O FİKİR

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

 

 

İnsanoğlunun hep bayraklaştırdığı, etrafında toplandığı ve mücadele verdiği bir fikri oldu. O fikir yapılacak şeyleri meşrûlaştırır, o fikir kurtarır, o fikir zenginleştirir, o fikir şeref ve itibar verir, o fikir vicdanları rahatlatır…

 

Yaklaşık yedi bin yıl önce firavun;

 

“–Mısır mülkü / hükümranlığı bana ait! Şu Nil Nehri’ni ben kontrol ediyorum. Size doğru yolu gösteriyorum.” diyordu. Tanrılık iddia edecek, tebaasının canına, ailesine bile el koyacak derecede aşırı giden bir hükümdar kültü vardı o tarihlerde. Bazen tebaası, firavundan fazla firavuncu oluyor;

 

“–Şu Musa’ya bozgunculuk yapması için izin mi vereceksin, öldür onu!” diye tahrik ediyordu.1

 

Hazret-i İbrahim’i ateşe atma telkinini yaparken söyledikleri bir söz var:

 

“–İbrahim’i yakın ve böylece ilâhlarınıza yardım edin, onları destekleyin!”2 Yani topluluklar da, efendileri kadar zıvanadan çıkmıştı.

 

Makedonyalı İskender’in; doğu seferinde İran’ı istîlâ edene kadar, Yunan tarzında daha normal bir idare sergilediği; fakat İran’da, oranın kültürüyle, hükümdarı putlaştıran anlayışa kapıldığı ve bu sebeple çevresi tarafından tenkit edildiği yazılıp çiziliyor. Bu şımarmanın sonunda da bir entrikayla genç yaşta öldürülüyor.

 

İnsanların putlaştırıcı lider sevgisini, Hazret-i İbrahim; «dünyaya mahsus bir sevgi» diye adlandırıyor. Âhirette, dünyanın o kandırıcı ideolojik illüzyonları ortadan kalkınca ve hakikat ayan beyan ortaya çıkınca birbirlerini lânetleyecek ve inkâr edecek o bâtıl sevgiye kapılanlar.3

 

Hükümdar kültü hâlâ devam ediyor. O sözde ilâh, ölüp gittikten sonra bile… Hitler’i hâlâ övgüyle anan neo-naziler, kitabına yüzlerce baskı yaptırıyor. Anma günleri, heykeller…

 

Fakat hükümdar kültünün zirvesi firavunlar, nemrutlar devriydi. Tarih ilerledikçe o fikir değişti. Zaman zaman hak din de o fikrin ilham kaynağı oldu. Hazret-i Dâvud-Süleyman devirleri, Zülkarneyn’in seferleri bize bildirilen büyük hâkimiyet zamanları. Nizâm-ı âlem anlayışının baş tâcı olduğu devirler. Hakkın hâkimiyeti sayesinde, zulümlerin engellendiği, insanlara faydaların ulaştırıldığı ve sulh-selâmetin yayıldığı devirler.

 

Fakat ekseriyâ bâtıl ve tahrif edilmiş inançlar, insanlığı sürükleyen fikrin ilham kaynağı oldu. Roma istîlâ ettiği her yerin putlarını alıp Kapitol’üne koyuyor, bir nevi bütün tanrılara oynuyordu. Üçüncü asırda Hıristiyanlığa düşmanlığı bırakıp, onu -daha doğrusu Pavlus versiyonunu- himâyesine alan Roma ve Bizans, artık haç adına kan dökecekti. Aynı anlayış, müslümanların üzerine de yıllar sürecek haçlı seferleri düzenledi.

