Mezhep, Meşrep ve Fırkalar Bugün AYRIŞMALARA SEBEP OLUYOR
Nurten Selma ÇEVİKOĞLU nurtencevikoglu@hotmail.com
Bugün din düşmanları tarafından en çok kullanılan husus, mezhep taassupları konusudur. İslâm düşmanları; mezhepleri, müslümanlar arasında ihtilâf olarak göstermeye çalışırken bir yandan da etrafa yayılan bazı safsatalarla, saf zihinlerde bir fikir karmaşası oluşturmaya çalışıyorlar. Hâlbuki mezhepler, geçmişte bir ihtiyaçtan doğmuştur ve asla bir ihtilâf konusu olmamıştır.
İslâm mezhepleri; (birkaç husus hâriç) müslümanlar arasında bir karışıklığa, bir karmaşaya sebebiyet vermemiştir. Mezhep imamları, değerli âlimler; birbirlerine hep saygılı olmuş, birbirlerini ret ve inkâr etmemişlerdir. O zaman ortaya konulanlar, ana meselelerin bazı teferruat kısımlarındaki farklılıklardan oluşuyordu. Hattâ onların bir mezhep ortaya koymak gibi bir niyetleri de yoktu. Dört mezhep imamı olarak tanınan; İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel’dir. Bu kıymetlerine paha biçilemeyen âlimler, birbirleri hakkında daima güzel ve saygılı konuşmuşlardır. Meselâ: İmâm-ı Âzam (h. 80-150) bir hâdise ile ilgili olarak fetvâ verdikleri zaman;
“–Bu Nûman bin Sâbit’in (İmâm-ı Âzam) reyidir. Çıkarabildiğimiz reylerin en güzeli budur. Kim bundan daha güzelini ileri sürerse, doğruya daha yakın olan odur.” derdi.
İmâm-ı Mâlik (Mâlikî mezhebi kurucusu) (h. 93-179);
“–Ben bir beşerim. Bazen hata, bazen de isabet ederim. Bu sebeple, benim rey ve içtihâdımı tetkik ediniz. Kitap veya Sünnet’e uygun bulursanız kabul ediniz, bulmazsanız reddediniz.” demiştir. (Hayreddin KARAMAN, Fıkıh Usûlü, s. 33)
Bu sözler, kendi devirlerinde hiç iddialı olmayan, gayet mütevâzı konuşmalardır; «Yalnız benim dediğim doğrudur, benim dediğime uymazsanız şöyle şöyle olursunuz…» gibi itham veya tekfir edici, insanları hiçbir şekilde suçlayan ifadeleri olmamıştır. Bilâkis her zaman nezâketli konuşarak birbirlerini asla rencide etmemişler, insanların görüşlerine saygılı olmuşlar, herkesi kendi hür iradesiyle, seçiminde serbest bırakmışlardır. Bir de şimdinin kendini bilmezlerine bir bakın!
Bunlara ilâveten, yeterli dînî bilgiye sahip olmayan son derece câhil insanlar;
«Yahu din bir tanedir. Bu mezhepler de, nereden çıkmış? Peygamberimiz zamanında mezhepler mi vardı?» gibisinden tam bir bilgisizlik ve hezeyan kokan sözleri hem de bilgiç bilgiç söyleyebiliyorlar… Bu tür insanlara söylenecek çok şey var ama onlara da kızmamak gerekiyor; zira bu memleketin normal eğitiminde din eğitimi bulunmadığından, böyleleri dînî bilgi konusunda câhilce lâflar edebiliyorlar. Üzücü tabiî…
Mezhepler güzel dînîmizde âdeta rahmet ve feyizdir. Yalnızca her hususta olduğu gibi bu konuda da «taassup» doğru değildir. Mezheplerin ana kaynakları; Kur’ân, Sünnet, ashâbın ve dînî konuda yetişmiş ilim adamlarının icmâına dayanır. Her müslüman; kendi özgür iradesiyle istediği mezhebi seçebilir, bu konuda kimse kimseye engel olmaz.
Mezheplere tâbî olmanın hedefi şudur: Müslümanın; dînî vecîbelerini yerine getirirken, kendisi temel kaynaklardan hüküm çıkarma bilgisine sahip olmadığından, ümmetin kabul ettiği müçtehit imamların ortaya koyduğu hükümlerden istifade ederek, dînî konuda aradığı problemleri çözümleyip, doğru amel edebilmesidir. Herkes dînî hususlarda gerekli bilgi donanımına sahip bulunmadığından, köklü ve detaylı bilgiye vâkıf olan imamların içtihatlarıyla amel edilir.
