfaati, aslî sûretiyle yani bir cîfe olarak görecek.

 

Askeriyede, silâh eğitimi verilir. Kişi silâhını gözü kapalı söküp takabilsin istenir. Bu da yoğun bir eğitim ve bol temrin ile mümkün.

 

(Yakîne eren kişinin) kalbi başında da sonunda da müsterihtir, inşirâha ermiştir. Vuslata en kısa sürede vâsıl olur.”

 

Bir atasözü vardır:

 

“Akıllı düşününceye kadar, deli suyu geçer.”

 

Dünya kaygıları, insanı türlü türlü endişelere ve tedbirlere sevk eder. Yakîne eren kişilerin, dünyada mecnun addedilmesi yaygındır. Düşman saflarına atılan mücâhidleri; malını, mülkünü, tâcını tahtını Allah yolunda sarf edenleri; o seviyeye gelemeyen akıllılar, akılsız zannederler. Çünkü onların gördüğü gibi göremezler dünyayı.

 

Müellifimiz, 59’uncu maddede, çeşitli istîdatlar için tasavvuf yolunda uygun zâtlar ve eserlerini zikretmişti. Orada usûlcü / akāidçi meşrep için uygun yolun kendi tarîkatı olan Şâzeliyye olduğunu söylemişti.3

 

O maddede hulâsaten saydıklarını müteâkip maddelerde genişletti:

 

67’de fakih,

 

68’de muhaddis,

 

69’da riyâzat ehli,

 

70’de nâsik,

 

71’de hakîm ve mantıkçı,

 

72’de tabiatçı (havâsçı) meşrep insanların tasavvufa bakışlarını ele aldı.

 

Bu maddede yani 73’te de, usûlcü / akāidcilere uygun olan Şâzeliyye’nin anlayışının genişletilmiş hâlini görüyoruz:

 

Kaidemiz, buradan itibaren başka bir hakikati ifadeye ağırlık veriyor:

 

FITRATI GÖZETMEK

 

Bu eğitim; insanın tabiatını, fıtratını, tabiî olarak temâyüllü olduğu noktaları esas alarak sürdürülürse, bu vuslat hızlıca gerçekleşir:

 

“Çünkü karakterine paralel olarak Allâh’a giden kişi, karakterinden daha yakın bir şekilde vuslata ulaşır.”

 

Meselâ;

 

Adamın karakterinde yedirmek var. İkrâm etmekten, yemek yedirmekten zevk alıyor. Halil İbrahim meşrepli bu kişi, yedirerek Allâh’a ulaşmaya gayret ederse, çok daha hızlı ulaşır.

 

Bir başkası yalnız kalmaktan hoşlanıyor. Münzevî bir tabiatı var. Ona çilehânede erbaîn çıkarmak, halvet çekmek kolay gelir.

 

Şeyh o kişidir ki mürîdin tabiatındaki cevheri görüp onu o cevherle hakikate yönlendirir.

 

“Lâkin kendisine rağmen, karakterine rağmen, tabiatına uzak bir yolla Allâh’a giden kişinin vuslata ulaşması uzak yoldan olur. Zor olur.

 

Yukarıdaki misallerimizin tersini düşünelim:

 

Yedirmeyi seven, çok aktif ve sosyal bir insanı halvete sokmak, diğer taraftan inzivâyı çok seven bir insanı her gün binlerce insanın gelip gittiği bir imârette vazifelendirmek, kişilerin tabiatına ters olduğu için, yavaş netice verecektir.

 

“Bu sebeple, Tâc adlı eserde (İbn-i Atâullah el-İskenderî [ö. 709/1309]) şöyle demiştir:

 

«Zikri, kuvve-i nefsâniyenin severek sana yardım edeceği miktar al!»4

 

Hak yolculuğuna giren kimi dervişler, nefislerini ezmeye çalışır, bu sebeple en zor, en yoğun ibâdetlere girişirler. Her gece beş bin zikir, uzun uzun evrad vs. Hâlbuki o zorlamada nefis, yaptığı işe teksif olmaz. Diğer taraftan bir kere, toparlanmış bir vaziyette; «Allah!» demek bin defa demekten daha hayırlıdır.

