Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -56- SUAL, CEVAP ve TE’VİL
Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)
TÂLİBİN SORUSU-ÂLİMİN CEVABI
Bu kaidede, Müellif Ahmed Zerrûk Hazretleri, soru sormak ve cevap vermek noktasında mühim esaslar bildirmekte:
Sekseninci Kaide:
“Bir işi usûlüne uygun yapmak, onu elde etmenin en kesin yoludur.”
Bir eve kapısından girmek, maksada en uygun olan şekildir. Damdan, bacadan girmek zordur.
“Bundan dolayı denilmiştir ki:
«Avam, amel etmek için soru sorar; bu yüzden başına gelen hâdiseyi anlatması gerekir. Talebe ise, öğrenmek için soru sorar, sual üstüne sual sorabilir.»”
Avâmın yani sıradan halkın, sırf soru sormak için sual sormasına izin verilmez. Çünkü o, ilim talebesi değildir. Fazla bilgi onun kafasını karıştırır. O, sadece amel etmek için soru sorar. Bu sebeple karşılaştığı problemi anlatması istenir ki, sorduğu sorunun bir temeli olduğu anlaşılsın. Farazî sorularla âlimi meşgul etmesi istenmez.
Talebe ise öğrenmek için sorduğu için, onun sorduğu sorunun illâ başına gelen bir hâdise olması şart değildir. O; aklına takılan, gönlünü meşgul eden mevzuları da araştırır, suallerin açtığı yeni pencerelerden yeni suallere de açılabilir.
“Âlime düşen vazife, soru soranın te’vil etmesine müsaade etmeyecek bir şekilde cevap vermektir.”
Sokak ağzıyla söylersek, cevapta kıvırma payı bırakmaz. Net, vâzıh bir cevap verir. Müellifimiz, bu aktardıklarından sonra kendi görüşünü belirtiyor:
“Ben derim ki: Talebenin sorusu; hadîs-i şerifte vârid olduğu üzere, Hazret-i Âişe’nin bilmediği bir şey işittiği zaman, derhâl Peygamber Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e müracaat etmesi ve öğreninceye kadar (sorması) gibidir.1
Bir gün Allah Rasûlü –sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
«–Kim hesaba çekilirse azâba uğramış olur!» buyurunca Hazret-i Âişe –radıyallâhu anhâ-;
«–Peki, yâ Rasûlâllah, Allah Teâlâ; ‘O vakit kitabı sağ eline verilen kimse kolay bir hesap ile muhasebe olunur.’2 buyurmuyor mu?» diye sordu.
Efendimiz de;
«–Bu âyette bahsedilen husus «arz»dır. Lâkin kim inceden inceye hesaba çekilirse o helâk olur!» buyurdular.3 İşte âlimin cevabı da Peygamberimiz’in verdiği bu cevap gibi olmalıdır.”
Burada Âişe –radıyallâhu anhâ– Vâlidemiz, Peygamber Efendimiz’in sözüyle zâhiren teâruz arz eden bir âyeti gündeme getiriyor. Cenâb-ı Peygamber de, ilim talebesinin, yani Hazret-i Âişe’nin anlayamadığı hususu vuzûha kavuşturuyor:
Peygamberimiz’in «hesaba çekilmek» ile bahsettiği husus, «nikāş / ince ince sorgulanmaya başlamak» demek. Bu duruma düşen, azâba dûçâr olur.
Âyetteki kolay hesap ise, bir «arz»dır. Yani sadece bakılıp verilmesi.
Bunu pasaport kontrolüne benzetebiliriz. Yabancı bir memlekettesiniz. Vazifeli her türlü pasaportu inceliyor. Fakat şöyle bir bakıp geçer size uzatırsa, rahatlarsınız. Ancak;
“–Sizi şu odaya alalım, size soracağımız bir şeyler var…” derlerse, başınızdan aşağı kaynar sular dökülür!
İşte amel defteri kontrol edilirken; «Şu namazlara bir bakalım!» denilirse kişi ecel terleri dökmeye başlar. Peygamber Efendimiz bu hususu dile getirmiştir.
