DUÂ

Hadi ÖNAL hadional@mynet.com

Kelime olarak; çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek, Allâh’a karşı yalvarış, Allah’tan hayır, rahmet ve merhamet dilemek gibi anlamlara gelen duâ, ibâdetlerin özü ve özetidir.

Duâ, yaratılanın istek ve arzularını uygun bir dil ve üslûpla Allâh’a arzıdır.

Duâ, inancın ve Allâh’a olan bağlılığının en güzel ifadesidir.

Duâ, kalbe huzur ve ferahlık veren uhrevî bir rüzgâr; rûhu yıkayan ilâhî bir pınardır.

Duâ; yaratılanın Yaradan’ı ile söz veya davranış boyutunda kurduğu iletişimdir.

Duâ; her dilde, her dinde ve millette insanoğlunun âcizliğinin, fakirliğinin bir büyük kudret karşısında diz çökerek yakarmasıdır.

Duâ; desteğe ve ilgiye muhtaç insanın sınırsız kudret sahibi Allah’tan kendisi, ailesi, milleti ve bütün insanlık için hayır ve güzellikler dilemesidir.

Duâ, ibâdettir.

Yüce Allah Kur’ân’da ne buyuruyor:

“Kullarım Sana Ben’i sorunca (haber ver ki;) işte Ben muhakkak yakınım. Bana duâ edince, Ben o duâ edenin davetine icâbet ederim (duâyı kabul ederim). O hâlde onlar da Bana hakkıyla îman etsinler ki, maksatlarına ulaşabilsinler. (el-Bakara, 2/186)

“Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana duâ edin, size icâbet (duânızı kabul) edeyim.” (el-Mü’minûn, 23/60)

“De ki: Duâ ve ilticânız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi?” (el-Furkān, 77)

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Rabbimiz hayâ ve kerem sahibidir. Kulu kendine el kaldırıp yalvardığı vakit onun iki elini boş çevirmez.”

“Kim şiddetli hâdiseler ve sıkıntılı zamanlarda duâsını Allâh’ın kabul etmesini isterse, iyilik ve bolluk vakitlerinde duâyı çok yapsın.” demiş ve duâyı;

«Rahmet kapılarının anahtarı, mü’minin silâhı, dînin direği, ibâdetin özü» olarak nitelendirmiştir.

Duâdaki teslîmiyet insana huzur verir. Duâ insanı mânen ve ahlâken güçlendirir. Ümit ve inancının pekişmesine vesile olur. Duâ, insanoğlunun yaratılışından getirdiği endişelerden, korkulardan ve sıkıntılardan kurtulmasına vesile olur.

Bedenin hayâtiyetinin devamı için havaya, suya ve yemeğe ne kadar ihtiyacı varsa insan rûhunun da o kadar duâya ve duânın vereceği huzura ihtiyacı vardır. Duâsız insan, hangi şartlarda olursa olsun yalnızlığın ve çaresizliğin pençesinden kurtulamaz. Rûhun mutluluk deryasını kulaçlayabilmesi için duâ şarttır. Duâ ile kendi gücümüzle değil sonsuz kudret sahibi Allâh’ın gücü ile hareket ettiğimiz için engeller ve engebelerin aşılmasında kendimizde daha büyük istek ve enerji buluruz.

Gerek bedenî gerekse rûhî hastalıkların tedavisinde duânın ne denli tesirli olduğunu bilmem söylememe gerek var mı? Başımdan geçen bir olay bu söylediğimi doğrular mahiyetteydi.

Yıl, 1993. Belçika Limburg Eyâleti Maasmechelen Belediyesi sınırları içerisindeki Provinciale Technishe School adlı bir teknik lisede öğretmenlik yapıyorum. Öğretmenliğimin yanı sıra eyâlet koordinatörü olarak da görevim var. Sınıftayım. Zil çalmak üzereydi ki kapı çalındı, açtım. Kapının önünde telâşlı bir okul görevlisi…

“–Buyurun?” dedim.

“–Müdür seni çağırıyor!” dedi. Benim için alışılmışın dışında bir olaydı.

Müdür; genç, uzun boylu sarışın biri;

“Bayım.” dedi. “Genk Hastahânesinden telefon ettiler. Bugün bir arkadaşınız kaza geçirmiş, sizin gitmeniz gerekiyormuş.”

Genk Hastahânesi 30 kilometre ileride Genk Belediyesi sınırları içerisinde bir hastahâne idi. Hastahânenin kapısında Aydınlı Hasan SERİN adlı öğretmen karşıladı beni. Ağlamaklıydı.

“Şenol…” dedi. “Çok kötü, ameliyathânede…”

Şenol BAHADIR Trabzonlu bir öğretmen arkadaşımızdı. Kişiliği ve kimliği ile etrafında sevgi hâlesi oluşturmuş can bir insandı. Bekledik. Bir seri ameliyattan sonra Şenol Bey’i yoğun bakıma aldılar. Yoğun bakım üniteleri bizimkiler gibi değil. İçerisini gösteren cam bir bölme var. İsteyenler hastalarını cam bölmenin dışından görebiliyorlardı. Hastanın ziyaretçisini görmesi mümkün değildi elbet. Biz, cam bölmenin ardından Şenol Bey’i görüyorduk. Yatağın üzerinde tor top bir insan… Korkmadım dersem yalan. Duâ ettim Allâh’ıma. Yaşaması için, eşine çoluğuna-çocuğuna bağışlaması için.

