ESİR -7-
Prof. Dr. Harun ÖĞMÜŞ harunogmus@gmail.com
(Yaşanmış bir hâdiseden ilham alınarak yazılmıştır.)
(Hulâsa: Birinci Cihan Harbi’nde Filistin cephesinde İngilizlere esir düşen Konyalı Hasan, esir kampından kaçarak memleketine doğru korku ve kâbus dolu bir yolculuğa girer. Yolda bir Arap köyünde caminin imamına misafir olur. İmam, damadı olup o köyde kalmasını teklif eder. Hasan bu teklifi nezâketle reddedip tren istasyonuna gitmek üzere köyden ayrılır.)
Biraz sonra dereye varıp dibinde adam beli genişliğinde akan suyun üzerinden atlayarak solundaki yolu takip etmeye başladı.
Dere boyu suyun şırıltısı ve ağaçların gölgesinde yürümek güzeldi. Ne var ki, çok geçmeden yol dereden ayrıldı. Bundan sonra güneşin altında yürüyecekti.
Ama dün ve ondan önceki günkü tecrübeleriyle sâbitti ki güneşin altında yürümek, güneşin altında yatmaktan daha iyiydi.
Çünkü yürümek, o şekilde yatmak gibi boğucu değildi. Sonra çevresine bakabiliyordu. Ayrıca bugün önceki günler gibi yakalanma korkusu da duymuyordu.
Bununla birlikte zihninde yine birçok endişe vardı:
Evelâllah trene yetişirdi. Ancak;
•Ya yer bulamazsa?
•Ya kimlik-pasaport sorarlarsa?
•Ya ispiyonlanırsa?
•Ya işgüzar bir memur İngilizlere teslim etmeye kalkarsa?
•Ya bağ arasındaki cinayetten aranıyorsa? Ya? Ya?
Yine sorular zihnine hücum etmeye başlamıştı. Sorulara teslim olmamak için başka şeylerle meşgul olmaya çalıştı. Ormanda yaptığı gibi bildiği sûreleri okudu, türküler söyledi.
Yolu öğleye doğru 200-300 metre ötedeki bir köyün yanından geçti. İstasyona ne kadar kaldığını, doğru gidip gitmediğini sorsa mıydı acaba?
Hayır! Tereddüt etmeye gerek yoktu! Tarif edildiği şekilde gidiyordu işte! Bunun için vaktini hebâ etmemeliydi. Sonra neyle karşılaşacağını bilemezdi.
İkindiye doğru bir çeşmeye rastladı. Abdest alıp namaz kıldı. Böylece biraz soluklandı.
Acaba birkaç lokma bir şey de yese miydi? Ancak o kadar oyalanmamalıydı. Yürürken de yiyebilirdi. Zira ne kadar yolu kaldığını bilmiyordu. Trene yetişemezse, günlerce istasyonda kalmak vardı. Onun için hızla yola düşüp adımlarını hızlandırdı.
Nihayet vakit ikindiyi geçtiğinde, yolunu güneyden kuzeye doğru kesip ufka dümdüz uzanan bir şey gördü. Bu, demir yolu olabilir miydi? Biraz daha yaklaştığında daha da belirginleşti.
Evet, bu demir yoluydu!
İştiyakla aradığı bir yakınını görmüş gibi sevindi. İstasyon çok yakın mıydı acaba? Adımlarını daha da hızlandırdı. Bir müddet sonra yolu, demir yoluyla bir çatal oluşturup onun yanında devam etti. Çok geçmeden karşısından gelip selâm veren merkepli bir adama sordu:
–Selâmün aleyküm!
–Aleyküm selâm! İstasyon bu istikamette, değil mi?
–Evet!
–Ne kadar var?
–Bir saat sürmez.
–Eyvallah. Hayırlı yolculuklar!
–Sana da!
Hakikaten güneş ufka eğilirken bir köy veya kasabanın yakınlarında olduğunu hissettiren tek tük binalar görmeye başladı. Sonrasında da çevresinde bir kalabalığın toplandığı istasyonu gördü. Bir an önce bilet almak için koşarcasına yürümeye başladı.