Bu kaidede avam ve ilim talebesinin suâle olan ihtiyaç ve izinlerinin ayrılmasında şu fayda vardır:
Başlangıç seviyesinde olanlara teslîmiyet gerekli olduğu için onların sual sormalarına iyi bakılmaz.4 Çok soru sormak, Bakara kıssasında olduğu gibi; işi uzatmak, münakaşa etmek, dinde aşırı gitmek gibi mânâlara da gelebilir. 5
Ayrıca vahiy sürecinde, çok soru sorulmasının dîni zorlaştıracak bazı hükümlere sebebiyet vermesi endişesi de vardır.
Âyeti hatırlayalım:
“Ey îmân edenler! Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek olan şeylerden sormayın! Eğer onları Kur’ân indirilirken sorarsanız size açıklanır…”6
Bu hususta Peygamberimiz de şöyle buyurmuştur:
“Herhangi bir konuyu size emredip yasaklamadığım sürece, siz de beni kendi hâlime bırakınız. Sizden önceki ümmetleri çok sual sormaları ve peygamberlerine karşı münakaşaya dalmaları helâk etti. Size herhangi bir şeyi yasakladığım zaman ondan kesinlikle sakınınız, bir şeyi emrettiğimde de onu, gücünüz yettiği ölçüde yerine getiriniz.”7
Avam, bir problemle karşı karşıya kalınca soru soracak.
Talebe ise öğrenmek için soru sorduğu için müsamaha ile karşılanacak.
Müellifimiz, Peygamber Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in «âlimce müdahale» tavrına bir misal daha veriyor. Önce mevzuyu aktaralım:
Birisi Hazret-i Peygamber’in yanında hutbe îrâd ederken;
“–Kim Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat ederse hidâyete ermiştir. Kim o ikisine isyan ederse, büsbütün sapıtmıştır.” dedi.
Bunun üzerine Fahr-i Âlem –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz;
“–Ne kötü bir hatipsin sen! «Kim Allâh’a ve Rasûlü’ne isyan ederse büsbütün sapıtmıştır.» desene!” buyurmuştur.8
Peygamber Efendimiz, ashâbına hutbe verme dersleri verirdi. Bu hâdisenin böyle bir tâlim esnasında vukû bulduğu anlaşılmaktadır.
Adam, Allah ve Rasûlü’nü tesniye zamiriyle birleştirdiği için, Peygamberimiz bundan râzı olmuyor ve ayrı ayrı; «Allah ve Rasûlü» demesini tavsiye ediyor. Hâlbuki sünnette Allah ve Rasûlü’nün tesniye zamirinde birleştirilmesinin örnekleri mevcuttur.9 Burada Peygamberimiz’in hoca / âlim tarzında, te’vile mahal bırakmayan bir müdahalesini görmüş oluyoruz.
“İmam Nevevî, Peygamber Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in; «Kim o ikisine isyan ederse» diyen hatibi, sadece öğretme mahallinde böyle bir kısaltmaya gittiği için ayıpladığını, aksi takdirde zamirle cem ettiği için ayıplamadığını tahkik etmiştir. Zira böyle zamirle cem edilmesi bolca vârid olmuştur. Allah en doğrusunu bilir.”
İmam Nevevî, Minhâc’da şöyle demiştir:
“Doğrusu, yasaklamanın sebebi şudur: Hutbelerin şânı sade ve açıklayıcı olmasıdır. Hutbelerde işaret ve kapalı ifadelerden kaçınılması gerekir.”10
Zamirler kapalı ifadeler olduğundan, hutbede açık isim zikredilmesi daha uygundur.