İslâm’da hiçbir mezhebin diğerine bir üstünlüğü yoktur, onların ihtilâflarında bile rahmet vardır. Müslümanlar; mezhep ve meşreplerde taassup göstermezler. Yalnız burada «meşrep» konusuna da değinmekte fayda var. Her insanın kendine mahsus özellikleri ve kendine has hususiyetleri vardır. Kimi insanların duygu-his tarafı ağır basar, bunlar, mânevî boyutlara yönelirler; kimi insanların katı ve gerçekçi özellikleri ağır basar, bunlar daha çok maddî taraflara yönelirler. Kimi insan içine kapanıktır, kimileri ise sosyaldir. Kimi konuşmayı sever kimi sessiz kalmayı tercih eder. Kimi şekle bakar kimi öze bakar. İnsanlar çeşit çeşittir. Aslında herkeste değişik şekilde tezâhür eden şahsiyet yansımalarına göre, kişiler daha çok kendi meşreplerine uyan insanlarla beraber olurlar. Yani kendi gibi insanlarla olmak hoşlarına gider. Bu hususta;
“Her biri bir yörüngede hareket eder.” (Yâsîn, 40) hükmünce herkes kendi yolunda hareket eder. Başkasının yörüngesinde, ona çarpmadan yani onunla çatışmadan hareket eder, etmesi de gerekir.
Meşrebe değindik, burada «fırka» tabirinden de bahsetmek yerinde olacaktır. Fırkalar, İslâm’da kendilerine göre siyâsî ve îtikādî görüşleri olan gruplardır. Aslında fırka, mezheple benzer bir anlayışla kullanılır. Her ne olursa olsun, müslümanların yüce Kur’ân’ın hükümleri üzerinde kafa yormaları şarttır. Meselâ; şerefli Kur’ân’da;
“Toptan Allâh’ın ipine sımsıkı sarılın. Parça parça olup, tefrikaya düşmeyin.” (Âl-i İmrân, 103) uyarısı vardır. Başka bir âyet-i kerîmede de şöyle buyurulmuştur:
“Gerçek şu ki; dinlerini parça parça eden kimseler ve kendileri de grup grup olarak ayrılıp gidenler; Sen hiçbir şeyde onlardan değilsin. Onların işi ancak Allâh’a (kalmış)tır. Sonra O, işlemekte olduklarını kendilerine haber verecektir.” (el–En‘âm, 159)
Müslümanlar bilmeliler ki; âyette de belirtildiği üzere, böylesi hatalar; dinde tefrika (fırka fırka olma) dîni yanlış anlayarak sapmaya sebep olduğu gibi, müslümanların zayıflamasına ve aralarında gereksiz mücadelelere ve cedele sebep olur. Yaşadığımız asırda müslümanlar; bu tür ayrı-gayrılıklarla güçleri bölünerek zayıflamışlar, sözlerine itimat edilmez olmuştur. Oysaki Âlemlerin Efendisi –aleyhissalâtü vesselâm- öyle mi idi? O, sözüne en güvenilir «emîn» kişiydi.
Efendimiz;
“–Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunların içinden bir fırkası ehl-i necât olacaktır.” buyurdu. Ashâb-ı kiram sordular:
“–Yâ Rasûlâllah! O kurtulan fırka, hangi fırka olacaktır?”