 

Bir mesel ile anlatırlar:

 

Bülbül, bir gün niyâz edip Allah Teâlâ’ya demiş ki:

 

“–Rabbim ben Sen’i sabahlara kadar zikrediyorum, yediğim bir buğday tanesi! Ama baykuş sabah kalkıyor, Sen’i bir defa zikrediyor; yediği taze serçe!”

 

Allah Teâlâ demiş ki:

 

“–Bülbül, sen zikri dilinle ediyorsun ama baykuş, o tek zikri kalbiyle söylediği için küt diye düşüyor!”

 

Bandırmalı Tatlıcı Ali Efendi merhum5 bir gün şehirlerarası otobüs yolculuğunda ayyaş bir adamın yanına düşmüş. Adam ara ara cebinden şişesini çıkarıp demleniyor sonra devam ediyormuş.

 

Ali Efendi; «Bu kişiye nasıl tebliğde bulunurum, onun kalbine giden bir damarı nasıl bulurum?» diye düşünmüş ve demiş ki:

 

“–Ah kardeşim! Siz ayyaşlarda bir güzel haslet var; ben ömrüm boyunca onu elde etmek için çabalayıp duruyorum olmuyor!”

 

İnsanlar övülmeyi sever. Adam da merak etmiş:

 

“–Neymiş o özellik?”

 

“–Siz sarhoş olunca; «–Allah!» diye bir nâra atıyorsunuz. Ben ömrüm boyunca öyle bir; «Allah!» demek için çırpınıyorum olmuyor.”

 

Bir nevi o baykuş hikâyesi! Adam bu sözler üzerine ağlamış, zamanla ıslāh-ı hâl etmiş. Tıpkı hadîs-i şerifte buyurulduğu gibi:

 

“Onlar öyle bir topluluktur ki, onların arasında bulunan kötü olmaz.”6

 

Yani arkadaşlarına sahip çıkarlar. Onu cehennemlik olmaya terk etmezler. Islah ederler.

 

Seyr u sülûkte fıtrata uygun bir yol takip etmek ve aşırılıktan uzak durmak hususunda, Peygamber Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu tatbikat ve tâlimatlarını da hatırlayabiliriz:

 

Geceyi ihyâ etmek adına, hâlsizlikten dayanamayacak hâle geldiği hâlde bile tutunup ayakta kalmak için mescide ipler bağlayanların bu iplerini çözdürmüştür7 ve ayrıca şöyle buyurmuştur:

 

“Biriniz geceleyin namaz kılmak üzere kalkıp da Kur’ân’dan ne okuduğunu bilmeyecek derecede dili dolaşırsa, yatıp uyusun.”8

 

Müellifimiz devam ediyor:

 

Ebu’l-Hasen eş-Şâzelîkuddise sirruhû(v. 656) der ki:

 

«Şeyh, rahat edeceğin yolu sana gösterendir. Seni yormaya çalışan değildir.»”

 

Yani mürşid-i kâmil; mürîdini vuslata illâ zorlu yollardan değil, fıtratına uygun, rahat yollardan götürebilendir. Yoksa burada «keyif ve rehâvet» mânâsındaki rahatı kastetmiyoruz. Keyif isteyenin seyr u sülûk diye bir derdi olmaz.

 

Ebu’l-Hasen eş-Şâzelî, hocası Ebû Muhammed Abdüsselâm İbn-i Meşîş (v. 625/1228)kuddise sirruhû-’ya, Rasûlullah Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in;

 

«Kolaylaştırın, zorlaştırmayın!”9 hadîs-i şerîfinin mânâsını sorunca, İbn-i Meşîş Hazretleri şöyle cevap vermiştir:

 

«–Bu demektir ki:

 

Onları Allâh’a götürün! Başkasına değil!

 

Zira;

 

Seni dünyaya götüren seni aldatmış demektir.

 

Seni amele (sadece çalışmaya) sevk eden, seni yormakla kalır.

 

Seni Allâh’a çıkan yollara hidâyet eden ise sana nasihat etmiş / senin hayrını istemiş demektir.»”

