Okumanın Hakikati: HAKK’I BİLMEK

Mehmet Ali VAR varoglu5@gmail.com

Günümüzde her kalem veya söz erbabı, okumadığımızdan yakınır. İnsanımızın yeterince okumadığı, üç-beş yüz kelime ile konuştuğu, yazarların iki bin kelime ile yazdığını söyler. Okumayan milletlerin ilerleyemeyeceği, Avrupalıların yılda bilmem kaç kitap okuduğunu anlatır. Ancak gerçekten okumuyor muyuz? Ya da gerçek okuma nedir?

«Okuma» ameliyesini uzmanlar değişik şekillerde tarif ederler:

“Okuma; gözün satırlar üzerinde sıçraması sonucu kelime şekillerini görerek, bunların anlamlarını kavrama ve seslendirmedir.”1

“Okuma; biri «görme», diğeri «idrak etme» olmak üzere iki unsura dayanır. Bir nesne üzerindeki yazıları, işaretleri, sembolleri görme fiilini, idrak etme fiili izler.”

Tanımda bu iki temel anlam yer almalıdır. Buna göre;

“Yazılı bir metnin üzerindeki kelimeleri veya bir satıhta yer alan işaretleri, sembolleri göz aracılığı ile tanıma, anlama, idrak etme ve bunları seslere dönüştürerek sesli veya sessiz ifade etmedir.”2

Allah Teâlâ’nın Kur’ân’ı Kerim’de Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ilk emri; “Oku!” olmuştur. Hem de Yaratan’ın adıyla. Bunun için her inananın ilk vazifesi Allah kelâmı olan Kur’ân’ı «okumak» olmalıdır.

Cenâb-ı Hak bu konuda;

“Biz Kur’ân’ı, insanlara dura dura okuyasın diye âyet âyet ayırdık ve onu peyderpey indirdik.” (el-İsrâ, 106)

Veya;

“… Kur’ân’ı ağır ağır, tane tane oku.” (el-Müzzemmil, 4) buyurarak mü’minlerin bu konuya dikkatini çekmiştir. Her müslümanın vazifesi; Kur’ân’ı okumak, anlamak, düşünmek ve yaşamaktır. Bunun için ilk iş, kitabımızı okumayı bilmek ve okumaktır. Ondan yanık gönüllerimize ferahlık, bunalmış kalplerimize sükûnet doldurmamız lâzım. Yoksa Kur’ân’a karşı tavrımız asla millî şairimiz Âkif’in tenkit ettiği gibi olmamalı:

Ya açar nazm-ı celîlin, bakarız yaprağına;
Yâhud üfler, geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur’ân bunu hakkıyla bilin,
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için.

Ebû Musa el-Eş‘arî -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“Kur’ân okuyan ve okuduğuyla amel eden mü’minin örneği, tadı
güzel, kokusu güzel turunç meyvesi gibidir. Kur’ân okumayan, ancak onunla
amel eden mü’minin örneği de tadı güzel ancak kokusu olmayan ham hurma
gibidir. Kur’ân’ı okuyan münafığın durumu ise kokusu güzel, tadı buruk
reyhâne otu gibidir. Kur’ân’ı okumayan münafığın durumu ise kokusu olmayan,
tadı da buruk olan acı yaban keleği gibidir.” (Buhârî, Müslim)

Okumayı; Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek sözlerini okumak, öğrenmek, hayatımızda düstur edinip başkalarına aktarmak şeklinde de anlayabiliriz.

Meselâ Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hadislerini öğrenip başkalarına nakletmek hususunda şöyle buyurulur:

Abdullah bin Mes‘ûd – radıyallâhu anh-’tan rivâyete göre, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Allah, bizden herhangi bir şeyi işiten ve işittiği gibi de tebliğ edip başkalarına aktaran kişinin yüzünü ak etsin. Çünkü tebliğ edilen kişi, benden işiterek tebliğ edenden daha anlayışlı ve kavrayışlı olabilir.” (Tirmizî, İlim, 7, no: 2657; İbn-i Mâce, Mukaddime, 1) buyurmuştur.

Kur’ân ve Sünnet’e sarılan herkes, sonuçta felâha erer. Bu iki emânete sahip çıkan, okuyan, idrak eden iki cihanda aziz olur. Yolunu şaşırmaz, sıkıntıya düşmez.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Vedâ Hutbesi’nde;

“Size öyle bir emânet bırakıyorum ki, ona sımsıkı sarıldığınız müddetçe yolunuzu şaşırmazsınız. O emânet, Allâh’ın Kitâbı ve Nebîsi’nin sünnetidir.” (Hâkim, 1, 171/318) buyurarak bizlere ışık tutmuştur.