“–Benim ve ashâbımın takip ettiği yolu izleyenler…” buyurdular. (Tirmizî, Îmân,18; İbn-i Mâce, Fiten, 17)
“İslâm’a samimiyetle bağlananlar; ihlâsla amel işleyenler; İslâm’ı kendilerine değil de fikrini, davranışlarını, ahlâkını, sistemini, düzenini, dünya görüşünü, hükümlerini İslâm’a uygun hâle getirmeye çalışanlar «fırka-i nâciye»dir. İslâm’ın bir kısmını alıp bir kısmını terk edenler; onu kendi pozisyonlarına uyduranlar ya da kendi konumunu desteklemek için yararlananlar; onu bir kavmin, bir bölgenin ya da geçmiş zamanların hayat düzeni sananlar; onu ilâhî bir hayat programı değil de bir ahlâk ve kültür sayanlar; ona inandığını iddia ettiği hâlde, hayata yön veren bütün hükümleri başka kaynaklardan alanlar; kurtulmuş fırka ve kurtulmuş kimse olamazlar.” (Ece Hüseyin K, 1999, İst, s. 186)
Müslüman sayılmanın elbette şartları vardır. İslâm; bir ırkın, bir bölgenin geleneği ve âdeti değildir. Müslüman kişi kendi dîninin hükümlerine tâbî olur. Hayatında ve her işinde İslâm’a başvurur. Öteden beri müslümanların ırkı, bölgesi, mezhebi, meşrebi ne olursa olsun; içinde yaşadığı sosyal sistem her ne olursa olsun; Kur’ân ve Sünnet ideal hedefleri üzerinde yaşıyorsa, o «fırka-i nâciye» içine dâhildir. Ama tam tersi; insanlar kendi görüş ve inandıklarını din hâline getirerek, diğer müslümanları hasım gibi görürse, pek tabiî ki bunlar «fırka-i nâciye» olamazlar.
Müslümanlar her fikre ve her görüşe açıktırlar ve saygılıdırlar.
“O kullarım ki; onlar sözü dinlerler, sonra da en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allâh’ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.” (ez–Zümer, 18)
Bugünlerde taassup daha çok kavmiyet, din, mezhep ve ideoloji sahalarında ortaya çıkmıştır. Bir de şahısları tabulaştırmak yaygınlaştı. İnsanların; toplum içinde yaşayan gerçeklere, doğru bir pencereden bakmaları gerekiyor.
“Ey îmân edenler! Adâleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şâhitlik eden kimseler olun. (Haklarında şâhitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adâletten sapmayın, (şâhitliği) eğer büker (doğru şâhitlik etmez) yahut şâhitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (en-Nisâ, 135) (Meal notu: Âyette insanları adâletten ayıran; iktisâdî, sosyal, psikolojik sebeplerin hepsi sayılarak insanlar uyarılmış, hükmeden veya şâhitlik eden kimsenin, yalnızca Allah korkusunun tesiri altında hareket etmesi telkin edilmiştir.)
Geçmişten bu yana İslâm düşmanları; müslümanlar arasında ihtilâf olmaması gereken hak mezhepleri, meşrepleri, kavmiyetçilikleri, ideolojik ve siyâsî saplantıları körükleyerek, bu hususlarda mü’minleri kışkırtarak, birbirlerine düşman etmişlerdir. Böylesine heyecan ile ilerleyen bir süreç var ne yazık ki! Müslümanlar cehâlet ve düşüncesizlik sebebiyle, art niyetle, gayet samimiyetsiz bir grup körlüğüyle, yanlış statükoya hizmet ediyorlar. Ne üzücüdür ki, bazı müslümanlar; bu yanlı ve tamamen bölünmüşlük kokan senaryoya, bilerek bazen de bilmeyerek âlet oluyor, düzenlenen hikâyede bizzat rol bile alabiliyorlar.
Şu unutulmasın ki; mezhepler, cemaatler, gruplaşmalar ve soy farklılıkları toplum içinde bir kutuplaşma meydana getirir. Bunun sebebi taassuptur. Bu durumda insanlar; eskiden beri gelen reâliteye bakmaksızın, akılla hareket etmekten çok duygularla hareket ediyorlar. Yalnızca görmek ve duymak istediklerine odaklanarak, kendilerinden olmayanı ötekileştiriyorlar. Dolayısıyla zaman içinde kişi bir bakıyor ki, kendini farkında olmadan ideolojik ve siyâsî bir zemin içinde buluvermiş. Maalesef insanlar arası; mezhep, meşrep, fırka ve ırk farklılığı gibi hususlar, dinde tefrikaya yol açmış, daha sonra gruplaşmalar, hizipçilikler oluşmuştur. Bütün bunların taassup boyutunda olması, müslümanları kardeşlik çizgisinden uzaklaştırır. Neticede; «böl-parçala-yut» prensibine hizmet eder. İnsanların; milletleri, ülkeleri ayrıştırmaya götüren böylesi hassas bir konuda; ulu orta, ilimsiz, delilsiz, bilgisizce konuşmaları asla uygun değildir. Bu tür durumlarda; doğru ve tarafsız olarak, meseleler hakkāniyetle değerlendirmelidir.