 

Demek ki;

 

Talebenin, sâlikin, mürîdin karakterini tanımak lâzım. Onun tabiatında hangi özellikler ve güzellikler varsa onları canlandırarak, oradan cenneti kazanmasını temin etmek lâzım.

 

Kimisi emeğine acımaz, hizmete uygundur…

 

Kimisinin parası gözüne görünmez, infâka çok müsaittir…

 

Öyle kişi vardır; gözüne uyku girmez, geniş evrâda münasip…

 

Öyle kişi vardır; gözünü açamaz, ona farklı yollar göstermeli…

 

Tasavvuf yolu için söylenen bu hakikatler, eğitim sahasında da geçerlidir.

 

“Bu yolun tafsilâtı İbn-i Atâullah el-İskenderî’nin eserlerinde ve onun yolundan gidenlerin eserlerinde mevcuttur.”

 

Bu babta şunu da söyleyelim:

 

Elbette tekâmül yolunda herkesin yapması gereken zarûrî bir taban seviyesi vardır. O seviyeyi herkes yapacak. Meselâ herkes okuyup yazacak.

 

Ama usta bir hattat seviyesinde yazmak söz konusu ise, orada istîdâdı, sevgiyi, yatkınlığı aramak lâzım.

 

Bir ses sanatçısı gibi okumak hedefleniyorsa, orada lisan kabiliyeti, güzel ses, ağız yatkınlığı vs. lâzım.

 

Ramazan orucunu herkes tutacak. Fakat bir şahsı tezkiye için savm-ı Dâvûd’a teşvik edeceksek, onda oruca bir yatkınlık olmalı.

 

Zekâtı herkes verecek. Lâkin fazîlet olarak bol bol infak yolunu göstereceğimiz kişinin, ikram sever bir tabiata sahip olması lâzım.

 

Yani; «Benim tabiatımda yok, ben zekât veremem, ben farz orucu tutamam!» şeklinde bir bahane yok!.. Şerîatın temel vazifeleri, ilkokul seviyesi gibi, herkesin genel istîdâdına uygun, en kolay seviyedir. Burada bahsedilen yatkınlık arayışı, üst seviyeler için…

 

Nakledilir, Hak dostları da, kendisine gelen bazı müridleri, istîdatları sebebiyle;

 

“–Seni filân zâta yönlendirelim.” diye, tabiatları için daha muvâfık şeyh efendilere gönderirlermiş.

 

Bu kaide, kişisel gelişim denilen mecrâlar için de mühimdir. Kişi, kendisini doğru tanımalı. Yanlış hedef tayin edip emeğini ziyân etmemeli.

 

Kendi tahsil dönemimden böyle bir hâtıram vardır:

 

Bayrampaşa’nın ilk Kur’ân kursu, Hayırseverler Kur’ân-ı Kerim kursunda hâfızlık yaptım. Hilmi YILDIZ Hocamız bizi camide toplamıştı. 1983 senesi olmalı, Yeşil Cami Kur’ân kursundan bir hâfız dünya birincisi oldu. Bir hayli ses getirdi. Hocamız da bize bu yarışmaların türlerini ve merhalelerini anlatıyordu. Ben güzel ses ve benzeri kademelerde kendimde varlık göremedim. Çünkü güçlü ve güzel bir sesimin olmadığını biliyorum. Fakat bir kategori daha söyledi: Tefsir yarışması. Dedim ki:

 

“–İşte ben bunu yaparım.”

 

O yarışmaların haberleri bile, ilme merakımızı artırmıştı.

 

KONFOR ALANLARI

 

Yukarıda rahatlık, kolaylık, yatkınlık ve benzeri ifadeler, asla tembelliğe mazeret olarak anlaşılmamalıdır. İnsan her hâlükârda, kendi kabiliyetini bulmak için de çalışmalı, gayret etmeli. Rahatını bozmalı. Bu hususta güzel bir hikâye vardır:

 

Bir padişah, avcı kuşları çok severmiş. Kendisine bir çift avcı kuş hediye edilmiş. Bu kuşlar, eğitimciye teslim edilmiş, eğitim başlamış. Sultan da sarayın penceresinden seyrediyor. Biri uçuyor, diğeri kılını kıpırdatmıyor.

