Anlatabileceğin YAŞADIĞIN KADAR

Ahmet ZİYLAN

İnsan; gördüğünü, bildiğini, yaşadığını anlatır. Görmediği, bilmediği, en önemlisi yaşamadığı şeyleri ise gerçek bir şekilde anlatamaz, nazariyatta kalır. Kulaktan dolma malûmatı kuru kuru aktarır.

Bu sebeple eğitimci; anlatacağı, öğreteceği hususları tecrübe etmiş olmalıdır. Bu sebeple okullarda nazarî bilgiler öğretilirken, stajlarla da işin pratiği yaptırılır. Bu sebeple iş hayatında, eğitim hayatında bilgi ve görgü artırıcı geziler, fuarlar, sergiler düzenlenir.

Bu tür tecrübeler, bilgi ve görgüler; insanın ufkunu, hayal gücünü açar. Dar çerçevede kalan kimsenin ufku da daralır. Böyle kişilerin hayalleri, fikirleri, hedefleri de dar ve sığ olur.

Niğdeli vaizin cennet vaazı bunun ne güzel bir misalidir:

Sultan Dördüncü Murad devrinde İstanbul’a Niğdeli bir vaiz efendi gelmiş. Kendisine; «Sultanahmet’te vaaz et!» demişler. O da çıkmış kürsüye vaaza, cennetin güzelliklerini, nimetlerini anlatmaya başlamış. Sultan Murad Han da o gün aynı camiye gitmiş ve vaazı dinlemiş. Hoca efendi; «Cennette şöyle hûrîler var, böyle ırmaklar var…» diye anlattıysa da Sultan’a bu tasvir ve ifadeler pek yavan gelmiş:

“Bu vaiz efendi; cennet-i âlâyı, bizim Topkapı Sarayı kadar bile anlatamadı, Topkapı Sarayı bile anlattığı cennetten daha güzel! Biriniz bu hocaya Topkapı Sarayı’nı gezdirsin de vaiz efendinin ufku açılsın.” demiş.

Padişahın maiyetindekiler düşünmüşler:

“Kim yapar bu işi?”

“Bekri Mustafa yapar.”

Bekri Mustafa:

“Bana biraz afyon verin, sarayın da kapısını açık bırakın.” diyerek vazifeyi üstlenmiş. Doğru gitmiş Niğdeli hocanın kaldığı yere, kendisini bulup başlamış plânını uygulamaya:

“Ooo hocam; İstanbul’a hoş gelmişsin. Sen Niğde’den geldin değil mi? Ben seni Niğde’de dinlemiştim. Hocalar cemaati tanımaz fakat cemaat hocayı tanır. Ben sizi çok seviyorum. Ben size yemek yedireceğim, dünyada bırakmam.” diyerek hocayı evine davet etmiş. Yeme-içmeden sonra hocanın yatağını açmışlar. Yatarken de içine afyon karıştırılmış şerbeti getirmişler:

“Bizim âdet, yatarken şerbet içilir.” deyip ikram etmişler. Hoca içtikten biraz sonra kendinden geçmiş…

Bekri Mustafa ve adamları almışlar Niğdeli hocayı, doğru Topkapı Sarayı’na götürmüşler. Bir müddet sonra hoca ayılmış. Bakmış şahane, mükemmel dayalı-döşeli bir yerde. Altınlar, gümüşler, mermerler, çiniler, atlaslar, ipekler… Hayatında görmediği güzellikler, ikramlar, hizmetkârlar…

“–Ben neredeyim?” diye sorunca tabiî bir şekilde:

“–Sen öldün, cennete geldin.” demişler.

Tertiplenen plân üzere, hocayı sarayda gezdirmişler, dolaştırmışlar, yedirmişler, içirmişler. Elbette padişahın emri ve izni var. Bekri Mustafa ve ekibinin kurduğu oyunu oynamışlar.

Vaiz efendi sonunda demiş ki:

“Yahu ben cenneti bilirim sanıyordum, bunca yıldır kürsülerden anlattım ama gördüm ki cennet benim bildiğimden çok daha güzelmiş.”

Maksat hâsıl olunca tekrar afyonlu şerbetten getirmişler. İçmiş tekrar bayılmış. Almış getirmişler, Bekri Mustafa’nın evindeki yatağına yatırmışlar. Uyanınca bakmış yatağında yatıyor. Etrafındakilere:

“Ben bugün çok güzel bir rüya gördüm.” diye sevinçle rüyasını anlatmış. Dinleyenler de hiç bozuntuya vermeden:

«Mâşallah, mâşallah! Hayırlara gelsin inşâallah!» diyerek dinlemişler.

Ertesi hafta Niğdeli hocayı yine Sultanahmet Camii’nde vaazla vazifelendirmişler. Padişah da gelmiş. Hoca efendi kürsüye rahatça kurulmuş başlamış anlatmaya:

“Ey cemaat, ben size geçen vaazımda cenneti anlattım, ama doğru anlatamamışım, cennet şöyle güzelmiş, böyle güzelmiş…” Hoca efendi artık cennet diye Topkapı Sarayı’nı anlatıyormuş.

Sultan, vaiz efendinin ufkunu biraz olsun açabildiği için mutlu imiş.

Eğitimciler, anneler, babalar, iş dünyasının, idare sahasının insanları düşünmelidir: Acaba o hoca gibi; biliyoruz, anlatıyoruz sandığımız şeyleri ne kadar biliyoruz? Bilgilerimiz ne kadar taze, ne kadar güncel? Tasvirlerimiz, tahminlerimiz ne kadar gerçeğe mutâbık?

Gerçekleri mi, yoksa zihnimizdeki şablonları mı anlatıyoruz?

Elbette cennet gibi ölümden sonraki hayata ait mekânlara gidip tecrübe kazanamayız; fakat nazarî bilgilerimizi pekâlâ pratikle buluşturabiliriz.

Diğer taraftan, savunduğumuz, anlattığımız, tebliğ ettiğimiz mânevî değerleri, faziletleri ne kadar yaşıyoruz? Dilimiz ne kadar anlatırsa anlatsın, hâl dilimiz neler söylüyor? Yaşamadığımız güzellikleri, hissetmediğimiz kıymetleri anlatabilmemiz mümkün mü?

Tasavvuftaki; «Tatmayan bilmez.» düstûru üzerinden gidersek sözü şöyle bağlayabiliriz:

“Yaşamayan bilmez, yaşamayan hakkıyla anlatamaz. Anlatsa da hiçbir fayda hâsıl olmaz.”