Kur’ân Şifadır

Mehmet DEMİRCİ

Kur’ân-ı Kerîm’i okurken öyle bir dikkat ve tefekkürle okumalı ki, sanki her bir âyet yeniden ve ilk defa nâzil oluyormuş gibi bir ruh hâline sahip olmaya çalışılmalıdır.

Ertuğrul Bey, uzun boylu, sıhhatli, güçlü kuvvetli bir insandır. İzmir’in itibarlı sanayicilerindendir. Bu arada dinî ve kültürel konulara meraklıdır. İmkân nispetinde bu alanlarda okuma ve araştırmada bulunur. Öğrendiklerini ve inandıklarını yaşamaya, hayatına katmaya çalışır.

Bir gün bir tanıdığının düğününe gider. Arabasını park edip toplantı mekânına doğru ilerlerken bir şey unuttuğunu fark eder, arabadan almak üzere geri döner. Bu sırada oralarda pineklemekte olan iri-yarı zayıf bir kangal köpeği gözüne ilişir. Birkaç adım ilerlemişken ânîden köpek üzerine saldırır; Ertuğrul Bey bacaklarından aldığı hafif ısırıklarla yere düşer, elleriyle başını ve yüzünü korumaya çalışırken, azgın köpek sağ kolunun pazusunu ısırır ve parçalar. Kan-revan içinde kıvranırken, etraftan yetişenler köpeği uzaklaştırırlar. Bu sırada ısırılan kolundan el kadar, kocaman bir kas parçasının sallanmakta olduğunu fark eder. Hemen Ege Üniversitesi Hastanesi’ne yetiştirilir.

Yaranın ilk temizliği ve pansuman, dayanılmaz acılar içinde yapılır. Orada öğrenir ki, köpek ısırmalarında, yaralı doku hemen dikilmez. Köpeğin ağzından geçmesi muhtemel çeşitli mikropların doğurabileceği ihtilâtları önlemek için bir hafta süreyle açık pansuman yapılması gerekir. Hastanede 12 gün kalır. Uzun süre sağ elini kullanamaz. Hâlen fizik tedaviyle parmaklarındaki hislerin geri gelmesini beklemektedir.

Bu hâdiseyi aktarmamızın asıl sebebi Ertuğrul Bey’in şu meâldeki sözleridir: Panik, telâş ve ıstırap içinde hastaneye varmıştım. Parçalanmış pazu kaslarımın yaraları temizlenecek, pansuman yapılacaktı. Dayanılmaz bir acı içinde kıvranıyordum. Nasıl olduysa birden aklıma son günlerde üstünde durduğum bir âyet geldi. Bu, Bakara Sûresi’nin 155’inci âyetiydi. Âyeti ve anlamını düşünmeye, üzerinde yoğunlaşmaya başladım. Bu sırada dalmış, kendimden geçmişim. Hâliyle yaranın ve pansumanın acısını da hissetmedim.

Söz konusu âyetin meâli şöyle: “Biz sizi biraz korku, biraz açlık ile; mallarınızda, canlarınızda ve ürünlerinizdeki bir kısım kayıplarla imtihan ederiz. Sen bütün bunlara sabredenleri müjdele.” (Bakara, 2/155)

Sıradan bir olay gibi ayaküstü anlatılan bu konu beni bir hayli düşündürdü. Nerede okuduğumu hatırlamıyorum, şu meâlde bir görüş vardı: Kur’ân-ı Kerîm’i okurken öyle bir dikkat ve tefekkürle okumalı ki, sanki her bir âyet yeniden ve ilk defa nâzil oluyormuş gibi bir ruh hâline sahip olmaya çalışılmalıdır. Her bir âyetin anlamını aklında ve gönlünde hissetmeli, onu mümkün olduğu kadar derinlikte dâhilîleştirmeye gayret etmelidir.

***

Şöyle bir hâdise anlatılır: Peygamberimiz zamanında birisi Müslüman olmuş. Rasûlullah Efendimiz sahâbeden birine bu adama Kur’ân-ı Kerim’i öğretip okutmasını emretmişler. Başlamışlar okumaya, fakat yeni Müslüman olan bu zât Zilzal Sûresi’nin son âyetlerine gelince: «Bu kadarı bana yeter.» diyerek daha fazla okumak istememiş. Bu âyetlerin anlamı şöyledir: “Kim zerre ağırlığınca bir iyilik yapmışsa onun karşılığını görür. Kim de zerre miktarı bir kötülük yapmışsa onun karşılığını görür.” (Zilzal, 99/7-8)