İnsanlar arası fikrî farklılıklar, ihtilâflar; ayrılık sebebi olmamalıdır. Herkes hür iradesiyle, gelişmiş teknolojiyle, en doğru olanı seçerek dîne olumlu katkı verebilir. Zaten dînin özünde, Kur’ân ve Sünnet hakkında müslümanlar arasında bir problem yoktur. Ancak bazı art niyetli odaklar, meselâ; tarihselciler, Kur’ân’da bile neredeyse hata bulma (hâşâ) durumuna kadar işi vardırdılar. Sünneti dikkate almayanları da unutmayalım. Onlar aslında nefislerine yenik düşerek ve şeytana uyarak kendilerine yazık ediyorlar. Îmânî ve îtikādî hususlardaki farklılıklardan yanlış neticeler çıkarmak, hakikaten güzel dînimize yaraşmamıştır.
Irkçılık konusu; Arapçılık, Türkçülük, Kürtçülük… hususu dînimizce yasaklanmış olmasına rağmen, bu konular müslümanlar arası bölünmelere, ayrışmalara sebep olmuştur. İlerleyen senelerde, bazı gayr-i müslimlerin İslâm’a girmesi neticesinde, onlarda mevcut olan yanlışlıkların güzel dînimiz İslâm’a sokulmaya çalışılması, insanların yüce İslâm’ı farklı veya yanlış anlamasına ve uygulamasına yol açmıştır. Yine geçmişten bu yana, aklı önceleyen felsefenin İslâm’ın içine girmesiyle, ihtilâflar çoğalmış ve buna benzer meseleler insanların dînine olan güvenlerini azaltmış ve pek çok şeyi sorgular hâle gelmelerine sebebiyet vermiştir.
Hâlbuki İslâm âlimlerinin Kur’ân ve Sünnet’e muvâfık olarak yapmış oldukları içtihatları birbirlerine zıt dahî olsa faydalıdır. Dindeki farklı görüşler, faydasız değildir. Zararlı olan; dînî konularda, grupların gerekli-gereksiz hangi maksatla ortaya çıktığı belli olmayan tartışmalı hususlarda, o konuya taraf olup, bu husustaki fikirleri savunmaktır. Bugün îtikādî, siyâsî münazaralar, hizipleşmeler ve gruplaşmalar bütün bir toplumu ayrıştırmanın eşiğine getirir. Bu tür problemli durumlar, şahısları ve toplumları zor duruma düşürür. Yapılanların zarardan başka kimseye bir faydası olmaz. Ve dahî bu durum, şer odakların ekmeğine yağ sürer. Lütfen herkes ne yaptığının farkında olsun. Kimse kendini bilerek veya bilmeyerek başkasına kullandırtmasın. Müslüman akıl ve firâsetle hareket eder, duygu ve hislerle değil.
İnsanlar kendi bilgi seviyelerine göre dinden anladıklarını dînin kendisi zannederlerse; o zaman herkese göre bir hizip çıkar ki, bu asla kabul edilemez. İnsanlar her vakit savundukları fikirler etrafında, bir araya gelerek gruplar ya da cemaatler oluşturmuşlardır. Sonuçta herkes kendi grubunu desteklemiş; hattâ o işe öncülük eden biri de varsa, ona taassupla bağlanarak kendi hizbini göklere çıkararak, başkalarını yermiştir. Oysa hiçbir mezhep imamı birbirini tekfir etmemiş, ilişkilerinde gayet nezih ve yapıcı olmuşlardır. Bir de şimdikilere bakın! Nasıl da tefrikaya yol açıyor, nasıl da ayrışmaya sebep oluyorlar. Tabiî bu arada, bu işleri körükleyenlere malzeme veriyorlar.
Hatırlayınız «şucular-bucular»ı... İnsanlar benimsedikleri hayat tarzı ile neredeyse; «sırât-ı müstakîm» çizgisinden çıkarak kendi kafalarına göre bir Müslümanlık geliştiriyorlar. Hem de bu hususta aynı câhiliyyedeki gibi gayet katı ve bağnazca. Şu gelişmiş asırda; böylesi bir menfî gidiş, hakikate ne kadar uygun düşer? Kendi hizbini, kendi grubunu veya neyse onu dînin üstünde tutmak, bugün yapılan en hatalı tutumdur. Bu sebeple İslâm’ı doğru anlamak ve yaşamak için, hak mezheplere ihtiyaç vardır. Bu hususta ihtilâf çıkarmak, dîni parçalamak demektir. Bu hâl ancak şerre ve şer odaklara hizmet eder, aynı zamanda dinde tefrikaya yol açar.