Günler sonra Şenol Bey’i servise aldılar. İlk ziyaretçilerinden biri idim.

“Geçmiş olsun.” dedim. Oturduk sohbet ettik. Doktorunu görmek, ona teşekkür etmek istedim. Doktoru nâzik biri idi. Söz arasında;

“–Bayım…” dedi “Şenol Bey için imam getirseniz iyi olur.” Bir anda başımdan aşağı kaynar su döküldü sandım.

“–Çok mu kötü?” dedim doktora yavaşça.

“–Yok!” dedi. “Şenol Bey oldukça iyi. Moral olsun diye söylemiştim, hani dînî telkin iyi gelir diye düşünmüştüm de siz niçin korktunuz?” İçimdeki anlık korkunun sebebini anlatmak o kadar zordu ki…

Genk Hastahânesinde kadrolu bir Katolik papazın görev yaptığını, papazın özel kıyafeti ile hastaları dolaşarak onların moral değerlerini yüksek tutmak için dînî telkinde bulunduğunu sonradan öğrendim. Oysa bizde imam, öldü ölecek hastalara götürülür. Moral vermek, dînî telkinde bulunmak amacı yoktur imamı hastayla buluşturmada. Götürülen imam Kur’ân okur;

“Allah şifâ versin!” der. Der de bu Kur’ân okuyan herkesin yapabileceği işlerdir. Kur’ân okunması elbette duâdır. Hem de duâların en güzelidir. Ancak, bizim hastalarımız kapıda hele de özel kıyafeti ile hocayı görseler vallâhi ecel terleri dökmeye başlarlar. Moral değerlerinin yükselmesi bir yana alt-üst olurlar.
Yanlışlık bizde mi? Hayır… Öyle görmüş, öyle de yerleştirmişiz zihnimize. Ölümden korkmamak elde değil ki… Oysa ecnebînin moral dediği bizdeki duâ, yerinde ve zamanında doğru ve etkili bir biçimde kullanılsa nice hastalara şifâ vermez ki. Korkunun şüphesiz, umutsuzluğun pençesinden çekip alınan bir hastanın iyileşmesi için göstereceği direnci isterseniz doktorlara sorun. O yüzdendir ki pek çok vak’ada inançlı ve tecrübeli doktorlar hastalarına öncelikle duâ etmeleri tavsiyesinde bulunurlar.

Duâ; ümittir, güvendir. Duâ nurdur, huzurdur. Duâda hayır vardır. Yaratan’a bağlılık ilk plândadır. Belâya, şiddete, felâkete karşı Allâh’a sığınma vardır. Dolayısı ile duâ güçtür, cesarettir, kuvvettir, kıymettir.

Duâ, göğe yükselen elleri ıslatan rahmet yağmurudur. O yağmurda kulluk vardır, sevgi vardır, îman vardır, teslîmiyet vardır. O yağmurda, huzur vardır, mutluluk vardır, güç vardır. O yağmurla ıslanan ellerimizi yüzümüze sürerek şükrederiz Allâh’a. O yağmurla ıslanan gözlere ne mutlu!

Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Duâ ettiğiniz zaman kabul olacağına inanarak duâ ediniz.” diye buyurmuşlardır. Yine duânın salât ü selâm getirerek başlanmasını ve salât ü selâmla bitirilmesini istemiştir.

Duâ, insanlar içindir dersek yanılırız. Yaratılan her varlık kendi lisânı ile duâ eder. Şekilden şekle giren toprak, su, hava; yerde, gökte ve suda hayatlarını devam ettiren mahlûkat; güneş, ay, yıldızlar…

Bütün bunların duâ etmediklerini düşünürsek yanılırız. Onların da şükür lisanları vardır elbette. Biz insanoğulları; onların yakarışlarını duyacak, görecek yapıda yaratılmadığımız için yaptıkları duâları da duyamıyor, göremiyor, bilemiyor, anlayamıyoruz.

Bütün varlıkların en küçük zerresi, temel taşı olan atomu düşünün. O, mikroskopların dahî tayininde güçlük çektiği atom çekirdeğinin çevresinde dolaşan protonları, nötronları düşünün… Neden dönerler bu zerrecikler dersiniz? Onların da kendi lisân-ı hâlleri ile Yaradan’a şükür duâsına çıkmadıklarını kim iddia edebilir?

Duâ, yaratılan her varlığın her zaman, her zemin ve her durumda; boyutlu bir âlemden nâmütenâhî bir âleme şükrüdür, dileğidir, aczidir, isteğidir. İnsanoğlu duâyı sadece dille yapmaz. Bükük bir boyun, yanaklardan süzülen iki damla yaş da bir duâdır. Başkalarının duâsına mazhar olabilmek için yapılan hayır ve hasenatta da duâ vardır.

Duâ; şükürdür, fazîlettir, berekettir, ziynettir.

Duâ; îmandır, takvâdır, ihlâstır, samimiyettir.

Duâ; muhabbettir, medeniyettir, edeptir, ebeddir.

Sözü, beş vakit namazın her rekâtında okuduğumuz Fâtiha Sûresi’nde tekrarladığımız;

“Yalnız Sana kulluk eder, yalnız Sen’den yardım isteriz.” âyeti ile noktalayalım. Zira bu âyet yapacağımız duâları özetlemektedir.