GÖZ NEYİ GÖRÜR?
Ömer Sâmi HIDIR samihidir@gmail.com

Şöyle bir faraziye yürütelim:
Güneş sistemimizde sadece Güneş, Ay ve Dünya olsa fakat Mars, Jüpiter gibi gezegenler olmasa. Hattâ Güneş’in içinde bulunduğu Samanyolu Galaksisi ve hattâ diğer sayısız galaksiler olmasaydı, nasıl olurdu?
Güneş ve Ay, Dünya’daki hayat için elzem. Sebepler âleminde olduğumuz için, her şey bir diğeri ile irtibatlı. Dünyadaki elementlerin birçoğu; başka yıldızların çekirdeğinde üretildikten sonra, Dünya’nın -tabiri câizse- hamuruna katıldı. Bu da bizim için elzem, fakat bizden çok çok uzak olan galaksiler var. Henüz ışığı bile bize ulaşmamış yıldızlar var. Birçoğunu 90’lardan sonra görebildik. Bazılarını ise yeni teleskoplarla ancak görebiliyoruz. Fakat bunların hepsi kudret-i ilâhî ile yaratılmış ve kendi yollarında akıp gidiyor.
Bunlar bize sonsuz kudretin birer nişânesi.
Aynı zamanda gözleyip öğreneceğimiz hususlar bulunan nümûneler, ilm-i ilâhîden akseden kırıntı tecellîler.
Çevremizde sadece 20-30 galaksi olsa hayat için yetmez miydi? Belki yeterdi, fakat böyle bir ufka sahip olamazdık.
İnsan için; sığ bir düzen değil, muazzam bir kâinat hazırlanmış.
Küçük bir oyuncak için, onlarca fabrika kurulmuş.
Vücudumuza lâzım olan bir gram magnezyum için, dev yıldızların çekirdekleri fırın yapılmış.
Bir yudum su için; okyanusları dolduracak kadar su, buz kayaları olarak gökyüzünden indirilmiş.
Cisimleri renkli olarak görelim, diye farklı dalga boylarında geniş bir ışın kataloğu yaratılmış, fakat bunun çok küçük bir kısmı;
GÖRÜNÜR IŞIK
Görebildiğimiz ışığın tabiî kaynağı Güneş’tir.
Işık dediğimiz şey, aslında elektromanyetik dalgalardır.
Birçok farklı dalga boyu vardır. Meselâ;
•Radyo yayınında kullanılan dalgalar,
•Kumanda âletlerinden çıkan kızılötesi ışınlar,
•Mikrodalga fırınlarda gıdâyı ısıtan dalgalar,
•Röntgen cihazındaki x-ışınları…
Bütün bu ışıkları bir metre uzunluğunda bir şerit olarak kabul edersek; insan gözünün görebildiği kısım, bu şeritte bir milimetreden bile az bir aralıktır.
Bunların görünür ışıktan bir farkı yok ama gözümüz onları alma yeteneğine sahip değil. Tıpkı kulağımızın karınca seslerini duyamadığı gibi.
Bu diğer bir açıdan çok büyük bir rahmet, çünkü insan otoyolda giderken uzun farlara bile tahammül edemez, gözünü rahatsız eder. Bunun gibi diğer dalga boylarını da görseydik, nasıl huzur içinde yaşayabilirdik!?.
İNSAN NASIL GÖRÜR?
Cisimleri renkli olarak görüyoruz, bu onların üzerine düşen ışığın bir kısmının emilip bir kısmının yansıması ile ilgili.
Yeşil bir yaprak; güneş ışığındaki kırmızı ve mavi dalga boylarını emer, ancak yeşil dalga boyunu yansıtır. Bu yüzden yaprak bize yeşil görünür. Siyah cisimler ise bütün ışığı emer ve çok az bir kısmını yansıtır.