Peki; «Tefrika nedir?»; «Dîni bozma, ayrılığa düşme, fırka fırka olup dağılma» anlamındadır. Yukarıdan beri bahsedilenler, tam da dinde tefrikaya sebebiyet veriyor. İnsanlar kadîm zamanlardan bu yana; «Tevhid akîdesi»ne inanan bir ümmet iken, ilerleyen süreçler içinde, güzelim «tevhid dîni»ni bozarak parçaladılar, kendi içlerinde ayrılıklara düştüler hattâ kendi kafalarından uydurdukları inanışların ardından gittiler. Sonuçta müslümanlar arasına tefrika girdi. Bütün menfîliklerinden ayrı olarak tefrika, şirke kapı açar. Zira fıtrat dîninin bozulması neticesinde, birden çok ilâh göze çarpar. Bu düşüncedekiler, tevhid akîdesine zarar verirler. Bunlar âdeta kendi kafalarından îcat ettikleri şeyleri din zannederek, o asılsız şeylere îmân ederler.
“(Rasûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dîne, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise, ona çevir. Allâh’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (er–Rûm, 30) (Meal notu: «Hanîf» eğriliğe sapmaksızın doğru yoldan giden demektir. Terim olarak; İbrahim Peygamber’in tevhid, yani «Allâh’ı bir tanıma dîni» mânâsında kullanılır. Bir Allâh’a inanan kimseye de «hanîf» denir.)
“Hepiniz O’na yönelerek, O’na karşı gelmekten sakının, namazı kılın; müşriklerden olmayın. Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayın. Bunlardan) her fırka, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir.” (er–Rûm, 31-32)
Âyet-i kerîmeden de anlaşılacağı üzere; birtakım kimseler, tefrika çıkararak dîni bozmakta, yeni ayrılıklara ve bölünmelere sebep olmaktadır. Bu durum; ne yazık ki, en alt katmanlara kadar devam etmektedir.
Tefrikaya düşen insanlar; şerefli dînimizi, Allah Teâlâ’nın gösterdiği, Peygamber –aleyhisselâm-’ın bildirdiği gibi yaşamak yerine; kendi kafalarının doğrusuna göre algılayarak, hayatlarını devam ettiriyorlar. Tabiî bu durumda herkes; dîni, kendi hevâ ve heveslerine göre anlayarak, dînin özüne muvâfık olmayan, hattâ dîne aykırı, hatalı yorum ve fikirlerle dinde tefrikaya yol açıyorlar. Bu durum, İslâm’ı bölmek isteyen şer odakların işine geliyor. Yine bu husus, müslümanlar arası vahdete / birlik-beraberliğe zarar veriyor. Bugün için İslâm’ın en büyük düşmanı; ülke, bölge, siyâsî fikirler, mezhep, meşrep ve hatalı din anlayışı taassuplarıdır.
Müslümanlar; değişik gruplara, değişik fikir anlayışlarına, meşreplere, mezheplere gönül vermiş olabilirler, bunlar normal şeylerdir. Fakat herkes kendi inanışını bir din hâlinde görürse; işte o zaman, o dinde tefrikaya sapılmış olur. Şu hiç akıldan çıkarılmamalıdır, din Allâh’ındır. Cenâb-ı Allâh’ın en son elçisi Hak Peygamber –aleyhissalâtü vesselâm-, dîni en iyi anlamış, bunu ahlâkıyla, hâl ve davranışlarıyla bizzat yaşayarak bize göstermiştir. Âlimlerin sergiledikleri hâlisâne gayretler, dîni iyi yaşama konusunda gösterdikleri gayretlerdir.
O hâlde sözün özü şu olmalı ki; müslümanların bir mezhebe mensup olması ihtiyaçtır, iyidir. Ancak mezhepçi olmak doğru değildir. Bir meşrebe, bir fırkaya sahip olmak normal olabilir, ama bunu taassup hâline getirmek uygun değildir. Bu hâl; müslümanlar arası bölünmeye, ayrışmaya sebep olur ki bu tefrikaya düşmektir. Bu durum, günümüzde müslümanların zayıflamasına yol açar vesselâm. Hayırla kalınız efendim.