YAŞAYAN SULTAN KUSEM BİN ABBAS -radıyallâhu anh-

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

 

 

Kusem (قُثَم) bin Abbas radıyallâhu anh, Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem’in amcasının oğluydu. Varlık Nûru Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem’e fiziken çok benzeyen sahâbîler arasında zikredilir.

 

Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem’in mübârek naaşının gasil, tekfin ve defin hizmetinde bulunarak eşsiz bir nasibe mazhar oldu.

 

Râşid halîfeler devrinde, Mekke ve Medine valiliği yaptı. Emevîler döneminde Horasan fetihlerine iştirak etti.

 

Kusem radıyallâhu anh, 675’te Semerkand’da şehîd edildi. Türbesi çok rağbet gördü. O bölge «yaşayan sultan» mânâsında; «Şâh-ı Zinde» olarak, asırlar geçmesine rağmen, hâlâ rağbet görmektedir.

 

*

 

Hişam bin İsam el-Kilâbî anlatıyor:

 

“Sık sık Kusem bin Abbas bin Abdülmuttalib’in yanına gider ona bazı şiirler okurdum. Yine bir gün onun yanına gittiğimde, üzerinde yüz dinar değerinde olduğunu tahmin ettiğim işlemeli bir kaftan gördüm. Hemen bir kenara çekilip dört beyitlik bir şiir yazdım ve yanına girip kekeleyerek konuşmaya başladım. Bunun üzerine aramızda şöyle bir konuşma geçti:

 

«−Neden kekeliyorsun?»

 

«−Dün gece bir rüya gördüm, zihnim onunla meşgul.»

 

Kusem, gördüğüm rüyayı merak etmeye başlayınca ona şu şiirimi okumaya başladım:

 

‘Rüyamda Ebû Ca‘fer’in yüksek makamdan bana bir kaftan giydirdiğini gördüm. Hemen arkadaşımdan bu rüyayı tabir etmesini istedim. O da devrin kendisinden faydalandığı çok cömert bir Hâşimî tarafından pek yakında bana bir kaftan verileceğini söyledi.’

 

Hişam bin İsam sözüne devam ederek şöyle demektedir:

 

Kusem; şiiri okurken kaftanının yenine işaret ettiğimi görünce, onu bana verdi. Bir de ne göreyim! Alttan elli dinar değerinde bir de entari çıktı. Ona;

 

–Allah bana, senin yoksulluğunu göstermesin; rüyada entari de vardı, fakat ben unuttum, dedim.’»

 

Kusem bunun üzerine bir hayli güldü. Hizmetçisine iki tane âdî aba getirtip onları giydi ve kaftanla birlikte entariyi de bana verdi. Tekrar ona;

 

«–Allah bana, senin yoksulluğunu göstermesin; rüyayı tabirin, verdiğin mükâfatlardan daha hoştur.» dedim.

 

«–Ne demek bu?» dedi.

 

«–Her ne zaman bir rüya görürsem, kalkınca gelip sana tabir ettireceğim.» dedim. O da;

 

«–Sübhânallah geceleyin rüya görüyorsun, sabahleyin kalkıp beni soyuyorsun; böyle yaparsan ne Şam ne de Irak’ın dokumacıları sana elbise yetiştirebilir. Fakat sen illâki bu rüyayı göreceksen, onu bir yazın bir de kışın gör. Kaldı ki, sen görmezsen bile, biz senin için senede iki defa bu rüyayı görebiliriz.» dedi.” (Ömer en-Nesefî, 531 vd.)

 

MÜNKİRE TOKAT

 

Filibeli Ahmed Hilmi, 1862’de Filibe’de doğdu. 93 Harbi’nden sonra, ailesiyle büyük meşakkatler ve zahmetler içinde Türkiye’ye göç etti.