İmam Kastallânî (v. 923/1517) ise; zamirde birleştirmeyip, ayrı ayrı zikretmenin her iki isyanın da ayrı birer sapıtma sebebi olduğunu vurgulamak için olduğunu söylemiştir. Yani Allâh’a isyan da bir sapma sebebidir. Rasûlü’ne isyan da ayrı bir sapma sebebidir. Zamirle birleştiğinde sanki «her ikisine birden isyan ederse» gibi istenmeyen bir mânâ ortaya çıkabilir. 11
Burada akîdenin tesis edildiği, Allâh’ın ve Rasûlü’nün mevkilerinin insanların zihnine tam yerleşmesi gereken bir noktada, Peygamberimiz, zamirde birleştirmeyi maksada uygun bulmamıştır.12
Peygamberimiz’in bir müdahalesine de biz misal verelim:
Cenâb-ı Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Berâ bin Âzib –radıyallâhu anh–’a bir duâ öğretir. Duâyı tekrarlayan sahâbî; «nebî» kelimesi yerine «rasûl» kelimesini söyleyince, Peygamberimiz;
“–Hayır! (Rasûl değil) nebî olacak.” diye düzeltir.13
Rasûl ve nebî kelimeleri neredeyse eş anlamlıdır. Rasûl, nebîden daha geniş mânâlıdır. Peygamberimiz, duânın tamamen öğrettiği gibi olmasına ihtimam göstermiş olmalıdır.
Müteâkip kaide, bilhassa tasavvuf bahsinde şatahât dediğimiz problemli sözlerle alâkalı nasıl bir tavır sergilenmesi gerektiği üzerinde durmakta. Daha önce 48 ve 49’uncu maddelerle benzerlik arz eden bir kaide:
ŞATAHÂT
Seksen Birinci Kaide:
“Îtikad bâbında vehme düşüren ve kapalı olan sözler kabul edilmez.”
Vehme düşüren, akla farklı farklı şeyleri getiren sözleri, inanç bahsinde ileri sürmemek lâzımdır. Yine müphem, kapalı, mânâsı anlaşılmayan sözler de akāid alanında kullanılmamalıdır.
“Üzerinde durup konuşulmadan anlaşılmayan sözler, kimse için müsellem kabul edilmez.”
Yani böyle karışık sözler, kimsenin hatırına kabul edilmez.
“Bilâkis, sözünün zâhirinden sahih olan kısmı kendisine iade edilir.
Eğer sözü söyleyen kişi huzurda bulunuyor ise; kendisiyle sözünün mânâsı, hükmü ve zikredilmesi noktasında konuşulur.”
“–Bunun mânâsı nedir? Bunun hükmü ne? Bunu niye zikrettin? Bunu niye konuştun?” diye kendisine sorulur.
“Sözü söyleyen kişi mevcut değilse, (ölmüşse, gitmişse) sözü, hak bir temele oturtulabilecek şekilde te’vil edilir.”
Tabiî her söz değil;
“Bu söz, şer‘î bir temele muvâfık düşüyor ise,
Söyleyenin de imamlığı sâbit ise (sözü te’vil edilir).”
Problemli bir sözü te’vil edip hak ve hakikate uygun hâle getireceğiz. Fakat sözün şerîate bir bakımdan uyumlu olması gerekir. Bir de bunu kimin hatırına yapacağız? Bunu söyleyen kişi itibarlı bir âlim, bir ilim dalında imam olmalı ki, biz de oturup onun söylediği bir sözü bir temele oturtmaya çalışalım.
Yoksa itibarsız, ilimsiz, ehemmiyetsiz bir kişinin sözü; te’vil etmeye uğraşılacak değildir.
İmâm-ı Gazâlî’den, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’den yahut Mevlânâ Hazretleri’nden bir söz naklediliyor. Sözün zâhirinde bir problem var. Fakat bir şer‘î asla göre de te’vili mümkün. O zaman bu te’vili yaparız.
“İbn-i Ebî Zeyd el-Kayrevanî’nin «Risâle» adlı bir eserindeki istivâ ve benzeri meselelerde bu te’vili yaparız.”
İbn-i Ebî Zeyd (v. 386/996) Mâlikî fakîhi olup, «Risâle»si, içinde hem akāid hem fıkıh meselelerinin bulunduğu bir nevi ilmihâl kitabıdır.