Kur’ân okutmakla görevlendirilen sahâbî Peygamberimiz’in verdiği emri tamamlayamayıp yarım bıraktığı için üzgün hâlde durumu Rasûlullâh’a bildirmiş. Adamı çağırıp artık okumak istemeyişinin sebebini sorduklarında adamcağız:

“–Yâ Rasûlâllah, ben bu iki ayeti hâlledeyim, başka şeye ihtiyacım kalmaz.” demiş. Bunun üzerine Efendimiz:

“–Bırakın onu, bu adam fakîh oldu!” buyurmuşlar.a

Kur’ân-ı Kerîm Allah kelâmıdır, onun lâfızları da bir kudsiyete, bir mânevî güce sahiptir. Dolayısıyla her türlü okuyuşun bir değeri vardır. Ama asıl olan, onu anlayarak, tâ içinde hissederek okumaktır. Bu şekilde okuma gayretiyle hem sözlerindeki mânevî gücü, hem de mânâsındaki derûnî etkiyi birlikte hissetmek söz konusudur. Naklettiğimiz olayda bunun bir örneğini görüyoruz. Ciddî şekilde yaralanmak, tam da âyette geçen «canlarınızda bir kısım kayıp» kısmına girer. Bu noktada insan bağırıp çağırarak, öfke duyarak da tepki gösterebilir. Böyle davranış bünyeye zarar verebileceği gibi hekimlerin işini de zorlaştırır. Aynı insanın tepkisi, kendisinin bir tür imtihanda olduğunu düşünerek, durumu sabırla karşılama şeklinde de olabilir. Âyetin sonundaki beyan: «Sabredenleri müjdele!» kelimeleriyle biter.

Böyle kritik bir anda bu âyeti ve anlamını düşünerek o acıya katlanmaya çalışmak insana fevkalâde bir tahammül gücü de verebilir. Ayrıca unutmamalı ki, âyetlerin lâfızlarında/sözlerinde bile şifa verici bir özellik vardır: “Biz Kur’ân’ı insanlara şifa ve rahmet olarak indiriyoruz.” (İsrâ 17/82) Buradaki «şifa» öncelikle Kur’ân’ın câhilliğe, küfür ve kötü ahlâkın tedavisine, sosyal ve psikolojik hastalıklara şifa ve rahmet olmasıdır. Ayrıca maddî hekimliğin tedavide âciz kaldığı bazı hastalıklara karşı da Kur’ân’ın şifa veren özellikleri üzerinde durulur.b

Asıl konumuz olan âyetin ilk kelimesi: «sizi sınarız, deneriz, imtihan ederiz» şeklinde tercüme edilmektedir. Burada teori ile pratiğin farkı karşımıza çıkar. Bir şeyi teorik olarak bilmek iyidir ve daha kolaydır, ama bilinen ve inanılan şeyin pratik olarak uygulanması daha büyük önem taşır. İmtihan pratik alanla ilgilidir. Haktan, hukuktan, sabırdan, haram yemekten bahsetmek kolaydır. Gerçeklerle yüz yüze gelince evvelce söylediklerimizi uygulamazsak imtihanı kaybederiz. Yunus Emre ne güzel söylemiş:

Ben dervişim diyenler haramı yemeyenler

Haramın yenmediği ele girince imiş.c

Değerli müzik adamımız Cinuçen TANRIKORUR (ö. 2000) anlatır: Prensiplerinden taviz vermediği için bir ara TRT kurumundaki görevinden istifa etmiştir. Yakınlarının, geçimini nasıl temin edeceğine dair endişelerini belirtmeleri üzerine şöyle der:

“«Her türlü hâl ve şartta, yani durum ne olursa olsun Allah’a hamd ederim.» demek olan «Elhamdü lillâhi alâ külli hâl» ifadesi, duvarda asılı bir tâlik levha olmaktan çıkıp, tam bir teslimiyet duygusu olarak şuur ve vicdanınızda sizinle beraber yaşar hâle geldiği zaman, sıkıntı da acı da, keder de sizin için sadece bir «test sorusu» olmaktan öteye geçemez.”d

***

Bir Kur’ân âyetinin yeniden vahyolunurcasına hissedilmesi ve akabinde insan hayatına yeni bir yön verdirmesine dair tasavvuf tarihinde şöyle bir örnek vardır: Fudayl bin İyaz (ö. 803) gençlik yıllarını serkeşçe ve havâî bir şekilde geçirdi. Hattâ bir ara yol kesme ve eşkıyalık gibi işlerle meşgul oldu, böyle bir çetenin reisliğini yaptı. Âşık olduğu bir câriye vardı. Bir gün sevdiği kadınla buluşmak için gece yarısı yüksek bir duvara tırmanmaktaydı ki o sırada yakınlarda bir yerde Kur’ân okunduğunu fark etti. Tam da şu âyete gelince irkildi; Hadid Sûresi’nin bu 16’ncı âyetinde şöyle buyruluyordu: “Mü’minlerin kalplerinin Allah’ın zikri, yani Kur’ân karşısında ürperme zamanı gelmedi mi?”

