DÖNÜŞTÜRME SANATI

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

İnsanlık hâli deriz.

İnsan ne kadar akıllı, uslu, şuurlu, dikkatli yaşasa da bazen ölçülerin dışına taştığı olur. Bilhassa çok üzgün, çok yorgun, çok bunalmış vaziyette olduğunda…

Olmadık bir söz söyleyebilir. Olmadık bir iş yapabilir. Davranışları, aklının kontrolü dışına çıkar. Şîrâzeden çıkmış derler. Dağılmak üzeredir. Bunalıma girmiştir, öyle bir anda çaresizdir.

«İnsanlık hâli» deyip; onu bazen görmezden, bazen bilmezden ve duymazdan gelmek lâzım. Aksi hâlde, daha beter sonuçlar meydana gelebilir.

Enver KOÇAK adında Gaziantep eşrafından bir avukat vardı. Otoriter bir adamdı. O, ne derse; o olurdu. Bu adamın av merakı vardı. Sırf onunla ava gidebilmek için, 25-30 kişi birleşirdi. Hiç kimse onun yanında yanlış bir kelime söyleyemez, dikkatlice konuşurdu.

İşte onun adamlarından biri anlatmıştı:

Eski «et hali»nin yanında gidiyorduk. Beş-altı kişi vardık. Bir adam Enver Bey’i çevirdi:

“–Enver Bey! Enver Bey!”

“–Buyur!”

“–Sen beni, bilir misin?”

“–Bilirim, filânsın…”

“–Ben adamı ne yaparım biliyor musun? Ben, adamı helâk ederim!.. Şöyle yakarım, böyle parçalarım…”

“–Peki yaparsın, peki yaparsın…”

Hepimiz şaşırdık kaldık. O son derece otoriter, «dayı!» adam hep;

“–Yaparsın, edersin, sağ ol…” diye yumuşak yumuşak konuşuyor.

Hâlbuki karşısındaki adam düpedüz hakaret ediyor. Enver Bey ise sesini çıkarmıyor. Onun etrafındaki kişiler, ava gittiği adamlar; bu adamın söylediğinin yüzde birini dahî söyleyemezler onun yanında. Biz hayret ettik. Adam gitti, biz daha fazla dayanamadık, dedik ki:

“–Enver Bey, müsaade et de şuna haddini bildirelim!”

“–Aman ha, karışmayın! Niye biliyor musunuz? O kara cahil, hem de fakir. O Allah’tan bile korkmaz. Sizden mi korkacak, benden mi korkacak? «Ölmüş koyun, kurttan korkmaz!» atasözü.

Ona yapılabilecek bir şey varsa, o da maddî yardımda bulunmak. Yani dövmek yerine ona yardım etmek daha etkili olur. Çünkü o, hiçbir şeyden korkmaz! Kaybedecek hiçbir şeyi yok. Sertlikle varırsan bir şey elde edemezsin.” dedi.

Enver Bey’in böyle söylemesinin arkasında birtakım sebepler var. Kediyi bile köşeye sıkıştırırsan sana tırmık atar. Onu bir duvar dibinde sıkıştırır, üzerine üzerine gidersen, o zaman gözünü karartır, muhatabına saldırır. Çaresiz kalınca elinden geleni yapar mı? Yapar.

Bunlar misal… İnsan da çok daralınca, çok bunalınca gözü hiçbir şey görmez olur. İşte böyle zamanlardaki edepsizlikleri, saygısızlıkları görmezden gelmek gerek. Orada asıl o daralmayı, o bunalmayı tespit edip çözmek gerek. Asıl yiğit, böyle anlarda öfkesini yutandır.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Güçlü ve kuvvetli pehlivan herkesi sallayıp yere yatıran değildir. Asıl kahraman kişi, öfke zamanında kendini tutandır.” (Buhârî, Edeb, 102; Müslim, Birr, 106-108)

Gaziantep’te, Şehreküstü semtinde yaşamış, meşhur Battal Bey’in hâdisesi de buna bir misal:

Zamanında beyler vardı. Ağalar gibi, her semtte mevcut, zengin, kudretli, otoriter kişiler. Herkes onlara itaatkârdır. Hükûmetle de araları iyi olur. Hükûmetin askerlerini besler, misafirlerini besler, hükûmete de dediğini yaptırır. Bey’e karşı gelen eşkıyâ olur. Bey böyle bir şey… Sofrası açık, etrafı geniş, dediği dedik…

Battal Bey de böyle bir bey imiş. Zamanında araba da yok, beyaz bir merkebe binmiş, çarşıya doğru gidiyormuş. Çarşıya yaklaşırken onu gören;

“Battal Bey geliyor! Battal Bey geliyor!..” diye birbirine seslenir, kendilerine çeki düzen verirlermiş, o geçerken de ayağa kalkıp hürmet ederlermiş.

Yine böyle;

“–Battal Bey geliyor! Battal Bey geliyor!..” dedikleri sırada yol üzerindeki bir bakkal;

“–Battal Bey’in …” diye başlayan sunturlu bir küfür etmiş.

Battal Bey de bizzat duymuş bu sövgüyü. Herkes telâşlanmış.

“Bu adam Battal Bey’e böyle dedi. O da herhâlde bunu duydu. Battal Bey, şimdi buna ne der, ne yapar?!.”

Fakat Battal Bey; hiçbir şey söylememiş, duymazlıktan gelmiş, çekmiş gitmiş.

Bir gün sonra yine aynı caddeden geçerken, ne görsünler? Bu sefer, o küfreden bakkal; herkesten evvel ayağa kalkmış;

“Battal Bey geliyor! Battal Bey geliyor!..” deyip, hürmet gösteriyormuş.

Çarşıdakiler bu harekete şaşırmışlar, Beye sormuşlar:

“–Battal Bey, bu bakkala dayak mı attırdın, kim bilir ne yaptın ki böyle yola geldi?”

Battal Bey;

“–O, yediği dayağı bilir. Fakat bildiğiniz dayak değil!” demiş.

“–Ya ne?”

“–Onun böyle bir fütursuz çıkış yapmasından anladım ki, o çok müşkül durumdadır, dardadır. Biraz yağ, biraz bulgur, biraz un gönderdim; hepsi o, başka bir şey yapmadım.”

İşte dönüştürücü bir alâka…

Bir yönüyle de kötülüğe karşı iyilik.

Hamlığa karşı olgunluk.

Battal Bey, o bakkala şiddetle mukabele etse; ya adam zıvanadan çıkar, ya göstermelik bir şekilde boyun eğerdi. İkisi de hayırlı bir yol değil. Kıssadan hisse…

Söylerler ki: Battal Bey bu olaydan sonra yine merkebi üzerinde bakkalın dükkânı önünde durur, iki parmağı ile işaret edip, bakkalı yanına çağırır. Bakkal gelir, bakkalın kulağına;

“–Bir müşkülün olursa bana söyle…” der.

Bakkal;

“–Beyim ben kimseden bir şey isteyemem. Sen bana bir iyilik yapacaksan, şimdiki gibi, dükkânımın önünden geçerken dur, beni yanına çağır, kulağıma bir şeyler söyle, istersen küfür et, sonra da yüzüme tebessüm et, bu kadarı yeter…” der.

Battal Bey bir şey anlamasa da dediğini yapar. Bunu gören komşular;

“–Bakkalın beyle arası çok iyi, bir işimiz düşerse Battal Beyle bize aracılık eder, bakkalla alışverişimizi kesmeyelim, aramızı iyi tutalım…” derler. Böylece bakkalın müşterisi artar, işi iyileşir.

Tabiî buradan, edepsizliği, saygısızlığı teşvik etmek gibi bir mânâ da çıkmamalı. İnsanın hele bir şeyler elde etmek için edepsizliğe, saygısızlığa teşebbüs etmesi arsızlıktır, hayâsızlıktır. Bunun da hiçbir yerde geçerliliği yoktur.

Verdiğimiz misaller ise, tabiî olarak, çok bunalmış, daralmış ve bir şekilde patlamış psikolojilerin örnekleridir.

