DİVLEK TOHUMU -3-
Harun ÖĞMÜŞ harunogmus@gmail.com

Sebepleri her neyse, işte büyükler böyle karar vermişti. Elbette onların bir bildiği vardı. En doğrusunu onlar bilirlerdi. Ancak doğrular her zaman; halktan olan insanlar için de doğru, iyi, güzel ve kolaylıkla yapılabilir değildi. Hele ki insanın doğup büyüdüğü, ekmeğini yiyip suyunu içtiği, dedelerini defnettiği vatanını bırakıp, başka bir yerde yurt tutması hiç kolay değildi. Ne var ki, iş ciddî idi. Zaten memurlar tespitlerini yapıp gittikten 10-15 gün geçmeden; her bir ailenin nereye gideceğini, ne zaman ve ne şekilde gideceğini bildiren yazılar gelmeye başladı. Buna göre; en geç üç ay içerisinde gayr-i menkulünü paraya tahvil etmek isteyen bu yola başvuracak, yoksa olduğu gibi bırakıp şehre gidecek, oradan bindirileceği trenle İzmir’e götürülecek, oradan da gemiyle Yunanistan’a götürülerek buradaki hayatını sürdürebileceği bir yere yerleştirilecekti. Dolayısıyla buradaki gayr-i menkulünü satmayana, orada bir muâdili verileceği için mağdur olmayacaktı!
Bu yazılar gelmeden önce, hâlâ bu işin bir noktada akîm kalıp gerçekleşmeyeceği umuluyordu. Söylenti çıkalı beri, bir araya geldikleri her akşam endişelerini paylaşan Mehmet’le Vasil’in ümidi de bu yöndeydi. Her akşam korkuyla bir araya gelip; “Yok canım olur iş değil a!” diye birbirlerini tesellî ederek ayrılıyorlardı. Gerçi ortada Ermeni tehcîri vardı, ama o harp yıllarına mahsus bir tedbirdi. Şimdi ise sulh olmuştu. Herkes gibi onlar da yazılar gelene kadar bu işten vazgeçileceği kanaatini korudular. Ancak yazılar gelince, işin ciddiyetini kavrayıp paçaları tutuştu. Ne yapacaklardı? İki kan kardeş ayrılacaklar mıydı? Mehmet kan kardeşi Vasil’in doğup büyüdüğü memleketinden ayrılmasına göz yumacak mıydı? Asla! Bundan kurtulmak için mutlaka bir çare bulmalıydı!
Son âna kadar ümidini muhafaza etmiş olan Yuhannes Efendi de yazıların gelişinden sonra yeise düşüp, hemen dükkânını devredecek birini aramaya koyulmuştu. Çünkü gideceği yerde -ki nasıl bir yer olduğu şöyle dursun, adını bile bilmiyordu- muâdili bir dükkâna kavuşacağının garantisi yoktu. Öte yandan dükkânla ilgilenen paralı kişiler fırsatçıydılar. Yuhannes Efendi’nin durumumun kritik olduğunu bildiklerinden, dükkânı ucuza kapatmaya çalışıyorlardı. Vicdanlı insanlar çoktu, ancak ekseriyetle olduğu gibi onların da parası yoktu. Yuhannes Efendi’nin hâline bakıp derin bir üzüntü duyuyorlardı. Efendi adamdı doğrusu şu Yuhannes! Allah için, şimdiye kadar kimseye bir zararı dokunmamıştı. Herkesle iyi geçinip gidiyordu. Yaşayış cihetiyle bir müslümandan farkı yoktu. Hani sade bir kelime-i şahâdeti eksikti. Onu da söylese hâzâ müslümandı! Off, yok muydu bu vicdan ve merhamete sığmaz işin bir çaresi? Bu düşünceler içerisindeki bazı iyi niyetli kimseler, belki rencide ederim endişesiyle, herkesin içinde değil de baş başayken Yuhannes Efendi’ye şunu da söylüyorlardı:
–Şu kelimeyi söyleyiver be emmi! Neyimiz ayrı-gayrı ki zaten şurada? Adın Yuhannes olacağına Yahya veya Yûnus oluversin, yengenin adı da Maria olacağına Meryem oluversin. Bütün bunlar senin dîninde de var zaten bizim dînimizde de…
Ancak Yuhannes Efendi; olup bitenlerin şaşkınlığı ve biraz da gadre uğramış insanların küskünlüğü içinde, onun memleketinde kalması için son çare olarak düşünülüp söylenen bu sözlere karşı hiçbir cevap vermez, dudaklarında pek belli olmayan buruk bir tebessümle dinlerdi. Mehmet’in ağabeyi Ahmet; dükkânını yok pahasına fırsatçılara devretmemesini, gerekirse kapatıp kendisine emânet ederek gitmesini, belki hükûmet kararının değişeceğini veya yumuşayacağını, böyle olmasa bile kendisinin dükkânı değerine satarak parasını bir şekilde kendisine göndereceğini söyledi. Ancak iş bu raddeye geldikten sonra, Yuhannes Efendi artık öyle bir yola da girmedi. Sonra hükûmetin, dükkânını içindekilerle birlikte, Yunanistan’dan gelen bir esnafa verme ihtimali de vardı. İşte bu ahval ve şerâit içerisinde Yuhannes Efendi, dalavere yoluyla seferberlikten kaçtığı için köylünün hiç de iyi gözle bakmadığı harp zengini İshak Ağa’ya, hem dükkânını hem de evini çok ucuz bir fiyata sattı. Başta Ahmet olmak üzere köyün gazi gençleri bu fırsatçı tavrı sebebiyle İshak Ağa’ya kızıp hattâ biraz gözdağı verdiler. Herif bu sefer daha fazla edepsizleşip;
“–O gâvurun malının müslüman eline geçmesine mi mâni olmaya kalkarsınız bre!” gibi lâflar edince neredeyse kavga çıkacaktı, ancak Yuhannes Efendi araya girerek gençlerin bir maraza çıkarmasına da müsaade etmedi.