Fudayl bu âyetleri okumakta olan sesin tesiriyle sarsıldı, bir süre duvarın üzerinde hareketsiz kaldı. Kendine gelince, derin bir istiğrakla gözlerinden yaşlar boşandı ve: “O zaman geldi yâ Rab!” diye mırıldandı. O vakte kadar yaptıklarından dolayı tam bir pişmanlıkla tövbe etti. Kendini tamamen ibadet, ahlâk ve ilme verdi, irfan sahibi büyük velîlerden oldu.e

***

Baştaki âyetin öncesi ve sonrasında genellikle «sabır» kavramının öne çıktığı görülür. İsterseniz tamamının meâlini görelim; Bakara Sûresi, 153-157’nci âyetler:

153. Ey îman edenler sabır ve namazla/dua ile yardım isteyin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.

154. Allah yolunda öldürülenlere «ölüler» demeyiniz. Aksine onlar diridirler fakat bunu siz anlayamazsınız.

155. Biz sizi biraz korku, biraz açlık ile; mallarınızda, canlarınızda ve ürünlerinizdeki bir kısım kayıplarla imtihan ederiz. Sen bütün bunlara sabredenleri müjdele.

156. Onların başlarına bir musîbet geldiği zaman: «Biz Allah’a aitiz ve O’na döneceğiz.» derler.

157. Rablerinin bağışlaması ve rahmeti onlaradır. Hidâyete eren/doğru yola ulaştırılanlar da onlardır.

Sabır, inanmış insanın gösterdiği vakarlı bir tahammül şeklidir. «Vücûda göre baş ne ise, îmana göre sabır odur.» denir. Dinî ve dünyevî her alanda gösterilecek sabır bir olgunluk belirtisidir, bir fazilettir.

Bu âyetlerin tefsiri sırasında geniş açıklama ve bilgilere rastlanır. Ez cümle: «Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.» buyurulur. Esmâ-i Hüsnâ’dan biri de «Sabûr»dur. Her kimde sabır varsa onda Allâh’ın kudretinden bir tecellî kokusu var demektir.

Asıl konumuz olan 155’inci âyet, İslâm dinindeki bazı hüküm ve sorumluluklara da işaret eder. Âyetteki korku Allah korkusuna; açlık Ramazan orucuna; mal eksikliği veya kaybı zekâta; can eksikliği veya kaybı cihâda, şehitliğe, hastalığa, yaralanmaya; ürün eksikliği evlât veya kazanç kaybına işarettir.

«Ey Muhammed, sabredenleri müjdele!», o sabredenler ki kendilerine bir felâket, bir sıkıntı dokunup da zarara uğradıkları vakit «İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn: Biz Allâh’a aitiz ve O’na döneceğiz.» diyerek Allâh’a teslim olduklarını ifade edip teselli bulmuş olarak sabrederler. Bunu yalnız dil ile değil, hâl edinerek bütün kalpleri ile söylerler.

«İnnâ lillâh» yani «Biz Allâh’a aitiz» demekte şunlar gizlidir: Malım, canım, her şeyimle Allâh’a teslim olmuşum. Allah, mülkü olan her şey gibi benim üzerimde de hâkimiyet hakkına sahiptir. O’nun acı-tatlı hiçbir tasarrufuna itiraz doğru olmaz, ben bunu kabul ve itiraf ediyorum. Allâh’ın dilediğini yapmasından hoşnut ve râzıyım. İşte bu anlayışa ulaşan kimse «nefs-i râzıye», yani «Allâh’ın emrine râzı olmuş nefis» makamına ermiş demektir.

«İnnâ ileyhi râciûn» yani «Biz dönüp-dolaşıp sonunda mutlaka Allâh’a döneceğiz.» ifadesi ise, ölümle son bulan maddî bedenimize rağmen; mânevî varlığımızla Hak’la buluşmuş olacağız. Bu ise ebedî var oluştur. Hamdi YAZIR’a göre; bu îmanda, Allah katında kendisinden râzı olunma ümidini açığa vurma vardır. Bu makama «nefs-i mardıyye» yani «kendinden râzı olunan nefis» makamı denir.