 

Tartışılır, haçlılar gerçekten din dâvâsı mı güdüyordu, meselâ «müslüman işgali altındaki» dindaşlarını ve mukaddes mekânlarını hürriyete kavuşturmak için mi milyon milyon yollara dökülüyorlardı, yoksa zengin doğuyu talan etmek için mi? Tarihte kurak yerden verimli araziye, soğuk denizlerden sıcak denizlere doğru akınlarda iktisâdî bir gaye mutlaka vardır. Fakat o müşahhas gayeyi, mücerretleştiren bir mânevî gaye de zikredilir. Çarlık Rusya’sı için panislavizm, ortodoksluğun hâmîliği, Sovyet Rusya’sı için komünizmin yayılması, son bir asırda ABD için demokrasiyi yayma fikriyatı gibi…

 

Lider kültü, artık kutsanan imparatorluklara doğru kaymıştı. Roma mîrâsına sahip çıkan ittifaklar, büyük devletler kuruyor, insanlar da o büyük ve kutsî yapının neferleri oluyordu. Büyük imparatorluklar, coğrâfî keşiflerle sömürecek ve semirecek alanlar da bulmuşlardı.

 

Fransız İhtilâli, millet / ulus mefhumunun altını çizdi. Asabiyet hep vardı, fakat bu sefer; krallıkların, imparatorlukların aleyhine, her milletin kendi istiklâlini belirleme hakkı gibi yeni bir anlayış ortaya çıkıyordu. Artık «o fikir» milletin bağımsızlığıydı. İmparatorlukların altını oyacak derecede mikroya doğru giden bir milliyetçiliği tetikliyordu bu anlayış. Doğduğu beşikte bile kısa zamanda diktatörlüğe dönüşen bir fikir, bütün dünyayı tesiri altına aldı. Kabaca güçlü olanın ayakta kalmasına ilmî bir zemin çizen evrimi de arkasına aldı ve II. Dünya Savaşı’nda milyonların ölümüyle neticelenecek mağlûbiyetine kadar devam etti.

 

Mikro milliyetçilik alanında ise, bağımsızlığın bir kandırmaca olduğu anlaşıldı. İmparatorlukların yerini güçlü devletler, global sermaye almıştı. Darbeler, ekonomik bağımlılık, eğitim ve kültür istîlâsı, kalkınmaya, silâhlanmaya konan tahditler gösterdi ki, istiklâl öyle bayrakla, marştan ibaret değildi. Hayatın gerçekleri vardı.

 

Bir dönem o fikir, bilim de oldu. İnancın alternatifi gibi gösterilmeye çalışılan bilim, hayatta en hakikî yol gösterici olacaktı. Sadece fizik, kimya, biyolojide değil, sosyoloji, pedagoji vs. alanlarda da, insanlık bilimle yol bulacaktı. Dolayısıyla, din, örf, milliyet ehemmiyetini yitirecekti. Bu «fikir» daha ziyade kültürde iktidar oldu. Hâlâ da yaşıyor. Fakat insan ve toplum alanında, fizik kanunları gibi müşahhas kaidelere ulaşılamayacağı, zaman içinde anlaşıldı. Bilim, diğer ideolojilerin zulüm vasıtası olmaktan öteye geçemedi.

 

Bilimin getirdiği gelişmeler, ekseriya ırkçılığın altını oyar mahiyette ilerledi. Gen bilimi, aslında insan için ırk diye bir şeyin olmadığını söyledi. Asırlarca aşağılanan siyah tenin, sadece sıcak bölgelerde güneşe adapte olan bir pigment koyulaşmasından ibaret olduğu anlaşılmıştı. Sosyal olarak da hızlanan ve genişleyen ulaşım, her zaman daha kozmopolit olmuş şehir hayatının yayılması neticesini verdi.

 

Sanayi inkılâbında, büyük yatırımları yapabilmek için büyük servetler lâzımdı. Kapitalizm doğdu. Fakat bu furya, zengini daha zengin yaparken, fakirin emeğini korkunç bir şekilde sömürüyordu. Aynı dönem; ırkçılığın en çirkin manzaralarını, sömürgeciliği, insanların köleleştirilmesini ortaya koydu.

