SEVGİ LİSANI: NASİHAT

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir hadîs-i şerîfinde müslümanın müslüman üzerindeki altı hakkını sayarken;

“…Senden nasihat isterse nasihat et!” (Müslim, Selâm, 5) buyurmuştur. Sahâbe-i kirâmın birbirlerinden nasihat istedikleri ve birbirlerine îkaz veya hatırlatmalarda bulundukları bilinir. Birçok sahâbenin hutbe veya özlü sözler şeklindeki çeşitli nasihatleri bizlere ulaşmıştır.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın;

“Nasihat etmeyen ve nasihat edenleri sevmeyen kavimde hayır yoktur.” buyurduğu rivâyet edilmiştir. Mü’minlerin emîri iken kendisini yaşlı bir hanım sahâbe durdurup nasihat ettiğinde, sözünü kesmeyip sabırla dinlediğini okuyoruz. Yine tâat yolundan uzaklaştığını haber aldığı zaman bir dostuna mektup yazıp, onu;

“Ey kardeşim! Kıyâmet gününde ben senden ayrılmak istemiyorum. Her nasılsa dünyada benden ayrıldın, âhirette de ayrılmak isteme, ne olur!” şeklindeki samimî sözlerle îkaz ettiği nakledilmiştir. Bu zâtın da mektubu okuyunca, hislenip tevbe ettiği bildirilmiştir.

İslâm medeniyeti, nasihat medeniyetidir. İslâm şehirlerinin merkezinde, bir cami etrafına kurulmuş külliyeler bulunur. Cuma günleri hutbelerde ve sâir zamanlarda da vaazlarda gönüllerin pası silinir. İslâm medeniyetinde her şey insana nasihat verir. Çeşmelerin alınlıklarına, mezar taşlarına, cami duvarlarına nakşedilen hat eserlerinin çoğu; okuyuculara hatırlatmalarda bulunur.

İnsan unutkandır, gafildir, dalar gider… Birilerinin îkaz etmesine, sarsmasına, hatırlatmasına ihtiyaç duyar. «Vaaz» tebliğden farklı olarak muhataba bilmediğini bildirmek değil, bildiğini tesirli sözlerle tekrar hatırlatmak demektir.

Bu sebeple vaazlarda tefekkürü harekete geçiren misaller, akılda kalan edebî nükteler, mücerred mefhumları müşahhas hâle getiren kıssalardan faydalanılır. Rabbimiz’in;

“Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel şekilde mücadele et…” (en-Nahl, 16/125) emrine uyularak söz sanatından en iyi şekilde istifade edilir.

Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyette vaaz kökünden gelen «mev‘iza, vâizîn» gibi kelimeler ve çeşitli fiiller geçer. (el-Bakara, 2/275; en-Nûr, 24/ 34) Yine hatırlatma mânâsında; «zikr, zikrâ, tezkîr» gibi birçok kelimeler, Kur’ân-ı Kerîm’in bizzat kendisi veya âyetleri hakkında kullanılmaktadır.

Allah -Zülcelâl- insanları îmâna davet ettiği gibi; mü’minleri de îmanlarını tazelemeye, ahlâk ve amellerini düzeltmeye, dünya hayatının gerçek yüzünü görmeye, âhireti hatırlamaya davet eder. İslâm bir hidâyet, yani rehberliktir; rehberlik vasıtalarından biri de insanın aklını düşünmeye sevk eden nasihatlerdir.

Aslında her medeniyet kendi zihniyet ve üslûbuyla nasihatler eder. Bugün dünyaya hâkim batı zihniyeti de kendince nasihatler verir. Sağlıklı olmak için, mutlu olmak için, başarılı olmak için; dikkat edilecek hususlara dair birçok nasihat, çeşitli kültür ürünlerinin içine yerleştirilir. Hattâ reklâmlarda sadece belli bir ürünün tanıtımı yapılmaz, aynı zamanda bir zihniyetin nasihatleri de aklınıza yerleştirilir. Öyle ki; hayatın tek gayesi mutlu olmak, kendini iyi hissetmek imiş gibi telkin edilir.

Bir gün annesinin ricası üzerine, bir genç kızımızla konuşuyordum. Nasihate girişmeden önce onun düşünme tarzını anlamak için sordum:

“–İnsan akıl sahibi bir varlıktır. Davranışlarının, tercihlerinin bir maksadı vardır. Senin maksadın ne? Meselâ sen evden çıkarken giyim kuşam tercihlerinde, makyaj yapmakla neyi hedefliyorsun?”

Böyle bir girizgâha rağmen cevabı şöyleydi:

“–Benim hiçbir maksadım yok! Sadece aynaya bakıp kendimi güzel görünce iyi hissediyorum!”

Tam bir reklâm dili! Kapitalizmin de tahrik ettiği, sosyal bilimcilerin «ferdiyetçi-hazcı» dedikleri; nefsânî tarafımızı esas alan bir zihniyet. Genç kızımızın evvelâ o zihniyeti mantık süzgecinden geçirmesi için;

“–Hayattaki tek gayemiz, iyi hissetmek midir? Peki mes’ûliyetlerimiz ne olacak? Hem, biz her davranışımızla etrafımıza bir mesaj vermiş oluruz. Acaba böyle süslenip püslenirken kendimizi nasıl takdim etmiş oluyoruz?” dedim. Bu sefer de;

“–Ama herkes öyle giyiniyor!” dedi.

