İnsanlığın Selâmeti; CİHAD RÛHU

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

 

Ümit; en zor ve ağır dâvâların başarıyla yürütülmesinde ve neticelendirilmesinde, yılgın ruhları dirilten, yorgun vücutları canlandıran bir hususiyete sahiptir. Dâvâ adamı, mefkûresine aşkla bağlıdır; onun hayaliyle yaşar, onun rüyasını görür, onu terennüm eder. Şanlı bir medeniyeti altı asır temsil eden bir cihan devletinin bânîsi olan ve misafir olarak kaldığı evde Kur’ân-ı Kerîm’in asılı olduğu odada, dînin şiârına olan hürmetinden dolayı uzanıp yatamayan Osman Gazi’nin rüyası buna bir misaldir. Şeyh Edebâlî’nin koynundan bir ayın doğup kendi koynuna girdiğini ve göbeğinden çıkan bir ağacın bütün dünyayı kapladığını gördüğü rüyası, Şeyh Edebâlî tarafından şöyle tabir edilir:

 

“–Oğlum! Gāibi ancak Allah bilir. Lâkin gördüğün bu rüyada dolu dolu hayır vardır. Cenâb-ı Hak sana ve soyuna saltanat nasip edecektir. Dün­ya, oğullarının himâyesine girecektir. Benim zürriyetimden bir kız ile evleneceksin. Bu izdivaçtan doğanlar, senin kuracağın ve giderek büyüyecek olan büyük bir devletin başına geçeceklerdir. Bu devlet de batıya doğru genişleyecektir…”1

 

Bir dâvânın takibinde, karamsarlık ve ye’s, asla tasvip edilmez. Kur’ân-ı Kerim’de, Yâkubaleyhisselâmın;

 

“Ey oğullarım! Gidin, Yûsuf’u ve kardeşini arayın. Allâh’ın rahmetinden ümidi kesmeyin; doğrusu kâfirlerden başkası Allâh’ın rahmetinden ümit kesmez.” (Yûsuf, 87) sözünde bunun önemine dair de bir işaret vardır. Bu cümleden olarak bütün peygamberler; ümidi telkin ederek, aşılması güç zorluklara karşı mâneviyâtı kuvvetli tutmaya gayret etmişlerdir.

 

Hazret-i Âdem –aleyhisselâm– ve Havvâ Vâlidemiz;

 

“Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize merhamet etmezsen; şüphesiz zarara uğrayanlardan oluruz.” (elA‘râf, 23) diye tevbe etmişlerdi.

 

(Ve) karanlıklar içinde (Yûnus, pek üzgün bir şekilde hâlini Rabbine şöylece arz etti):

 

«–Sen’den başka hiçbir ilâh yoktur. Sen’i tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum.»” (elEnbiyâ, 87)

 

Hazret-i Eyyûb –aleyhisselâm, her şeyini kaybedip, ağır hastalıklara dûçâr olunca;

 

“Eyyûb da;

 

«–Başıma bir belâ geldi. (Sana sığındım.) Sen merhametlilerin merhametlisisin.» diye Rabbine nidâ etmişti.” (elEnbiyâ, 83)

 

“Hazret-i İbrahim –aleyhisselâm– ateşe atılırken;

 

«–Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.» diyordu. Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz de bu sözü;

 

«–Müşrikler size karşı toplandılar; başınızın çaresine bakın.» denildiği zaman. söylemiştir. Bunun üzerine müslümanların îmânı artmış; hep birlikte;

 

«–Allah bize yeter; O ne güzel vekildir!» diyerek Allâh’a karşı eşsiz bir teslîmiyet örneği sergilemişlerdir.” (Buhârî, Tefsîr, 3/13)2

 

Ümitvâr olmak; kışın peşinden gelen bahar misâli, gönülleri şenlendirir, üzerine düştüğü işi, başarı ile tamamına erdirmek için coşturur. Kur’ân-ı Kerim’de;

 

“… Allâh’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin…” (ez-Zümer, 53)
buyurulur. Buna istinâden; kul, tevbe ile temizlenen şahsiyetiyle, Allah Teâlâ’nın yardımını dileyerek, olabilecek zorlukları aşmaya gayret eder. Nitekim bir hadîs-i kudsîde de;

 

“Rahmetim gadabımı aştı.” (Buhârî, Tevhîd, 22, 28, 55) buyurulmaktadır. Ancak, hususiyle de nefsâniyet bakımından gözden kaçırılmaması gereken bir noktaya da Kur’ân-ı Kerim’de şöyle işaret buyurulmaktadır:

 

“Ey insanlar! Allâh’ın verdiği söz şüphesiz gerçektir; dünya hayatı sizi aldatmasın. Allâh’ın affına güvendirerek şeytan sizi ayartmasın.” (Fâtır, 5) İnsanlara her bakımdan en güzel örnek olan; her ânı duâ ve niyazla ulvîleşen Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz ümit deryâsı ruhâniyeti ile, daima sekînet tecellîlerine mazhar olmuştur. Nitekim, hicret ederlerken, Sevr Mağarası’nda, müşriklerin kendilerini bulmak üzere olmalarından endişelenen Hazret-i Ebûbekirradıyallâhu anh-’ı;

 

“Mahzun olma! Hiç şüphesiz Allah bizimle beraberdir.” sözüyle teskin etmişti.