Kalabalığa girince Arapçadan çok Türkçe kelimeler işitmeye başlamıştı. Esir kampında da Türkçe konuşulurdu, ama burası farklıydı. Kendisini memleketinde imiş gibi hissetti.
Demek ki;
Yolcuların çoğu kendi gibi esâretten dönen askerlerdi. Gişeyi bulduğunda uzun bir kuyruk olduğunu görüp endişelendi. Acaba bilet bulamayacak mıydı? Önünde bekleyenler aralarında konuşuyorlardı:
–Sen de mi Pozantı’ya gideceksin hemşerim?
–Yok ben Adana’da ineceğim!
–Bir yer bulalım da numarasız olsun varsın!
–Öyle, öyle!
Heyecanla sohbete dâhil oldu?
–Yer yok muymuş?
–Numaralı koltuklar dolmuş. Numarasız açtılar ya inşâallah o da dolmadan bir bilet alabiliriz.
–İnşâallah. Tren saat kaçtaydı?
–8.30’da dedilerdi ya tehirli kalkacakmış.
–Sen nereye hemşerim?
–Gonya’ya!
–Hayırlı yolculuklar!
–Cümlemize!
Uğultuyla dolu bu küçük binanın içinde kendisiyle aynı kaderi paylaşan birçok Anadolulu hemşehrisi vardı. Bu, ailesine kavuşacağı konusundaki inancını artırmıştı. Bilet sırasında hayli müddet bekleyip lâfladılar. Kendisinden sonra da sıraya girenler oldu.
Nihayet sıra kendisine gelince
«–Konya!» diyerek Sâlih Efendi’nin verdiği parayı uzattı. Numarasız biletler ucuzdu. Ancak yine de memur, biletle birlikte üste umduğundan fazla para verdi.
Şu Sâlih Efendi ne iyi insanmış! Demek ki yolda lâzım olabileceğini düşünüp, bilerek fazla para vermişti!
Kuyrukta tanıştığı askerlerle bir kenara geçip oturdular. Duvar kenarları, sütunların dibi çoğunluğu asker olan yolcularla doluydu. Kimi çömelmiş, kimi dikilmiş lâflayıp sigara içiyorlardı.
Kenarda veya orta yerlerde birçok bavul, torba ve çanta vardı. Hasan kaçak olduğu için, yanında her gün sabah domuz sürüsüyle kamptan ayrılırken beraberinde götürdüğü azık torbasından başka bir şey yoktu.
Sabahleyin Sâlih Efendi’nin içine koyduğu nevâlenin çoğu duruyordu. Zeytin, peynir, hıyar, ekmek… Sağ olsun ağzına kadar doldurmuştu. Kenara oturunca onu çıkarıp hem kendi yedi hem de arkadaşlarına ikrâm etti.
Memleketlerinden, orada bıraktıkları yakınlarından, bulundukları cephelerden konuşuyorlar, bir taraftan da giderek tükenen bir sabırla treni gözlüyorlardı.
Tren çok gecikti. Geldikten sonra da istasyonda teknik ve başka sebeplerle uzun süre oyalandı. Ancak geç de olsa yıllardır gurbette olan bu yolcular için kendilerini vatana ve sevdiklerine ulaştıracak bu karalar içindeki kaba vasıtayı görmek çok mutluluk vericiydi.
İçine binip hareket ettiklerinde vakit gece yarısını çoktan geçmişti.
Kompartımanda kenarlara uzunlamasına konulmuş sedirlere yan yana oturduklarında, herkes beklemekten yorgun düşmüş hâldeydi. Özellikle üç gündür yol yürüyen Hasan’ın ayakları sızım sızım sızlıyordu. Bu sebeple; tren arkasında yoğun dumanlar saçarak hareket eder etmez, ninni gibi gelen tıkırtının eşliğinde hemen uykuya daldı. (Devam edecek.)
ESİR -6- ESİR -8-