İnsanın; yaratılışını okuması, fizikî ve rûhî yaratılışındaki mükemmeliyeti anlaması da mühim bir okuma şekli. Bu okumayı başarıp Rabbe şükretmesi, okumayı bir başka şekilde kavramaktır.

Okumak fiilinin önemli bir şekli de kâinatı okumaktır. Yaratılandan Yaratan’a ulaşmak. Âlemdeki her şeyin Allâh’ın varlığına ve birliğine delâlet ettiğini kavrayabilecek kalbî hassasiyete ermek. Yeryüzündeki her canlının kendi lisân-ı hâliyle O’nu andığını, zikrettiğini bilmektir. Kur’ân diliyle;

“Görmez misin ki, göklerde ve yerde olanlar; güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allâh’a secde ediyor…” (el-Hacc, 18) âyetinin idrakine varabilmek.

Sâdî-i Şîrâzî;

“Akıl sahipleri nazarında yeşil ağaçların her bir yaprağı, insanı «mârifetullâh»a ulaştıran bir kitaptır. Gafiller için ise, bütün ağaçlar bir yaprak bile değildir.” der. Kâinat okunmaya hazır, sayfaları açık bir kitap okuyabilene…

Müsbet ilimler okumak veya tahsil etmek de sonuçta Allâh’a ulaştıran bir yol olarak değer kazanmakta. Dînimizde; «Dünya âhiretin tarlasıdır.» Burada yapılan her iş; niyetimiz doğrultusunda, öte dünyada sevap olarak karşımıza çıkacaktır.

«Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz!», «İlim Çin’de bile olsa alınız», «Allâh’ım, bize hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak göster!» ve «Allâh’ım, bana eşyanın hakikatini olduğu gibi belirt!» mealindeki hadislerin hepsi müsbet ilme işaret buyurmakta ve teşvik etmektedir.

Nitekim bu hususta Üstad Necip Fazıl da şöyle der:

“İslâm, müsbet bilgiler manzûmesini, dünyaya değer verdiği nisbette kıymetlendirir. Nasıl dünyanın değeri hakikatte sıfır, fakat âhirete ekim sahası olmak bakımından nâmütenâhî ise, müsbet bilgiler de; ruh değerleri önünde âdi ve sefil oyuncaklar tezgâhı, fakat ebedî hayat işçilerinin hamle ve hareket vasıtası olarak hudutsuz kıymettedir.”3

Buraya kadar yazılanlardan anlaşılan, okumayı alışkanlık hâline getirmemiz gerek. Okunan her şey bizi Rabbimiz’e biraz daha yaklaştırmalı, O’na ulaşmaya vesile kılmalı, mâneviyâtımızı güçlendirmelidir. Yoksa;

“Benim oğlum binâ okur, döner döner yine okur.” darb-ı meselinde olduğu gibi yerimizde saymamalıyız. Kuru bilgi, sırtlarda taşınan yük misali, insana ağırlıktan başka bir şey değil. Ayrıca vebâli var.

İnsanoğlu, rahatına düşkün olarak yaratılmış. Rahatı kaçsın, yorulsun istemez. Okumak ise, fedâkârlık isteyen bir iş. Kişi, elbette bu yolda yorulacak ve rahatı bozulacaktır. Okumak belli başlı bir faaliyettir. Zamanımızda okuma; boş zaman fiili olarak görülmekte, gönül eğlendirmek için öylesine yapılan bir işmiş gibi algılanmaktadır. Okuma alışkanlığı kazanmak ve çocukları bu işe hazırlamak, ibâdetlerin nefse ağır gelmesi gibi zordur. Özel çaba ve gayret gerekli. Okullarımızda âdet yerini bulsun kabîlinden yapılan yirmi dakikalık okumalarla mesele çözülemez.

Kitaplar hasretle bizleri bekleyen dostlardır. Onlar da sevilmek, ilgilenilmek, göz göze gelinmek, el ele tutulmak isterler. Bir eser meydana getirmek kolay değildir. Bunun için ecdâdımız yıllarını vermişler. İbn-i Sînâ, Fârâbî, Bîrûnî, Kâşgarlı Mahmud, Gazâlî, Mâturîdî, Ebû Hanîfe, Mevlânâ… gibi âlimler, mutasavvıflar ne çileler çekerek o muhteşem eserleri yazmışlardır. Günümüzde bile bütün imkânlar içerisinde yazmak için, birçok emek sarf etmek ve ciltlerce okumak gerek. Bugün maalesef yayınlanan eserlerin ekserîsi tozlu raflarda nöbet tutmakta, alıcılarını beklemektedir.