 

Cihad; İslâm’ı zor kullanarak benimsetme yolu olmayıp, onun anlatılmasına ve öğretilmesine mâni olan engellerin ortadan kaldırılması için gayret sarf etmektir. Mutlak anlamda şirk ve küfür, savaş sebebi değildir. Temel prensip tebliğdir. Savaş, gayr-i müslim tarafın tecavüz ve düşmanlıkta bulunması ve tebliğ vazifesine mâni olması durumunda meşrûdur. Bütün gayret; insanlar üzerinden zulmü, haksızlığı ve baskıyı kaldırıp, onlara seçme hakkı kazandırmak ve tercihte serbest bırakmaktır. Müslümanlara düşen vazife; insanlar kendi dinlerinde kalsalar bile, onlardan her türlü zulmü kaldırmak ve her türlü fesattan insanları korumaktır…”3 Hulâsa; cihadda bazı tedhiş teşkilâtlarının anlamak istedikleri gibi, insanları öldürmek değil yaşatmak, gönülleri fethetmek, rahmet iklimini dünyaya hâkim kılmak gayesi bahis mevzuudur.

 

Bu ulvî gayenin tahakkuku için de ona yaraşan usûl; tabiî ki insanın yaratılış hikmetine uygun ahlâkî davranışlar manzûmesidir.

 

Endülüs’ten Türkistan’a, şanlı medeniyetimizin hüküm-fermâ olduğu hiçbir coğrafyada, «Saâdet Asrı»nın bu savaş hukukunun dışına asla çıkılmamıştır. Şanlı medeniyetimizin son halkası Osmanlı’yı inşâ edenler; devletin esasına; «İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.» düsturunu yerleştirmişlerdir.

 

Mekke’nin fethi; şanlı medeniyetimizin bütün fetihleri için esas alınan bir örnektir. Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz, şehrin fethini, nasıl gönüllerin fethi ile taçlandırmışsa; Hazret-i Ömer –radıyallâhu anhda, Sultan Salâhaddin de, Sultan Alparslan da, Osman Gazi de, Sultan Fatih de… aynı usûlü takip gayretinde olmuşlardır. Bu yıl 572. yılı idrâk edilen çağ kapatıp çağ açan İstanbul’un fethi de, bu bakımdan tarihin en muhteşem vâkıalarından birisidir.

 

Stratejik önemi dolayısıyla, çeşitli zamanlarda istîlâ tehdidine maruz kalan İstanbul (eski adıyla Konstantinopolis); milâttan önce 194 yılında Roma İmparatorluğu’na geçmesinden sonra da, yirmi yedi defa kuşatılmıştır. Bunlardan on üçü, Rasûlullahsallâllâhu aleyhi ve sellemEfendimiz’in müjdesine nâil olabilmek iştiyâkının neticesidir. Ancak bir eşi daha olmayan, koruyucu surlardan meydana gelen müdafaa sistemi, bu imparatorluk merkezini bütün saldırılardan kurtarmıştır. Şehri âdeta zırh gibi saran üç kat sur ve arada bulunan yedi metre derinlik ve genişlikteki su kanalı, bu nâdîde çiçeği, asırlarca her türlü saldırıdan korumuştur. ki; Fatih Sultan Mehmed Han’a kadar.

 

Sultan Mehmed Han on dokuz yaşında devletin başına geçtiğinde; yedi dil bilen dirâyetli bir idareci, mâhir bir kumandan, âlim, edip ve gönül ehli bir şahsiyetti. Avnî mahlâsıyla yazdığı bir şiirinde, rûhî keyfiyetini şöyle terennüm ediyordu:

 

İmtisâl-i «câhidû fillâh» olubdur niyyetim,

Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretidir gayretim.

Enbiyâ evliyâya istinâdım var benim;

Lutf-i Hak’tandır hemân ümmîd-i feth u nusretim.