Gökyüzü gündüz vakti mavidir; çünkü Güneş’ten farklı renklerde ve farklı dalga boylarında gelen ışık içerisinden, kısa dalga boylu olan mavi tonlar daha fazla saçılır ve her yöne dağılır. Bu da gökyüzünü mavi görmemize yol açar. Gün batımında ise uzun bir mesafe kateden ışıktan mavi tonlar saçılmış, daha uzağa ulaşabilen sarı ve kızıl tonlar kalmıştır.
Göz, çok yüce bir sanat hârikasıdır. Üzerinde iki milyondan fazla hareketli yapı bulunur.1 Gözümüzün arka kısmında, fotoreseptör denilen görme hücreleri vardır.
Bunlardan bir kısmı karanlık ortamda görmemize yardımcı olur. Bunu nereden anlıyoruz? Daha karanlık ortamları rahatça görebilen canlılarda, bu hücrelerden daha fazla bulunur.
Bir de renkli cisimleri görmemizi sağlayan hücreler var. Bunlar yeşil, kırmızı ve mavi dalga boylarını görmeye odaklanmıştır.
Beynimizin algıladığı milyonlarca rengi oluşturan, bu hücrelerden gelen bilgilerin bir kompozisyonu.
Şöyle düşünelim: İki gözümüz var ama bunlar iki ayrı görüntüye sebep olmuyor. İkisinin toplamından da üstün, tek ve birleşik bir görüşe sahip oluyoruz.
Çok girift olmasına rağmen, beynimiz bunu olağanüstü bir hızla yapmakta. Beynin yaptığı bu işlem; sadece görmemize değil, gördüklerimizi değerlendirmemize ve nesneleri, hareketi, derinliği, ışığı ve rengi de anlamamıza yardımcı oluyor. Görüntüye mânâ katılıyor. Hâtıralarla ve diğer bilgilerle irtibatlandırıyor. Yapılan çalışmalara göre beynin % 40’ı gözden gelen görüntüyü işlemek için kullanılmakta.
Böylece insan -tabir yerinde ise- bir bakmaya şıp diye anlıyor.
Ya da kan görünce bayılabiliyor veya yeşile baktıkça rahatlıyor. Çünkü yeşile bakmak gönlümüze huzur vermekte, moralimizi yükseltmektedir. Bu sebeple hastahânelerde tercih edilir. Cerrahlar güven verici ve tedaviye katkı sağladığı için yeşil giyerler.2
Esasında gözlerimizle değil beynimizle görüyoruz. Gerçekte olanı değil, beynimizin işlediği ve bize gösterdiği âlemi seyrediyoruz.
Gözlerimiz iç âlemimizin dışa açılan penceresi.
Göz; 3-4 saniyede bir kapanıp açılır ve bu toplam uyanık olduğumuz sürenin %10’una tekabül eder, fakat biz hiçbir zaman kesintili bir şekilde görmeyiz. Çünkü beynimiz bu boşluğu tamamlar ve kesintisiz bir görüntü oluşturur.
Aksi ispatlanamayacak bir durum olarak, hepimiz; gözümüzdeki hücrelerin beyne ilettiği elektrik sinyallerini hayat olarak biliyor ve gerçeğin mutlak bir şekilde böyle olduğunu zannediyoruz. Hâlbuki ecdâdımız bu bakışı «dünya gözü» olarak nitelemiş. Bir de kalp gözü olduğuna işaret etmiş.
Dünya hayatı aldatıcı, kendimizi onun oyuncaklarına kaptırdığımız oluyor. Fakat son nefes gelince gözümüzün önündeki bütün perdeler kalkacak. Başka bir âlemi seyretmeye başlayacağız. İşte o gün, hepimiz; aslında gerçekte neyin var olduğunu ve neyin sadece bir gölge olduğunu görmüş olacağız.
Asıl bakış da bu zaten, gözle değil kalple ve gönül gözüyle bakıp hakikati gören ve ona göre yaşayan kazanıyor. Mevlâ’m böyle bir bakış nasip eylesin…
______________
1 “How eyes make sense of pixels”-National Geographic Dergisi Eylül 2018 sayısı.
2 https://www.fikriyat.com sefa saygılı 2018/11/23/yesil-terapi