BEYNAMAZ!

YAZAR : Hamza CAN

Namazı hatırlatan bir hanımı da vardı aslında. Her fırsatta;

“‒Ah bey! Bir de namaz kılsan… İyisin hoşsun… Evimize haram lokma sokmazsın. Cömertsin, ama gevşeksin. Bir de namaza başlasaydın…” diyordu.

“‒Eeh bırak benimle uğraşmayı… Yaşlanınca kılacağım ben de… İşten-güçten vakit bulamıyoruz. Görmüyor musun?”

“‒O zaman evde kıl bari bey…”

Hanımı cahil mahildi ama, kül yutmuyordu işte… Ona da bir cevap bulmalıydı:

“‒Birini kıl birini kılma olmaz! Başlayınca adamakıllı kılmalı. Emekli olup elim boşa çıkınca gider gelirim camiye…”

“‒Bey, yarına çıkacağımıza ne garantimiz var?.. Gel etme, başla namaza… Her vakit hatırlatıyorum sana. Hatırlatmasam da vebal var, hatırlattığım hâlde kılmayınca o başka bir türlü vebal…”

“‒Sen uğraşma benimle… Kıramadım şeytanın bacağını. Allâh’ın emrini tutamıyorum, karı lâfıyla kılacak değilim!”

Sesinin tonuyla da bir reste döndürdüğü bu sözleriyle, yine son sözü söylemişti. Doğru söylüyorsa da haddini bilmeliydi. Gerçi hanımının dindar olmasına seviniyordu. Çocuklarını düzgün yetiştirirdi. Gözü dışarıda olmazdı. Ama karışmasındı kendisine! Kumandaya uzandı. TV kanallarında dolaşmaya koyuldu.

Hanımı sonuçsuz kalan bilmem kaçıncı teşebbüsünden sonra da yılmayacaktı. Evin, televizyonun sesinden en uzak noktasına çekilip yatsı namazını kılmaya koyuldu. Ardından çocuklarını da uyutup o da yatacaktı. Beynamazlığına akşama kadar çalışıp yorulmasını bahane eden kocası, erken yatmazdı çünkü. Çoğu kez televizyonun karşısında sızar kalırdı.

Bu akşam da televizyon karşısında uykuyla uyanıklığın o sersem bileşkesinde sallanırken görüntülerin yerini başka seyirler alıverdi. İki simsiyah elbiseli adam odanın ortasına dikilmişti. Nereden çıkmışlardı? Evin ortasına ne zaman gelmişlerdi? Anlayamadı. Biri parmağını uzattı:

“‒İşte o!”

“‒Adı neydi kayıtlarımızda?”

Korkunç bir şekilde seslendi:

“‒Beynamaz!”

“‒Kalk bakalım beynamaz!”

“‒Durun, nereye götürüyorsunuz beni?”

“‒Beynamazlar nereye götürülürse oraya!”

“‒Beynamaz kalk!”

“‒Ne olur durun. Ben başlayacaktım namaza… Biraz daha mühlet…”

“‒Beynamaz! Kalk bakalım. Bir vâde vardı, o da geldi. Üsküdar’da sabah oldu! Sen daha uyanacaksın! Ateşlerle dolu âkıbetinde artık uyuyamayacaksın!”

“‒Yalvarırım durun! Tamam bundan sonra irademe sahip çıkacağım. Bir tek namaz kaçırmayacağım!”

“‒Beynamaz! Yürü bakalım! Artık senin iraden sona erdi. Yatmak veya kalkmak elinde değil… Kalkacaksın! Fakat namaza değil, azaba! Ateş çukurlarında yanmaya!”

“‒Durun, kıymayın! Ne olur!”

“‒Beynamaz!”

Sanki binlerce ses her taraftan yükseliyordu:

“‒Yuuh! Beynamaz! Yazıklar olsun beynamaz!”

Kan ter içinde uyandı:

Hanımı; başında, hiç aksatmadığı vazifesini edâ ediyordu:

“‒Bey, namaz! Bey, namaz!.. Hadi sabah ezanları okundu. Bey, hadi namaz. Hadi bey, namaz kılmayacak mısın?..”

Bu kez minnettar gözlerle baktı hanımına. Şükürler olsun ki rüyaydı. Fakat gerçeği iliklerine kadar hissettiren bir rüya… Fakat sunî bahanelerinin serabını sona erdiren, hakikatin ta kendisi…

Artık iradesinin beyi olmak zamanı gelmişti.

Kalk demişlerdi ya kalktı doğruldu. Abdest almak için banyoya yöneldi.

Ne zamandır duâlarının kabulünü bekleyen hanımı da, hemen beyinin seccadesini serdi.