 

Buna tepki olarak bu sefer kimilerince «o fikir», emek oldu. Komünizm ve sosyalizm ortaya çıktı. Dönemin rûhu mâneviyattan çok uzaklaştığı için, bu fikirler, dîni de düşman belledi. Kadere îmânı salık veren inançlar, o devrimci yapıların sevmediği teslîmiyetçi, uyuşturucu bir tesir mekanizmasından ibaretti onlara göre. Komünizmin «halkların kardeşliği» fikri, ırkçılığı önemsizleştiriyordu. Eşitlik fikri, emperyalizme de karşı bir duruş ifade ediyordu. Fakat;

 

Bilim ilerleyince, emeğin ehemmiyeti git gide azaldı. İnsanın rekabetçi fıtratının, devlet ve ideoloji eliyle zorla sağlanacak bir eşitlik anlayışına uyumsuzluğu sosyalizmi bitirdi. Fakat bu tepki, kapitalizmi bir nebze olsun terbiye etti. Vatandaşlarına sağlık, emeklilik vb. hizmetler sunmakla mükellef bir sosyal devlet anlayışı gelişmişti. Kapitalizmin beşiği ABD, köleliği ilk kaldıran ve bunu dünyaya yayan yer oldu. Fakat;

 

Bu konfor, dünyanın sadece kalkınmış bölgelerinde mevcuttu. Diğer bölgelerde yaşayanlar da o hayata gözlerini diktiler. Göç dalgası başladı. Kimi, uzmanlığıyla, resmî başvurularla o konforlu beldelere koştu. Kimisi bir dolandırıcıya inanıp, bindiği gemide Akdeniz’e gömüldü. Kimisi de göçmenlere düşman kesilerek, ırkçılığın yeni bir versiyonuna sarıldı. Yaşadığı konforun, bütün dünyadan çalındığını kabullenmek istemedi. Bilhassa son yıllarda ABD’de bunun kavgası veriliyor.

 

O fikir; kimisi için liberalizm, kimisi için nasyonalizm, kimisi için şu veya bu… İdeolojiler, insanları peşinde bir müddet sürüklüyor ve sönüp gidiyor. Bu ideolojiler peşinde, insanlar birbirlerini öldürdüler. Anarşiler, gerillalar, kontra-gerillalar… Diğer tarafta savaş karşıtı, varoluşçu hippiler… Romantik gerçeküstücü hümanistler… Aşırı cinsî hürriyet yanlıları bile, bir tepkinin ürünü. Onları destekleyenler de o tepkinin simsarları…

 

İnsan bir gaye arıyor. Uğruna mücadele edeceği bir fikir…

 

“İnin yeryüzüne birbirinize düşman olarak!” emri4 geldiğinden beri.

 

Bizans İstanbul’unda, bugünkü futbol takımlarını andıran Yeşiller, Maviler gibi bir nevi kulüpler varmış. Onlar birbirine rekabet adı altında, öldüresiye düşmanlık ederlermiş.

 

Endülüs’te, Arabistan’dan binlerce kilometre ötede, müslümanların;

 

“–Mudarlı mısın, Rebîalı mısın?”5 kavgası yaptıklarını okuyunca çok üzülmüştüm.

 

Şöyle testler yapılmış. Bir adaya bir grup çocuk bırakılıyor ve zaman içinde nasıl çeteleştikleri ve birbirlerini kırdıkları görülüyor. Bir insan realitesi…

 

Demek ki insanda bu yapı var. «O fikir» ihtiyacını en doğru karşılayan şey ise, hak din… “Yeryüzüne inin!” emrinin hemen akabinde şu tâlimat var:

 

(Allah Teâlâ) dedi ki:

 

«–Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan (cennetten) inin! Artık Ben’den size hidâyet geldiğinde, kim Ben’im hidâyetime uyarsa o sapmaz ve bedbaht olmaz.»”6

 

Yani hem dünyada cinayetler işlemez, sapmaz, sapıtmaz, hem âhirette cehennemlik olmaz.

 

Hak din;

 

•Her şeyde ifrat ve tefritten uzak tutar ve îtidâle ulaştırır.