Bizim de başımızdan buna benzer bir hâdise geçti.

Bayrampaşa’da bir yerimiz vardı. Her gün gittiğim bir birim değildi, fakat o gün oradaydım. Öğle namazı saati oldu. Namaz kılanlarla birlikte 10-15 kişi mescide geçtik. Namazdan sonra çıkıyorduk. Çıkarken bana öncelik verdiler. Kapıyı açtım baktım ki, bizim ayakkabıların hepsi tersyüz olmuş. Hepsi ters çevrilmiş.

Orada sevkiyat yeri vardı. Hamallar çalışıyordu. Oradaki çalışanlara;

“–Bunu kim yaptı?” dedim.

“–Depocu Abdullah yaptı.” dediler.

Oyun olsun, şaka olsun diye yapmış. Fakat benim orada olduğumu bilmiyor. Kapıda beni görünce kaçmış.

Ben de; «Bunları çevirin.» demedim. Ben de çevirsem olurdu. Fakat;

“–Bana Abdullâh’ı çağırın.” dedim. Abdullâh’ı bulmaya gittiler. Ben kapıda bir-bir buçuk dakika kadar bekledim. O arada düşünme fırsatı buldum.

“Abdullah yaptı.” dediklerinde; âniden karşımda bulsaydım;

“Ulan utanmıyor musun? Terbiyesiz, bu hareketi nasıl yaparsın? Namaz kılanlarla dalga mı geçiyorsun?”… filân diyebilirdim.

Böyle düşünürken Abdullah geldi, mahcup bir şekilde;

“–Buyurun efendim.” dedi.

“–Şu ayakkabılar tersyüz olmuş, bunları döndürür müsün?” dedim. «Sen yapmışsın!» bile demedim.

“–Hay hay!” dedi. Hepsini döndürdü. Ayakkabılarımızı giydik, işimizin başına gittik.

Ertesi gün yine namaza gittik ki, Depocu Abdullah hepimizden evvel namaza gelmiş. Hâlbuki namaz kılmayan birisiydi. O davranış güzelliğinin üzerine namaza başladı.

Hiçbir hakaret etmedim. Hiçbir söz söylemedim. Sadece;

“Bunları döndürür müsün?” dedim. Çünkü her hâlükârda davranış güzelliği gerek…

Olgun davranışlar, olgunlaştırır.

Sert davranışlar uzaklaştırır.

Evlât yetiştirirken de bu dönüştürücü sanatı göstermeye gayret etmeli.

Bir arkadaşımızın çocuğu, oldukça taşkın ve hareketli imiş. Fıtratı öyle, Allah vergisi. Okul çağı gelince özel okula vermiş. İki ay sonra öğretmen çocuğun babasını okula çağırmış, o da gitmiş. Oğlan da babasının okula geldiğini görmüş ve merakla kapıda beklemiş.

Allah, kimseyi çocuğu hakkında şikâyet dinlemek mecburiyetinde kalanlardan eylemesin. Çok zor ve ağır bir durum.

Öğretmen başlamış şikâyete:

“–Bu çocuk hiç söz dinlemiyor. Beni verem edecek. Bir şey de yapamıyorum.”

“–Ne yapıyor?”

“–«Bir şey yap.» diyorum. Aksini yapıyor;

«Oğlum otur.» diyorum. Ayağa kalkıyor;

«Oğlum niye ayakta duruyorsun?» diyorum. Sıranın üstüne çıkıyor. Artık çıldırıyorum, ne yapacağımı bilmiyorum. Zil çalıyor.

«Oh!» diyorum. Tam kapıdan çıkacağım, yine çağırıyor:

«Öğretmenim, öğretmenim!..»

«Ne var?»

«Ayakkabımın bağı çözülmüş, şunu bağlar mısın?» Artık nefesim kesiliyor, bir şey de diyemiyorum. Ben ölüp ölüp diriliyorum, artık ne yapacağımı şaşırıyorum.

«Babasına söyle!» dediler. Ben de sizi çağırdım. “Oğlunuz… bu çocuk beni öldürecek!”