Okumak, insanın zamanını en güzel şekilde değerlendirmesidir. Kitapların içine dalan insanlar, başkalarıyla uğraşmaz, kötülük düşünmezler. Ruhlarını güzelliklerle besler, enerjilerini hayır yolda harcarlar.

Oysa insanların çoğu, vaktini boş işlerle geçirir. Âhirette hesaba çekileceğimiz konuların başında, «vakti» nasıl harcadığımız konusu unutulur. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîsinde:

“İki şey vardır ki, onlar hakkında insanların çoğu aldanış içerisindedir. Bunlar, sıhhat ve boş vakittir.” (Buhârî, Rikāk, 1) buyurur.

Okuyan insanda boşluktan dolayı can sıkıntısı olmaz. Batılı bir düşünür William Whately;

“Basit bir insan zamanı nasıl öldüreceğini, değerli insan da nasıl kazanacağını düşünür.” der.

Yine bu hususta Şeyh Sâdî de;

“En güç üç şey vardır: Bir sırrı saklamak, bir yarayı unutmak, biri de boş zamanı iyi kullanmaktır.” diyerek konunun önemini vurgular.

Okuyan insan; diğer insanların yüzlerindeki tebessümü, sevgiyi görür. Yeni bilgileri öğrendikçe, sevdiğinden bir mektup almış, okulundan başarıyla mezun olmuş bir öğrenci gibi mutlu olur. Okumayan insanın ise, beyin damarları uyuşur. Anlayış ve muhakeme kabiliyeti zayıflar. Namık Kemal bu hususta;

“Âdem’in hayvâniyeti yemekle, insâniyeti okumakladır.” der. Dolayısıyla insan insanlığını, rûhunu ve bedenini geliştirerek tam mânâsıyla yaşar.

Kitaplar hakkındaki hükümler değişiktir:

“Bazı kitaplar tadılmalı, bazıları yutulmalı, birkaçı da ağır ağır çiğnenmeli ve sindirilmelidir.” (Francis BACON)

Bir Çin atasözünde ise;

“Kitapsız büyüyen çocuk, susuz yetişen ağaca benzer.” denilir.

“İnsanlar gibi kitaplar da çeşit çeşittir. Utangacı vardır, utandıranı vardır. Kimisi cömerttir, bol verir; kimisinin eli sıkıdır, kendini dirhem dirhem satar. Herkes bu çeşitlilik içinde kendi gönlünü okşayacak birini bulabilir. Onlar, kötü çocuk televizyon gibi bizi aynı kalıba sokmaya çalışmazlar; tek bir şaka karşısında hepimizin gülmesini beklemezler, aynı kısır acıyı her defasında önümüze sürmezler.”4

Günümüzde okuyan, araştıran insanımız pek az. Nesil olarak okumayı sevmiyoruz. Birçok meslek erbabı fakülteden mezun olduğu kitaplarla hayatını idâme ettirmekte, kendini yenilememekte. Konuşurken üç kelimeyi yanyana getirmekte zorlanmakta veya sokak ağzıyla konuşmaktadır.

Ülkemizde insanların az okumasının sebeplerinden biri de ilme, âlime, sanata yeterince değer verilmemesidir. Churchill’in;

“Britanya adalarının yarısından vazgeçerim ama Shakespeare’in bir cümlesinden geçemem.” sözü ile ilme ve âlime ne kadar değer verdiklerini ifade etmektedir.

Sonuç olarak okumak; ekmek, su, hava kadar ihtiyaç. Okumayan kişilerin kâmil bir insan olması mümkün değil. Ancak okuduğumuz her şey bize faydası olan, mâneviyâtımızı güçlendiren, kalbimize feyz veren, ahlâkımızı güzelleştiren kitap ve eserler olmalıdır. Okumanın mânâsı budur.
___________________________

1 Prof. Dr. M. Fevzi ÖZ, Uygulamalı Türkçe Öğretimi, s. 193.
2 Prof. Dr. Hamza ZÜLFİKAR, Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi, Ağustos 2009, sayı 692, s. 135.
3 Necip Fazıl KISAKÜREK, İdeolocya Örgüsü, B. D. yay. İstanbul, 2008, 17. Baskı, s. 134.
4 Oktay YİVLİ, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim dergisi, S. 112-113, s. 44.