 

•Milletin, örfün ve nesebin faydalı taraflarını alır, kibre ve başkalarını istihfâfa götüren taraflarını törpüler. İnsanların lisanlarının ve ten renklerinin farklılığını Allâh’ın bir sanatı olarak okur. Kâbe avlusundaki o nûrânî dönüş iklimindeki gibi, her unsuru ümmet potasında eritir ve hem de hayalî ve hamasî değil hakikî şerefine ulaştırır.

 

•Bilimi, ilmi; faydalı ve faydasız olarak ikiye ayırır. Faydasızına değer vermez. Vasıtanın gayeyle karıştırılmamasını öğretir. İlmi Allâh’a izâfe ederek; fenden, ilimden gelen gücün yozlaştırmasından insanı korur. İlimden gelecek entel kibri, bilhassa tasavvuf tevâzu ve hiçliğe dönüştürür. Din nâmına bilim düşmanlığına müsaade etmeyecek kadar, ilmî teşebbüsü de korur.

 

•Emeği kul hakkı olarak tâziz eder. Her iki tarafı, çalışan ve iş sahibini, birbirine hürmete davet eder. Hak din terbiyesindeki fert; toplumdaki eşitsizlik manzaralarını, dünyadaki kulluk sahnesinin dekorundan ibaret olarak görür. Takdîre rızâ göstermesi, edilgenlik ve eziklik değil, kalp selâmetidir.

 

Hak din;

 

•Malı, serveti, bir ibâdet şevkiyle, gönüllülük esasıyla toplumda bölüştürür. Farz olan zekâtın ötesinde, infak ve vakıf gibi vasıtalarla, hakikî gelir dağılımı adâletini tesis eder. Zekât verilecek fakir bulunamaz noktaya bile getirir.

 

•Ferdi korur fakat onu, aile için, toplum için fedâkârlığa râzı ve gönüllü eder. Toplumu ve toplumun müesses yapıları olan devlet organizasyonunu; ferdi ezmeyecek, adâlet, istişâre ve liyâkatin gözetilmesi gibi şartlara bağlar.

 

•Hürriyeti, kulluk çerçevesinde rûhânî bir bakışla yeniden değerlendirir. İnanç kapısından girişte kesinlikle vicdan hürriyetini müdafaa eder. Başka inançlara da hukukî çerçevede hayat hakkı tanır. Nefsânî hürriyete prim vermese de, günah işlenmesine izin vermeyecek derecede bir polis devletine de müsaade etmez. Tecessüsü yasaklar, haramı helâl saymak kadar, helâli haram saymaya da müsaade vermez.

 

Hak ile bâtıl hep bir mücadele içinde oldu.

 

“Ben hiçbir kavganın içinde değilim.” deyip dünyaya gömülenler de aslında sekülerizm denilen ideolojinin zebûnu oldular. “Ben hiçbir dînin kavgasına girmem, sadece yaratıcıya inanıyorum.” diyenler deizmin tuzağına düştüler. Yiyip içip yuvarlanarak bir hayat yaşayanları bile, egoizm ideolojisine kapılmış zavallılar olarak görebiliriz.

 

Âyette bakın ne buyuruluyor:

 

“Ey insan! Sen Rabbine kavuşuncaya kadar çalışıp çabalar, sonunda O’na kavuşursun.”7

 

Sonunda Rabbimiz’e kavuştuğumuzda, reddedip yoldaşlarımızı lânetleyeceğimiz bir ideoloji yerine; O’nun hak dîni için mücadele ve mücâhede edenlerden olmak, yol varsa budur, bilmiyoruz başka çıkar yol!..

 

______________

 

1 Bkz. el-A‘râf, 127.

2 el-Enbiyâ, 68.

3 Bkz. el-Ankebût, 25.

4 el-Bakara, 38.

5 Arapların iki büyük kabîlesi.

6 Tâhâ, 123, ayr. bkz. el-Bakara, 38.

7 el-İnşikāk, 6.