Hamdi YAZIR, konunun devamında tasavvuftaki nefsin yedi mertebesinif biraz kısaltıp beşe indirerek özetle şöyle der:

Manevî lezzetlerin en değerlisi rızâ lezzetidir. İnsanın nefsi önce «nefs-i emmâre: Kötülüğü emreden nefis» iken, dinî bilgi ve Hazret-i Muhammed’in ahlâkı olan yüce ahlâk ile ilerleyip gelişerek ikincide «nefs-i levvâme: Kötülüğünden dolayı kendini kınayan nefis»; üçüncüde «nefs-i mutmainne: Allâh’a yaklaşıp huzura eren nefis», dördüncüde «nefs-i râdıye: Rabb’inden râzı olan nefis», beşincide «nefs-i mardıyye: Allâh’ın kendisinden râzı ve hoşnut olduğu makbûl nefis» hâline gelir. Fecr Sûresi’ndeki: “Ey huzûra ermiş nefis! Sen Rabb’inden râzı, O da senden râzı olarak Rabb’ine dön!” şeklindeki ilâhî hitap bunu açıklar.g Mânevî derecelerin en üstünü bu mertebedir.

***

Konumuz aslında «sabır»la ilgiliydi. Ama dinde mânevî derecelerin sonu yoktur, kendi içinde gittikçe derinleşir. Sabırdan daha üstün bir nokta vardır, o da rızâdır; sabır katlanmak, şikâyet etmemektir. Rızâ ise seve seve kabullenmektir.

Rızâ, karşılaştığı her şeyi, başına gelen iyi-kötü her olayı gönül hoşluğu ile karşılamaktır. Tasavvufta son makamlardan biridir. Rızâ, muhabbetin, Allah sevgisinin sonucudur. Allâh’ı gerçekten seven ve O’nu tek fâil kabul eden kimse, O’ndan gelen her şeyi hoşnutlukla karşılayacaktır. Rızâ sabırdan üstündür.

Allah sevgisi ve müşahedesiyle meşgul olan kalp ve zihin maddî acıları hissetmez. Dünyevî konularda bile bazen bu böyledir. Meselâ düşman karşısında bir er öyle büyük bir heyecanla savaşır ki, yaralanınca bunu hissetmez. Ancak bir süre sonra akan kanını görünce acı duymaya başlar. Kalp ve zihin meşgulken insan çok defa açlık ve susuzluğu unutur.

Severek îman etmiş bir kimse inandığı yüce Rabb’in her türlü tasarrufuna rızâ gösterecektir. Bu imkânsız değildir. İnsanoğlu felâketle karşılaştığı zaman acı çeker, bu normaldir. Fakat inandığı ve sevdiği yaratıcının takdirinin böyle tecellî ettiğini düşünerek buna râzı olur, hattâ seve seve katlanır. Âşık İbrahim Tennûrî’nin:

Hoştur bana Sen’den gelen
Yâ hil’at ü yâhut kefen
Yâ gonce gül yâhut diken
Lütfun da hoş kahrın da hoş

şeklindeki ölümsüz mısraları bu inancı yansıtır.

Büyüklerden birine, dil alışkanlığı ile bir yakını:

“–Allah sizden râzı olsun!” deyince şu cevabı alır:

“–Önce ben Allah’tan râzı olayım, evet önce ben rızâ göstereyim. Yani Rabb’imin her bir ihsanına şükredeyim. Allah’tan gelen her hediyeyi, bize iyi veya kötü görünen her şeyi hoş kabul edeyim ve O’na lâzım gelen itibarı gösterebileyim. Şikâyetten vazgeçip önce ben râzı ve hoşnut olayım ki O da benden râzı olsun.”

a Bkz. Kenan Rifâî, Sohbetler, s. 497, İstanbul, 2000.

b Bkz. M. Hamdi YAZIR, Hak Dini Kur’ân Dili, C. V, ilgili âyetin tefsiri.

c Bkz. Mehmet DEMİRCİ, Yunus Emre’de İlâhî Aşk ve İnsan Sevgisi, s. 129, İstanbul, 1997.

d Saz ü Söz Arasında, haz. İsmail KARA, s. 270, Dergâh yayını, İstanbul, 2003.

e Bkz. Kuşeyrî, Risâle terc. Çev. S. ULUDAĞ, s. 98, İstanbul, 2003.

f Bkz. Mehmet DEMİRCİ, Sorularla Tasavvuf ve Tarîkatler, s. 45-46, İstanbul, 2004.

g Hamdi YAZIR, Hak Dini Kur’ân Dili, C. I, s. 450-453, Azim dağıtım, tsz. Mehmet DEMİRCİ, age, s. 39-40.