Müellifimiz, 49’uncu kaidede de benzer meseleleri ele almış, hattâ aynı örneği vermişti. İbn-i Ebî Zeyd; eserinin ilmihâl kısmında, Allâh’ın Arş’ın fevkinde olduğunu ifade etmiştir. Ehl-i sünnet akāidi, Emâlî beytinde de ifade edildiği gibi, Allah Teâlâ’nın Arş’ın fevkinde bulunmasını temekkün ve ittisal olmaksızın kabul eder. Yani Allah Teâlâ, fizîkî bir yerleşme ve bitişme ile yarattığı Arş’ın üzerinde değildir. «Fevkinde oluş» te’vile müsait bir ifadedir. İbn-i Ebî Zeyd’in sözleri de zâhiren, müşebbihe14ye yakın bir ifade imiş görünse de, kendisinin imâmeti sâbit olup, sözlerinin de şer‘-i şerifte bir istinâdı bulunduğundan, onun sözlerini ehl-i sünnet akîdesine göre te’vil ederiz.
“Bu ve benzeri meselelerde; bir sûfî, fakihten daha öncelikli değildir, bir fakih de sûfîden öncelikli değildir.”
Akāid meselelerinde herkes titizlik göstermelidir.
“Fakat sûfî, (bu gibi te’villik sözler söyleme hususunda) daha mâzurdur. Çünkü onlar maksatlarını ifadede ibâre yetersizliği çekerler. Konuştukları mevzu, nev‘ine münhasır hususî bir sahadır. İşin hakikatini işaretlerle anlatmak gibi zor bir gayeleri vardır.”
İbâre kelimesi, karşıdan karşıya geçmek mânâsındaki ubûr kökünden gelir. «Mânâ» insanın gönlünde olandır. «Lâfız» köprüdür. Bazen insan gönlündekini dışarıya aktaramaz.
Mehmed Âkif ne diyor:
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!..
Âkif’in dili yok, ama Hak dostlarının var. Mahmud Sâmi Efendi, Hicaz’da gönül ehli bir zât ile bir araya geliyor. Bir kardeş de teybin düğmesine basıyor, ne konuştuklarını kayda almak için. 30-40 dakikalık kayıtta, selâmlaşmadan başka kelâm yok. Çünkü gönülden gönüle konuşuyorlar.
Mânâlar engin, fakat lafızlar dar. Bu sebeple, sûfîler; mest diyor, mey diyor, aşk diyor, vuslat diyor, bunların bâtınî mânâlarını istiâreten kullanıyor. Bunlar da zâhirde problemli anlaşılabilecek kelimeler…
Sûfî daha mâzur, çünkü sûfînin anlatmak istediği konular, herkesin ele aldığı konular değil. Kendisine mahsus, özel mevzular. Fakîhin; herkesin konuştuğu amelî mevzuları anlatırken, karışık bir söz söyleme ihtimali daha düşük. Fakat sûfî; gönül âleminden bahsediyor, mücerred / soyut mefhumlardan bahsetmek zorunda.
Sûfî daha mâzur, çünkü işaret yoluyla hakikati kastetmeye çalışmaktadır. Apaçık bir tabir yerine, işaret yoluyla anlatmaya çalışmak gerekiyor.
“Sûfî ve fakihten biri için te’vile cevaz varsa diğeri için de vardır.”
Eğer fakîhin sözünü tevil ediyorsan, sûfîninkini de te’vil edeceksin.
Müellifimiz, burada; «Peygamberimiz’den başka kimsenin sözü te’vil edilmemelidir.» diyenlerin görüşünü ele alıyor ve bu konunun ihtilâflı bir mevzu olduğunu dile getiriyor:
“Eğer; «Sadece Mâsûm’un, (ismet sıfatına sahip Peygamber’in) sözü te’vil edilir.» denilirse, imamların, kendileri gibi imamların sözlerini te’vil etmiş olmaları bu görüşle çelişir.”
Yani eğer; “Sadece Peygamberimiz’in sözü te’vil edilir.” sözü doğru olsaydı, imamlar, kendileri gibi imamların sözlerini te’vil etmezlerdi. Ettiklerine göre bu görüşte olmadıklarını anlıyoruz.
“Yahut o te’viller de kabul edilmez. İmamlara iade edilir.
Yahut da herkes meselesinde kendi içtihâdına tâbî olur.
Çünkü bu meselede ihtilâf mevcuttur.