 

Sultan Mehmed Han, tevekkülünün gereği; askerî harekâttan önce, fetih için gerekli bütün tedbirleri, dirayet ve basîretle noksansız bir şekilde tamamlamıştır. Maddî-mânevî bütün sebeplere tevessül edildikten sonra da, kadîm savaş hukuku mûcibince, şehrin barış içinde teslimi talep edilmiştir. Bizans İmparatoru’nun, şehrin teslimini kabul etmemesi üzerine;

 

“–Ya ben İstanbul’u alırım; ya İstanbul beni!” diyerek azmini ortaya koyan Sultan Mehmed Han’ın, 6 Nisan 1453 tarihinde başlattığı kuşatma, 29 Mayıs sabahı büyük hücumda; Ulubatlı Hasan ve arkadaşlarının sancağı Topkapı surlarına dikmeleriyle, Fahr-i Kâinat –sallâllâhu aleyhi ve sellemEfendimiz’in müjdelediği büyük fetih gerçekleşip; Bizans, İslâm’a açılmış oldu.Fatih Sultan Mehmed Han, fetih nutkunda askerlerine şöyle hitap eder:

 

“–Ey kahraman mücâhidler! Allâh’a hamd olsun. İşte bundan böyle sizler Konstantiniyye fatihlerisiniz. Peygamber Efendimiz –aleyhissalâtü vesselâm-’ın medh buyurduğu şerefli askerler sizler oldunuz; gazânız mübârek olsun! Asla çocukları, din adamlarını, sizinle harp etmeyen kimseleri öldürmeyin, kadınlara dokunmayın ki, Peygamberimiz’in size lâyık gördüğü şerefin ehli olasınız!”

 

Sultan; maiyyetiyle şehre girerken, önüne çıkan bir dervişe cihad şuurunu şöyle îzah eder:

 

“–Derviş baba; bir harp, duâ askeri ile kılıç askeri müşterek hareket ederse, zafere ulaşır. Duâyı bırakanları cehennem bekler; kılıcı bırakanlara da yazık olur. Zaferin sırrı Peygamber Efendimiz’in yolundan gitmektir.”

 

Fetih hakkı olarak; Ayasofya Kilisesi cami hâline getirilip, ilk cuma namazı burada kılınır. Fatih Sultan Mehmed Han; nebevî ahlâkın takipçisi olarak, halka umumî af ilânıyla din ve inanç hürriyeti tanır.

 

Asırlar geçmiş; Osmanlı ecdâdımızın tarih sahnesinden çekilmesinden sonra, nefsini ilâh edinen muhterisler elinde dünya yeniden koyu bir câhiliyye karanlığına gömülmüştür. Üstelik, ilim ve teknolojideki fevkalâde büyük gelişmelere rağmen. Öyle ki; bu gelişmeler ancak barbarlıkların daha büyük ölçekte ve kuvvette olmasına vesile olmaktadır.

 

Nitekim bölgemizde, yanı başımızda Filistin’de, tarihin belki de bir emsâlini kaydetmediği bir vahşet cereyan ediyor. Dînî inançlarında sapıklığı seçmiş bir güruh, kurdukları şer ittifakıyla Filistin halkını katledip vatanlarını gasbetmek ve sahilde harâmî zenginler için sayfiye yeri kurmak plânını icrâ ediyorlar.

 

Bu ne densizliktir ki; hiçbir ahlâkî kayıtla bağdaşmayan bu barbarlık, dînî temele dayandırılmaktadır. Kendilerini demokrasi ve hürriyet ülkesi olarak gören bütün batılı ülkelerde, vicdan sahibi insanların ölmekle terk etmek arasında bir seçime zorlanan mâsum Filistin halkının acılarını gündeme getirmeleri bile, şiddetle yasaklanıyor. Bizzat kendilerinin tesbit ettikleri, vahşeti önlemeye mâtuf savaş hukuku, müslümanlar bahis mevzuu olunca yok sayılıyor. Terör çetesinden bir cânî, bütün imkânları kesilen Filistin’e;

 

“–Bir buğday tanesi bile girmeyecek!” diye bütün insanlığa meydan okuyor.

 

Dünyevî (seküler) cereyanların kararttığı kalpler; bencillik, sömürgecilik, merhametsizlik, vicdansızlık, şiddet… gibi kat kat surlarla çevrilmiş; yeniden fethedilmeye, rahmet iklimine açılmaya muhtaç. Ahlâk yoksunu zâlimlerin elinde, her gün biraz daha yaşanamaz hâle getirilen dünyamızda insanlığın selâmeti; tarihte de kaydedildiği gibi, ancak, bunu mukaddes bir dâvâ olarak kabul eden, cihad rûhunu temessül etmiş sâlih kullarla mümkün olabilir. Bu cümleden olarak dûçâr olunan buhranlarla boğuşan cemiyetimize, bilhassa memleketimizin istikbâli olan gençliğimize, gönül ehli şairimiz Ârif Nihad ASYA, Fetih Marşı’nda şöyle haykırıyor:

 

Yürü; hâlâ, ne diye oyunda oynaştasın?

Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!

 

____________________________

 

1 Osman Nûri TOPBAŞ: Osmanlı, Erkam Yay.

 

2 Osman Nûri TOPBAŞ: Nebîler Silsilesi-1, Erkam Yay.

 

3 Dr. Murat KAYA: Ebedî Yol Haritası İslâm, Erkam Yay.