 

1888’de memuriyete başladı. Önce İzmir’e oradan da Beyrut’a tayin oldu. 1899’da bazı suçlamalarla memuriyetine son verildi. Para ve hapis cezası alan yazar, Mısır’a kaçtı. Mısır’da Jön Türklerin bazılarıyla tanıştı ve onlarla fikir birliği içinde oldu. 1901’de İstanbul’a döndü, Fizan’a sürüldü. Fizan’da Senûsî ve Arûsî tarîkatları mensuplarının mâneviyatından etkilendi. Arûsî şeyhine intisâb etti. II. Meşrutiyet’in ilânından sonra, İstanbul’a döndü. Gazete çıkardı ve bazı resmî vazifelerde bulundu. Jön Türklerin yanlışlarını görünce, ağır bir dille tenkit etmeye başladı. Bu sefer de Kastamonu’ya sürüldü.

 

Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi Efendi, 30 Ekim 1914’te İstanbul’da ânî ve şüpheli bir şekilde vefât etti. Kabri, Fatih Camii hazîresindedir.

 

*

 

Filibeli Ahmed Hilmi anlatır:

 

“II. Abdülhamid Han devrinde; Sinop’ta üç arkadaş, bir gün fakirhânede oturuyorduk. İkimiz derviş idik, birimiz değildi. Sohbetimiz tarîkata ve dervişliğe dair idi. Derviş olmayan arkadaşımız tarîkatı ve dervişliği münkir (reddeden) idi. Yanımızda bir Yûnus dîvânı vardı. Kendisine;

 

«–Sizin için şuradan bir tefe’ül edelim.» dedim. Hafif bir gülmeyi müteâkip;

 

«–Peki, soldan son beyti okuyunuz.» dedi. Hemen açtım şu beyit zuhûr etti:

 

Sırrımıza girmezler, onlar yoldaş olmazlar,

Dönmeler yoldaş olmaz, bu bizim hâlimize.

 

Hazret’in bu nutku bizi memnun ve dilşâd (sevinçli), onu da mahzun ve berbat etti.” (Şeyh Hüsnü [Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi], «Sahâif-i İslâmiyye’den Âsâr ve Ahvâl-i Meşâhir: Yûnus», Hikmet, 8 Şaban 329 [21 Temmuz 1327/3 Ağustos 1911], nr. 68, s. 6)

 

ŞART-I VÂKIF NASS-I ŞÂRÎ GİBİDİR!

 

Şeyhülislâm Veliyyüddin Efendi, on yedinci asrın sonlarında İstanbul’da doğdu. Tahsilini tamamladıktan sonra, müderrislik yaptı. 1729’da önce Halep kadılığına, sonra Galata kadılığına tayin edildi. Kahire ve Medine’de de kadılık yaptı. Anadolu kazaskerliği ve Rumeli kazaskerliği vazifesinden sonra 1760’da Şeyhülislâm oldu. Kendisine atılan iftiralar sebebiyle, padişah tarafından Manisa’ya sürgüne gönderildi. Masum olduğu anlaşılınca itibarı iade edildi.

 

Hiddetli ve celâlli olmasının yanı sıra, ince bir gönle sahipti. Hüsn-i hat ve lâle yetiştiriciliği ile uğraştı. Bu hayırsever âlimin en meşhur vakfiyesi, yıllarca İstanbullulara mesire yeri olarak hizmet veren Çırpıcı Çayırı’dır. Günümüzde bu alan; aslî hüviyetinin aksine, maalesef at yarışlarının yapıldığı bir hipodrom olarak kullanılmakta.

 

Adâletperver Veliyyüddin Efendi, 25 Ekim 1768’de vefât etti. Kabri, Eyüp’te Murad Efendi zâviyesindedir.

 

*

 

İbrahim Ethem GÖREN aktarır:

 

“Dönemin padişahı III. Mustafa, Şeyhülislâm Veliyyüddin Efendi’yi sürgüne gönderir. Bilâhare, Veliyyüddin Efendi’nin iftiraya kurban gittiği anlaşılır. Padişah; «Hatadan dönmek fazîlettir diyerek Şeyhülislâm’a itibarını iade eder ve bir nevi özür kabîlinden bugün Jokey Kulübü’nün müşterek bahisler oynattığı Çırpıcı Çayırı’nı Şeyhülislâm’a bağışlar. Şeyhülislâm, böylesi bir ihsânı kendisi için kullanmak istemez. İçine, çeşmeler, sebiller yaptırır ve mesire yeri olarak İstanbulluların kullanımına vakfeder. Vakıf arazisi olan çayır; 200 yıl boyunca, 1911 yılına kadar mesire alanı olarak hizmet verir. Bu tarihte bir vesileyle, çayırda at yarışları yapılmaya başlanır. Osmanlı’nın son dönemleri olması sebebiyle, İstanbul’da idârî mânâda başıboşluk vardır. Bir Arap atasözünde dendiği gibi:

 

‏إذا كان الوَادي خاليًا

يكن الثعلب فينا واليًا

 

«Vadi boş kaldığında, tilki valiliğini ilân eder.»

 

El-hak doğrudur… Böylesi bir ortamda halk fakirlikle boğuşurken, birtakım ecnebîlerin ön ayak olmasıyla Veliyyüddin Efendi’nin vakıf arazisi üzerinde at yarışları yapılmaya başlanır. 1950 yılında arazi, Tarım Bakanlığı’nın uhdesine geçer. Şeyhülislâm’ın vakfettiği arazi, Türkiye Jokey Kulübü’ne kiralanır. İşte Veliefendi Hipodromu böyle ortaya çıkar.

 

 

«VÂ MU‘TASIMAH!»

 

Ebû İshak el-Mu‘tasım-Billâh Muhammed, Harun er-Reşid’in küçük oğludur. 18 Ekim 796’da Bağdat’ta dünyaya geldi. Tahsile ilgisi olmadığı için babası onu okutmadı. 828’de Mısır ve Suriye valiliği yaptı. 833’te halîfe oldu. 838’de Bizans’ın Konstantin’den sonra ikinci büyük şehri olan Ammûriye’yi fethetti.

 

Abbas bin Abdulmuttalib radıyallâhu anhın soyundan gelen halîfelerin sekizincisi olduğu; sekiz sene sekiz ay halîfelik yaptığı, sekiz erkek, sekiz kız çocuğu olması gibi sebeplerle «müsemmen» (sekizli) olarak anıldı.

 

Cesur, müşfik, mütevâzı, bağışlamayı seven âdil hükümdar Mu‘tasım-Billâh, 5 Ocak 842 tarihinde vefât etti. Kabri, Sâmerrâ’dadır.

 

*

 

Tarihçi el-Kalkeşendî «Meâsiru’l-inâfemeâlimi’lhilâfe» adlı eserinde, Abbâsi halîfesi Mu‘tasım Billâh’ın Ammûriye üzerine sefer düzenlemesinin, Rumların eline esir düşmüş müslüman bir kadının; « Mu‘tasımâh diye haykırışının sebep olduğunu anlatır. Hâdise şu şekildedir:

 

Bugün Afyon/Emirdağ civarında, eski adıyla Ammûriye şehrinin Rum idarecisi; yağmaladığı civar müslüman kasabalarından birisinde esir aldığı müslüman bir kadına eziyet ve işkence ederek musallat oldu. Sâliha kadın bu ızdıraplı hâl ile bir anda;

 

“– Mu‘tasımah?!.” (Mu‘tasım neredesin?) diye haykırdı. Bu imdat çağrısı çok kısa sürede; posta güvercinleri vasıtasıyla, halîfenin sarayına ulaştı. Haber ulaştığı esnada halîfe bir içecek içmekteydi. Müslüman bir kadının kendisinden imdat haykırışını duyar duymaz elindeki içeceği yarım bırakarak;

 

“−Yetiştim! Geldim! Komutanlar! Askerler!” diyerek oturduğu yerden fırladı ve ordunun hazırlanması emrini verdi. Sâmerrâ’dan sefere çıkan ordu Ammûriye’ye ulaşıp şehri zaptetti. Tekfur öldürüldü, esirler kurtarıldı. Halîfe Mu‘tasım kendisinden yardım isteyen kadını buldu ve ona;

 

“–Ey mü’mine hanım! Emin ol ki, çağrını işitir işitmez bir an bile beklemeden hemen yola koyuldum. dedi. Sonra da hizmetçisine dönerek şunu söyledi: “İçeceğimi getirin, şimdi onu içmeyi hak ettim.”