 

Eğitimciler değiştiriliyor, o tembel kuşta bir değişiklik yok!..

 

Sonunda pîr-i fânî emektar bir usta bulmuşlar. Padişah;

 

“–Bu kuşu sen de eğitemezsen, keseceğim bunu!” demiş.

 

Ertesi sabah sultan bir bakmış, iki kuş da gayet cevval uçuyorlar.

 

Merak etmiş, ihtiyar ustayı çağırtmış;

 

“–Ne yaptın sen?” demiş.

 

“–Bir şey yapmadın padişahım.” demiş. “Sadece onun tüneyip bir türlü kalkmadığı dalı kestim!”

 

Yani hepimizin bir konfor alanı var. O rahatlık alanına çekilir, tembellik edersek kabiliyetlerimiz ortaya çıkmaz.

 

Askeriyede bunun için, bütün askeri umûmî tâlime tâbî tutarlar ki herkes şöyle bir yürüsün, dökülen yolda kalsın, dökülmeyenle devam edilsin. Bilhassa ilk gençlik yıllarında, talebelik zamanında; kişilerin, kendileri hakkındaki;

 

“–Ben şuna yatkınım, şuna değilim!” türünden değerlendirmelerine çok itibar edilmez.

 

İnsanın kendi karakterini veya neye yatkın olduğunu tespit etmesi de kolay değildir. Çünkü benlik galipse, kendisine karşı sübjektif olabilir. Nefsini Kaf Dağı’nda görür. Benlik zayıfsa, kendini hakir görüp, hiçbir şeye tâlip olmaz. Her şeyden kaçar.

 

Burada hocanın rolü devreye girer. Birinin ayaklarını yere bastırır, diğerine destek olur, koluna girer.

 

İslâmî ilimler açısından da;

 

Analitik zekâ, fıkha;

 

Kuvvetli hâfıza, hadîse;

 

Eleştirici düşünce, kelâma müsaittir.

 

Zamanımızda zekâ testleri, mizaç analizleri, psikolojik tahliller geliştirildi ve yayıldı. Pedagoji sahasında birçok çalışmalar var. İstifade edilebilir.

 

Mâneviyat yolunda ise mürşidin, îman nûrundan beslenen firâset ve basîreti bu noktada belirleyici olacaktır.

 

Cenâb-ı Hak, rûhânî istîdatlarımızı inkişâf ettirmeyi nasip ve müyesser eylesin… Âmîn

 

______________

 

1 Müslim, Tahâret, 1. Ayrıca bkz. Tirmizî, Deavât, 86.

 

2 Risâle-i Kuşeyrî’de, zâhid tâbiîlerden Âmir bin Abdullâh’a (v. 55/675) nisbet edilen bu sözün bir benzeri, Hazret-i Ebûbekirradıyallâhu anh-’a da izâfe edilmiştir. Senedi bulunmamaktadır.

 

3 Yüzakı, Haziran 2024. https://www.yuzaki.com/2024/06/seri-kaidelerle-tasavvuf-40-en-guzelin-vecheleri/

 

4 İbn-i Atâullah el-İskenderî’nin Tâcü’l-Arûs el-Hâvî li-Tehzîbi’nNüfûs adlı eserinden.

 

5 Bu hâtırayı Prof. Dr. Necdet TOSUN’un Keşkül adlı eserinden aktardık. Bandırmalı Ali ÖZTAYLAN Efendi hakkında dergi arşivimizden şu yazılara bakabilirsiniz: Prof. Dr. Bilâl KEMİKLİ, «Dokunma Kalbime», Eylül 2008, yuzaki.com/2008/09/dokunma-kalbime ; Prof. Dr. Hasan DOĞRUYOL, «Ali Amcamız Hakkında», Eylül 2008, yuzaki.com/2008/09/ali-amcamizhakkinda

 

6 Müslim, Zikir, 38.

 

7 Buhârî, Teheccüd, 18; Müslim, Müsâfirîn, 219.

 

8 Müslim, Müsâfirîn, 223.

 

9 Buhârî, İlim, 11; Müslim, Cihâd, 5.