Baba hep dinlemiş, hiçbir şey söylememiş. En son olarak;

“–Ne yaparsanız yapın! Olmuyorsa okuldan çıkarın.” demiş, dışarı çıkmış.

Çocuk kapıda bekliyor. Daha yedi yaşında:

“–Baba, öğretmen ne dedi?”

“–Bir şey demedi.”

“–Hiçbir şey demedi mi baba?”

“–Demedi oğlum.”

“–Baba, öğretmen senin benim babam olduğunu biliyor mu?”

Öğretmenin kendisinden şikâyetçi olacağından o kadar emin ki, acaba tanıyamadı mı diye soruyor. Çünkü kabahatinin farkında.

“–Biliyor.”

“–Hiçbir şey demedi mi?”

“–Demedi.”

“–Hiç mi demedi baba?”

“–Bazı, bir şeyler söyledi.”

“–Ne söyledi?”

“–Yahu bu senin çocuk, sarışın, ne tatlı bir çocuk! Gözlerine bakıyorum ciğerimin içine tıkasım geliyor. Yüzüne bakıyorum, hayran kalıyorum. Bu senin çocuğun, ne kadar sevimli bir çocuk! Onu çok seviyorum!..”

“–Öyle mi diyor baba?”

“–Öyle diyor.”

“–Başka?”

“–Başka bir şey demiyor. «Bir de ufacık bir hatası var; ‘Otur!’ diyorum oturmuyor. ‘Kalk!’ diyorum kalkmıyor ama ben gene de seviyorum.» diyor.”

“–Gerçekten böyle mi diyor baba?”

“–Evet oğlum.”

Çocuk kulaklarına inanamamış. Ertesi gün okula gidince bütün o haylazlıklar sona ermiş. Hiçbir şey kalmamış. Öğretmen bir ay sonraki görüşmede, çocuğun babasına teşekkür etmiş.

Çocuk kabahatini biliyor, ceza bekliyordu, dayak bekliyordu. Fakat dayağı yese, daha fazlasını yapardı.

Ancak;

Böyle sevgi diliyle ifade edince, okula bağlandı ve uslandı, bir şey yapmadı.

Aslında çözülmez sandığımız dertlerin çözümü sevgi…

Düzelmez zannettiğimiz yaramazlıkların, taşkınlıkların şifâsı; güzel davranışlardır, sevgidir, eğitimdir.

Bazı çocuklarda bu gibi hâller görülebilir. Bu kendi çocuklarımızda da olabilir, talebelerimizde de olabilir.

Bu durumdaki çocuklar; gelecekte bir âsî de olabilir, eğitim ve güzel davranışlarla bir dâhî de olabilir. Taşkın, kabuğuna sığmaz çocuklara deli derler, yani uslu değil anlamında.

Bakıyoruz Şeyh Edebâlî Osman Gazi’ye yaptığı nasihatte;

“Atın iyisine «Doru», insanın iyisine «Deli» derler.” diyor. Liderlerde dâhî hâlleri hep görülür.

Merhum Turgut ÖZAL İstanbul’dan Ankara’ya kara yolu ile giderken direksiyona kendisi geçer, kilometre 200 gösterir, korumalar arkasından ulaşamaz. Bu bir deli hareketi değil mi? Turgut ÖZAL’ın bir dâhî olduğunu kim inkâr eder?!.

Fatih Sultan Mehmed’in gemileri tepelerden denize indirmesi bir dâhî hareketi değil mi?

Bunları çoğaltabiliriz. Hulâsa dâhîler de, deliler de, liderler de hep taşkın çocuklardan çıkar, bunu unutmamalıyız. Onlara ters davranmayıp, sevgi ile, kendi evlâdımız gibi görüp eğitmemiz ve eğittirmemiz gerek.

Bu çocuklar deli mi? Velî mi? Dâhî mi? Anlamak zor, ancak yaklaşıma göre ya dâhî ya da âsî olur.

Rabbim, «hâl»den anlayanlardan ve sevgi ile muamele edenlerden eylesin. Rabbim güzel davranışlarla yaşamayı, zarâfetle, nezâketle gönüller fethetmeyi nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn…