Çağdaş Cereyanlara Karşı, «ALLÂH’IN İPİNE SIMSIKI SARILMAK»

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

 

Asırlara altın sayfalarla şan veren milletimiz, artık uzunca bir zamandır böyle destanları yazamıyor; gönlü bu hüzünle yananların payına, şanlı mâzîyi ancak hasretle yâd etmek düşüyor. İdraki batılılaşma tabusuyla kilitlenmiş olanların dışında, tefekkür eden zihinler için;

“Ne idik; ne olduk?” muhasebesinde, değişen daha doğrusu değiştirilen hayat tarzının geldiği safhayı görüp de, hayal kırıklığına düşmemek elde değil.

Ülkemizin içtimâî yapısında cereyan eden değişiklikleri inceleyen Mümtaz TURHAN; «Kültür Değişmeleri» kitabında, bu farklılaşmanın iki şekilde vukû bulduğunu belirtir. Bu tesbite göre; «serbest kültür değişmeleri»nde, iki milletin ilişkileri sonunda, bazı unsurların benimsenerek alınması bahis mevzuu iken; «mecburî kültür değişmeleri»nde, yabancı kültürün zorla kabul ettirilmesi meselesi vardır.

Mümtaz TURHAN; uzun yıllar devam eden gayretlere rağmen Türkiye’nin, batılılaşma meselesini başaramadığını; çünkü, insan unsurunun gözardı edildiğini, sadece batılıya benzer şekilde yaşanması üzerinde durulduğunu belirterek; meselenin taklitçi bir safhada kalmadan, sosyal çözülmeye uğramadan halledilmesi gerektiğini ortaya koyar.

Erol GÜNGÖR de, mevzu ile ilgili şu görüşleri belirtir:

“Ortak mânevî inançlar, bir kültürün çekirdeğini meydana getirir. Yani bunlar; bir ülkedeki insanların birlik duygusunu kazanmaları ve işbirliği yapmaları için şart olan bir câzibe merkezi teşkil eder. Bütün sosyal ilim adamları, kültürün en az ve en son değişen kısmının bunlar olduğunu söylerler. Öyle ki; kültürün çekirdeğinde meydana gelen bir parçalanma, artık bütün bir milletin -eğer herkesi toplamaya yeten bir câzibe merkezi bulunamamışsa- çözülüp dağılması mânâsına gelir.”

İ‘lâ-yı kelimetullah dâvâsını bayraklaştıran ve adâleti teessüs ettirerek dünyayı huzura kavuşturmayı hedefleyen medeniyetimizin istinâdı; «Kur’ân-ı Kerim, Sünnet-i Seniyye ve içtihad»lar çerçevesinde tecessüm eden ilâhî değerler manzûmesiydi. Devletin ve cemiyetin teşkilâtlanması, bu esaslar zemininde belirleniyordu. İnsanların ihtiyacını karşılamak maksadıyla; «cami-hamam ve çarşı» merkezli şehir plânlamasında; mahalle birimlerinin tanzîmi de bu istikamette tespit ediliyor, saâdet ve huzurun en küçük birimden başlayarak bütün memleketi kaplaması için gerekli tedbirler alınıyordu. Vâki olan kültürel aşınmaya rağmen, mahallelerin huzurlu vasatı uzun zaman devam etmiştir. Sanayileşmeye paralel olarak; köyden şehirlere göçün artması ve şehir nüfusunun yükselmesiyle beraber, mahalleler de eski hüviyetlerinden uzaklaşmaya başlamışlardır.

Takrîben yarım asır önce yaşadığımız yerlerde, «mahremiyet» ölçüsüne uygun şekilde; evler imkân ölçüsünde yüksek duvar ile çevrilmiş bir sahada yer alır; önünde bulunan avludan sonra, sokağa bir dış kapıdan çıkılırdı. Evi çevreden ayıran duvar yoksa; imkâna göre, evin önündeki avlu, sokaktan görünmeyecek şekilde tecrid edilirdi. Bu kısım, bahçeli evlerde yeşilliği ve su kaynağı ile, ailenin dinlenme mekânını teşkil ederdi. Balkonlar varsa, «cumbalı» tarzda yani, mahremiyet ölçülerine göre kapalı olurdu. Bu şekilde ailenin, kendi içinde rahat ve huzurlu bir hayat yaşaması mümkün hâle geliyordu. Mahallede herkes birbirini tanır; sevinçler ve kederler paylaşılırdı. Sokaklarda görülen bir yabancı hemen dikkat çeker, araştırılırdı. Komşuların ekmek yapmak gibi yardıma ihtiyaç duyulan işleri, imece usûlü beraberce yapılır; ihtiyaçlar, dayanışma rûhu ile karşılanır; elde bulunan nimetler, komşuluk hakkı olarak paylaşılırdı. Bu cümleden olarak; ineği olan komşuların her yayık yaydıkları zaman, içine mis gibi bir kaşık tereyağı koyup getirdikleri bir sitil ayranın; yufka ekmek yapılırken, saçlarda pişirilip yağlanarak, orada yenilen şepitlerin tadına doyum olmazdı. Ayrıca iş yeri şehirde olan kalaycı Hasan Dayı’nın, eşeği ile her gidişinde uğrayıp «bir ihtiyacımız olup olmadığını» sorması; komşuların birbirlerini ziyaretlerinde husûle gelen neşe; komşu kızı Sevim Ablanın anlattığı masallar ve kurduğu oyunlar… tahta bir kulübede geçen çocukluğumun hâlâ, saâdet ufuklarında uçuşan hâtıralarıdır.

O yıllarda; birçok yerde elektrik ya olmazdı veya sadece merkezlerde olup, dış mahalleler ise umumiyetle bundan mahrum kalırdı. Bugün evlerde kullanılan elektrikli ev âletleri ise pek bilinmezdi. Evin bütün işleri elle görülür; bilhassa hanımlara çok iş düşerdi. Küllü su ve çivit, herkesin kullandığı çamaşır yıkama malzemesiydi. Biriken çamaşırların çayda yani akarsuda, tokucak denen hususî ahşap sopalarla dövülerek yıkanması, bir şenlik havasında olurdu. Radyo ve o zamana mahsus haberleşme vasıtası olan manyetolu telefon ise, belki varlıklı birkaç kişide bulunabilirdi. Sıcak zamanlarda; soğuk su için, testiler ve şehirden getirilen kesilmiş buz kalıpları kullanılırdı. Bugünkü teknolojinin nimetleri yoktu; ama, sabır, tahammül, kanaat, tevekkül… gibi saâdet kapısının anahtarları vardı. Zamanımızda, ev âletleriyle hayat fevkalâde kolaylaştı; fakat, insanlar da o nisbette saâdetten uzaklaştı.

“Osmanlı şehirlerinde mahalle, sosyal ve fizikî bir birimdir. Mahalle birbirini tanıyan, bir ölçüde birbirlerinin davranışlarından sorumlu, sosyal dayanışma içinde olan kişilerden oluşmuş bir topluluğun yaşadığı yerdir. Aynı mescidde ibâdet eden cemaatin, aileleri ile birlikte ikamet ettikleri şehir kesimidir. Osmanlı mahallelerinin iç yapılaşma kuralları sayesinde, mahalle düzeyinde her türlü spekülâtif ve gayr-i ahlâkî yaklaşım, âdeta imkânsız hâle gelmiştir.”*

Mahallede öyle bir sistem hayata geçirilmişti ki; mahallenin idaresi, emniyeti, sokakların bakım ve temizliği, sakinlerin elbirliği ile hallediliyordu. Fakirlerin, yaşlıların, kimsesizlerin korunması için herkes, Allah Teâlâ’nın rızâsını kazanmak için seferber oluyordu. Cemaatten yatsı namazında mescidde bulunmayan kişilerin durumu, bir ihtiyacı olup olmadığı açısından araştırılırdı. Mahallenin büyükleri, çocukların terbiyelerinden mes‘ul görülürdü. Mahallede, münasebetler bakımından sosyal sınıf farkı göze çarpmazdı.

Osmanlı’nın son asırlarında, batı karşısında üstünlüğünü kaybetmesiyle; bu durumdan kurtulmaya yönelik olarak, aydın kesiminde çeşitli fikir hareketleri neşv ü nemâ bulmuştu. Aslında karmaşık, derin sebeplerin bir neticesi olan bu duruma, etraflıca incelenip tahlil edilerek bir hâl yolu bulmak gerekirken; panik hâlet-i rûhiyesi ile, sığ düşünce mahsûlü fikirler de ortaya atıldı. Epey taraftar bulan ve hâlen de gücünü devam ettiren «batıcılık» hareketi de bunlarda birisidir. Bu zihniyetin devlete hâkim olmasıyla; içtimâî yapı, dünyada belki de emsâli gösterilemeyecek mecburî bir kültür değişmesine mâruz kaldı. Kültürümüzün çekirdeği olan ortak mânevî değerler, ağır tahribat aldı. Batının kültürü, hayat tarzı, şanlı asırlarla olgunlaşan milletin özüne kurtlar gibi üşüşerek kalbura çevirdi.

Batılı seyyahlar, medeniyetimizin son temsilcisi olan Osmanlı asırlarını öve öve bitiremiyorlar. Bunlardan birkaçını zikretmek gerekirse;

“Osmanlılar vakur, terbiyeli ve edepli bir millettir. Huzur ve sükûna çok düşkündürler. Sokakta bir şey için toplanmak, birbirini kovalamak, taşkınlıkta bulunmak… gibi hareketler, Osmanlı şehirlerinde görülmez. Başka memleketlerde ürperten, mahkemeleri utandıran, insanlık şerefini ihlâl eden vahşet olayları, Türk toplumunda görülmez. Kur’ân; Türkleri, dünyanın bütün milletlerinin en hayırlısı ve en insan severi hâline getirmiştir.” (d’Ohsson)

“Türklerin biz kadınlara muameleleri, bütün milletlere örnek olmalıdır. Kadın, sokaklarda en küçük bir saygısızlık görmez.” (Lady Craven)

“Türkler, kâinâtın en kibar milletidir. İhtiyarlık, Türkiye’de olduğu gibi hiçbir yerde hürmete mazhar değildir.” (Ubicini)

Dünyayı hayran bırakan, insanlarının davranışları gıpta ile kaydedilen o âsûde medeniyetten bugüne ne kaldı? Hususiyle yabancı seyyahlardan, içtimâî hayattaki münasebetlerimizden övgü ile bahsedenler var mı? Evvelâ, kendimiz bundan memnun muyuz? Biz onların ahfâdı olduğumuza göre; ne değişti de, insanlığın zirvesinden uçurumlara yuvarlandık?.. Teknolojinin sunduğu vasıtalarla hayatımız fevkalâde kolaylaştığı hâlde; saâdet denen Ankā kuşu, Kaf Dağı ufuklarında kayboldu gitti. İnsanımız; tahammülsüzlüğün son sınırında, burnundan soluyor; her an patlamaya hazır. Haber bültenleri akla ziyan; cinayet, hırsızlık, yolsuzluk, şiddet örnekleri, en yüz kızartıcı suçlar… gibi, insanlığın ayaklar altında olma tezâhürleriyle yüklü.

Mahallelerde; rûha huzur veren yeşil sahalar, «lüks daire» denen beton bloklarla, tüketim ve harcama hissiyâtına hitap eden alışveriş merkezleri ve iş yerleriyle doluyor. Kibrit kutuları gibi dizilmiş, birbirlerine âdeta memleketler kadar mesafeli dairelerde, insanlar hapis bulunuyor; kalabalıklar içinde birbirinden habersiz, yalnızlığı yaşıyor. Son yıllarda yaygınlaşan bir alışkanlıkla; geceleri perdeler açık, asırlardır cemiyetimizin üzerine titrediği «mahremiyet» umursanmıyor; «çağdaş» bir rahatlıkla, bilerek-bilmeyerek batının teşhircilik hastalığı sergileniyor. Aile fertleri bile; aynı hânede, cep telefonu, televizyon ve bilgisayarın kuşatmasında yalnızlığa mahkûm.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, hakkında;

“Cebrâil -aleyhisselâm- o derece sürekli komşuyu tavsiye etti ki; komşunun komşuya mîrasçı olacağını zannettim.” (Buhârî, Edeb, 28) buyurduğu komşuluk hakkı çiğneniyor; daire sakini, kapı komşusuyla selâmlaşmamak, tanışmamak için başını eğerek yanından geçip gidiyor.

Üstad Necip Fazıl;

Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken, ağlar Karacaahmet.

diyordu. Şimdi alttaki daire Karacaahmet’i, üstteki Beyoğlu’nu yaşıyor. Öyle ki; bu başına buyruk «tepinme», zaman zaman cinayetlere bile sebep olabiliyor.

Şimdi yaygınlaşan süpermarketlerin yok ettiği bakkallar; mahalledeki herkesi tanımaları hasebiyle, oraya gelen bir yabancının ilk müracaat merkezi olurdu. Durumu zayıf olan mahalleli, belli bir zamanda ödemek kaydıyla, alışverişini yazdırarak yapabilirdi. Hamiyet sahibi birisi de, zaman zaman, hayrına bu veresiyeleri sildiriverirdi. İnsanlık icabı yanında parası olmayan bir sakin, bakkalın;

“Lâfı mı olur!” itimadıyla, alışverişini «geçerken vermek üzere» yapabilir; yanındaki çocuk, bakkal amcanın;

“Bu da benden olsun.” deyip uzattığı bir şekerle sevinebilirdi. Bir nevî «gönül kazanma» yeri de olan bakkallardaki bu güzel tezâhürler, onun yerini alan süpermarketlerle kayboldu. Artık, hasbihâl edecek bir muhatap bulunmuyor; bir yabancı, mahalleden kimseyi soramıyor; «beş kuruş»u eksik olan, alışveriş yapamıyor, deftere yazdıramıyor; hepsi işçi olan çalışanlar kimseyi tanımıyor, makine intizamı ile işine bakıyor…

Şüphesiz zamanın önünde durulmaz; nüfus artıyor, ihtiyaçlar çoğalıyor, yeni yeni teknoloji ürünleri devreye giriyor, dünya küçülüyor… Ancak değişmeyen, unutulmaması gereken bir şey var; insana tevdî buyurulan ilâhî vazife ve bunun gereği olan istikamet. Kur’ân-ı Kerim’de;

“Hep birlikte Allâh’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin…” (Âl-i İmrân, 103) buyuruluyor. Eğer zamanın getirdiği menfî cereyanlarla insanın özü ne kadar aşınır, yıpranırsa; o nisbette insanlıktan uzaklaşır; cemiyet mecrâından çıkar; dünya cehenneme döner. İnsanı mükerrem kılan rûhî değeri ne kadar sağlam olur, aslına uygun kalırsa; o nisbette de melekiyet kesbeder; cemiyet, rahmet meltemleri ile felâha erer; dünyaya adâlet hâkim olur, cennete döner. Tekrar dünyanın hayran olduğu, gıpta ettiği bir medeniyetin mensupları olmak, böyle bir cemiyeti kurmak için; ortak mânevî değerlerle dokunan şahsiyeti muhafaza ederek, «Allah Teâlâ’nın ipine sımsıkı sarılmak», fert fert insana ihsan buyurulan fazîletlerle teçhiz olmak gerekiyor.
________________

* Ömer DÜZBAKAR, İ.Ü. Fen-Ed. Fak. Sos. Bil. Dergisi, Yıl 4, sa. 5.