Yuhannes Efendi, artık kendisini bütünüyle yol hazırlıklarına vermişti. Bu arada bütün bu hâdiselere şâhit olan Mehmet’le Vasil de üzüntüden üzüntüye gark olmakta ve hâlâ bir çıkış yolu aramaktaydılar? İki kan kardeş ayrılacak değillerdi ya! Fakat Yuhannes Efendi’nin dükkânı ve evi satıp bütün dikkatini yol hazırlıklarına vermesi iki kafadarı önce şaşkınlık, sonra da çaresizliğe sürüklemişti? Ne yapacaklardı? Mehmet’in, bazı iyi niyetli kişilerin yaptığı gibi müslüman olma teklifini Yuhannes Efendi’ye açması için yaşı müsait değildi. Ancak o, bunu baş başa iken kan kardeşine tabiî ki teklifsizce yapıyor, hattâ hileli yollar da göstererek şöyle diyordu:
–Müslümanlıkta hüküm zâhire göredir. Yuhannes Emmi’ye söyle: İçten inanmasanız bile kelime-i şahâdeti söyleyiverin! Ne olacak? Böylece burada vatanınızda kalırsınız, birlikte büyüyüp evlenir, çol-çocuk sahibi oluruz. Dost olarak yaşarız.
Vasil de gitmek istemiyordu. Bu sebeple babasına bu yolda sözlerle gücü yettiğince tesir etmeye çalıştı. Ancak Yuhannes Efendi artık kararını vermişti. Bir defa da Mehmet; bütün cesaretini toplayarak, aynı hususu yalnız Vasil’in kalması için Yuhannes Efendi’den rica etti. Ancak o, bu çocukça düşüncelere de içten içe gülerek kulak asmadı.
Ve bir gün Yuhannes Efendi’nin sabah erkenden ailesini ve eşyasını şehre götürmek üzere araba aradığını gören Ahmet şaşırıp;
“–Ayıp olmuyor mu Yuhannes Emmi! Komşuyuz şunun şurasında. Ben varken nasıl araba ararsın!” diye sitem ederek derhâl atları arabaya koşup arabayı Yuhannes Efendi’nin sattığı evin önüne çekti. Mehmet, ağabeyi, diğer kardeşleri, Yuhannes Efendi ve Vasil zaten çok fazla olmayan eşyaları arabaya yüklediler. Ağabeyiyle Ahmet de yolcu etmek üzere şehre kadar onlarla beraber gitti. Aynı durumdaki başka aileler de şehre doğru yola çıkmış, böylece küçük bir araba kafilesi oluşmuştu.
Mehmet’le Vasil yolda giderken de yeni ümitler ve hayaller kuruyorlardı. Belki hükûmetler bu karardan vazgeçeceklerdi, öyle olmasa bile kararda bir yumuşama olacak ve hiç değilse bazıları bu karardan istisnâ edileceklerdi. O zamana kadar onlar da mektuplaşacaklardı. Gerçi gittikleri mekteplerde öğrendikleri yazılar farklıydı, ama illâ ki iki tarafta da diğerinin yazısını bilenler bulunurdu. Gideceği adres henüz belli olmadığından, tabiatıyla önce Vasil yazacaktı.
Tren garında hüzünlü bir vedâlaşma oldu. Hele hele Mehmet’le Vasil’in durumları iç parçalayıcıydı. Mehmet burada da arkadaşını İzmir’de bineceği vapura kadar geçirmek için trene binmek istedi, ancak tabiî ki Yuhannes Efendi izin vermedi. Tren son kez çığlık atıp dumanlar içinde hareket ettiğinde, Mehmet kompartımanın penceresinden el sallayan kan kardeşinin bulunduğu vagonla birlikte bir süre koştu. Ancak tren hızını artırıp ondan geri kalınca, birbirlerine son kez el salladılar ve bakışlarıyla vaatlerini son kez teyit ettiler. Tren, arkasında semâyı yaran bir çığlık ve duman bırakarak bozkırda kaybolup gitti. Mehmet de garda bekleyen arabaya binerek, ağabeyiyle birlikte kalbi parçalanmış olarak köye döndü. Aklı Vasillerin nasıl bir yere yerleşecekleri, ne gibi zorluklarla karşılaşacaklarında idi. Temennîsi en az zorlukla karşılaşmaları ve daha mühimi Vasil’le hep bekledikleri gibi, bu yanlış karardan vazgeçilip herkesin yine kendi yurduna dönerek orada yaşamasıydı. Vasil’in yazacağı mektubu, sabırsızlıkla bekliyordu. Ne var ki Vasil’den uzun yıllar hiçbir haber gelmedi. (Devam edecek.)