Bütün bunlar; bir vecihle te’vil edilebilecek, hak ile buluşturulabilecek sözler hakkındadır. Hiçbir şekilde hak ve hakikat ile yorumlanamayacak olan sözler, her hâlükârda reddedilir. Yüce Allah en doğrusunu bilendir.”
Daha evvel; «Zırva te’vil götürmez!» diyerek bu tür sözlerle hiç meşgul olunmaması gerektiğini ifade etmiştik.
Bu bahis; Muhyiddin İbn-i Arabî ve Mevlânâ Hazretleri gibi, şiir ve tefekkür vadilerinde dolaşarak, bazı nükteli ve çok ihtimalli sözler söyleyen sûfîlerden nakledilen sözlerle alâkalıydı.
Kelâm ilminde mütebahhir olan Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, Muhyiddin İbn-i Arabî’yi bu tarz sözleri sebebiyle çok tenkit etmiştir. Zâhidü’l-Kevserî ise, Hazret’i sever. Bu maddede ele aldığımız üzere, sözlerini te’vil eder.
Mısır’da bir gün bir mecliste karşılaşınca; Mustafa Sabri Efendi, Zâhidü’l-Kevserî’ye, latife ederek şöyle demiş:
“–Hocaefendi, Muhyiddîn-i Arabî demiş ki: «Eğer Allah bana şefaat etme yetkisi verse ben evvelâ bana muhalefet edenlere şefaat ederim!» Ben ona muhalefet ettim. Senin böyle bir şefaat hakkın yok!”
Cenâb-ı Hak, bizleri cümlesinin şefaatlerine nâil eylesin.
Hak ve hakikatin tercümânı olabilenlere ne mutlu!..
___________________
1 Bu değerlendirme hadîsin râvîsi İbn-i Ebî Müleyke –rahmetullâhi aleyh-’e aittir. Hadîsin baş tarafında yer almaktadır.
2 el-İnşikāk, 7-8.
3 Buhârî, İlim, 36, Rikāk, 49; Buhârî, Kitâbü’l-İlm’de bu hadîsi şu başlıktaki bâba koymuştur: «Bir şey işitip anlamayan ve soran kişi.»
4 Eserimizin 29’uncu kaidesinde ilim tahsilinin basamakları ele alınmıştı. Başlangıcında dinlemek ve kabul etmek, sonra tasavvur ve tefehhüm ile devam edeceği anlatılmıştı. Sebep ve delillere oturtma ameliyesinin ancak dördüncü sırada geleceği dile getirilmişti. https://www.yuzaki.com/2022/10/seri-kaidelerle-tasavvuf-20-tahsilin-usulu/
5 Bkz. el-Bakara, 67-71.
6 el-Mâide, 101.
7 Buhârî, İ‘tisâm, 2; Müslim, Hac, 412, Fezâil, 130-131.
8 Müslim, Cuma, 13.
9 Meselâ Buhârî ve Müslim’de yer alan şu rivâyette Allah ve Rasûlü bir tesniye zamirde birleştirilmiştir: “Kimde şu üç özellik bulunursa o kişi îmânın tadını almıştır: Allah ve Rasûlü’nün kendisine سِوَاهُمَا başka her şeyden daha sevgili olması, sevdiği kişiyi sadece Allah için sevmesi, tekrar küfre dönmekten ateşe atılacakmışçasına nefret etmesi.” (Buhârî, Îmân, 9, 14; Edeb, 42; Müslim, Îmân, 67, 68)
10 Nevevî, Minhâc, VI, 159.
11 İrşâdü’s-Sârî, I, 98.
12 Kur’ân-ı Kerim’de de hiçbir yerde Allah ve Rasûlü bir tesniye zamirde birleştirilmemiştir. Bu husustaki bir inceleme için bkz. Muhammed ERSÖZ, “Kur’ân’da «Rasûl» Kelimesi (Ma‘tuf ve Ma‘tûfun Aleyh Olduğu Kelimeler Bağlamında)”, Şırnak ÜİF Dergisi, 2016/1, yıl 7, sa: 13, 30-46.
13 Müslim, Zikir, 56.
14 Müşebbihe: Allâh’ı mahlûklara veya mahlûkları Allâh’a benzetme neticesini doğuran inançları benimsemiş gruplara verilen ad.