Bu da bizim halkımızın gelenek göreneklerinden kaynaklanan;

“–Herkes gibi ol, sivri olma! Aşırı gitme! Dışlanma! Beğenilecek, normal kabul edilecek şekilde ol! Sonuçta talip bekleyen bir kızsın…” şeklindeki telkinlerinin tesiri…

Cemiyetin ekseriyetini teşkil eden kısma uymak; böylece tasvip edilmiş, takdir kazanmış olmak, sanki daha emniyetteymiş gibi hissettiriyor.

Peki, bizde hiç suç yok mu? Gençlerimize;

“Kendini asıl kime beğendirmen gerekir?” diye öğretiyor muyuz?

“Sen Allâh’ın beğendiği gibi ol, Allah seni o şekilde beğenecek kişiler nasip edecektir!” diye yüreklerini pekiştiriyor muyuz?

Bizler çoğu zaman; çocuklar, gençler zaten bilmeleri gerekeni biliyormuş gibi, yapıyoruz. Hâlbuki bildiklerini de yanıltan, ifsâd edici bir çevreye maruz kalıyorlar. Onun için daha da güçlü bir şekilde; ıslah etme, öğretme, hatırlatma, benimsetme, şevke getirme, yüreğini pekiştirme mes’ûliyetimizin farkında olmalıyız.

Allah -Zülcelâl- biz insanları, birbiri ardınca gelen nesiller hâlinde yaratmış. Biz yetişkinler, bizden evvelki neslin bize ulaştırdığı nasihatleri âdeta mukaddes bir emânet gibi bizden sonrakilere teslim etmekle mes’ûlüz.

Bir İslâm toplumunda bütün mü’minler birbirlerine nasihat etmeli, ama bugün bizler daha kendi evlâtlarımıza bile nasihat etmiyoruz. Yahut nasihati yanlış üslûpla yapıyoruz.

Pedagoglar, anne-babalara diyor ki:

“Çocuğunuz hemen her şeyi öğrenmeye muhtaçtır. Meselâ siz ona; «Odanı topla!» dersiniz, ama yapmaz. Kızarsınız, söylenirsiniz, iğneli konuşursunuz, hiçbir şey değişmez. Çünkü onun gözünde odayı toplamak çok zor bir iştir. Nasıl yapacağını bilmez. Onun için söylenmek yerine yanına gidin, nasıl yapacağını bir bir tatbikî olarak gösterin, öğretin. Meselâ; «Bak, bu kirli çamaşırları kirli sepetine at. Bu temizleri şöyle katla, çekmeceye koy!» diye tek tek tarif edin. Hattâ çocuk, kirliyi temizi ayırt etmeyi de bilmez. Onu da öğretin, örnek olarak gösterin. Böylece kaos gibi görünen, gözünde büyüyen işi basamaklar hâlinde nasıl başaracağını öğretin.”

Aynı şey mânevî ve ahlâkî eğitimde de geçerli. Çocuklarımıza duygu ve düşüncelerin kirlisini temizini nasıl ayırt edeceğini; kirlisini nasıl uzaklaştıracağını, temizini nereye yerleştireceğini öğretmemiz gerekiyor.

Allah -Zülcelâl-’in yaratılışımıza koyduğu çeşitli duygular, ihtiyaçlar ve birçok kabiliyetler var. Bunların hepsinin hikmeti de var. Ama bir yönüyle de bizim için bir imtihan sorusu… Doğru cevabı bilmek ve tatbik etmek gerekiyor.

Gençlik çağı âdeta bir sarhoşluk dönemi gibi… Çocukluğun sonundaki temyiz çağından, bulûğ devresine kadar lüzumlu tâlim terbiyeyi almayan, kendine hâkim olmaya alışmayan bir genç, birdenbire bütün duygularının zirvesinde olduğu bir çağda buluyor kendini. Hem bu çağda insana peşin olarak; güç, kuvvet, sıhhat, zekâ, kabiliyet vs. de veriliyor. Hele zamanımızda bir de çocuklar teknolojinin içine doğuyor. Bir tuşa basmakla birçok bilgiye ulaşıyor.

Bir de okulda eline diploma tutuşturulunca, artık kendi kendine yetermiş gibi zannediyor. İnsan ancak orta yaşa doğru; bu sarhoşluktan ayılıyor, ihtiyarlayıp ölecek bir bedene hapsolmuş bir fânî olduğunu görüyor. Biz yetişkinler; biraz olsun ayılmış isek, onları da bu sarhoşluk içinde bırakmamalıyız.

Unutmamamız gereken bir şey de şu ki; her ne kadar nefisler nasihatten hoşlanmasa da rûhânî tarafımız bize nasihat edene karşı sevgi duymaya meyillidir. Bu sebeple; «Çocuklarıma nasihat edersem benden uzaklaşırlar mı?» diye düşünmeyelim. Aslında onlar vicdânî olarak da zaten sizin haklı olduğunuzu bilirler ve sizin onu sevdiğiniz için söylediğinize inanırlar.

Ben birçok defa dikkat ettim; baş başa konuşup hususî nasihat ettiğim gençler, umumî olarak sohbet ettiğim gençlerden daha fazla bana yakınlık duyarlar. Meselâ; güzel haberleri gelip benimle paylaşmalarından da anlarım ki, onu sevdiğime samimiyetle inanırlar ve onlar da beni severler.

Biraz düşünürsek, zaten insan sevmediği bir kişiye niçin nasihat etsin ki? Sonuçta nasihat de bir sevgi mahsûlüdür ve sevginin iletilme biçimidir. Yeter ki üslûbumuza dikkat edelim.