Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -55-   EHEMMİYET DERECELERİ

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

 

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

 

ZARÛRET-İHTİYAÇ-KEMAL

 

Tercüme ve şerhine gayret ettiğimiz eserin; sadece tasavvuf değil, İslâmî ilimlerin tamamına dair mühim kaideleri ortaya koyduğunu dile getirmiştik. Bu kaidede, Müellif Ahmed Zerrûk Hazretleri; fıkıh ve usûl-i fıkıh sahasında mühim bir taksîmâtı, sınıflandırmayı ele almakta:

 

Yetmiş Sekizinci Kaide:

 

Zarûrî; yokluğu hâlinde ölümün söz konusu olacağı hususlardır.”

 

Yokluğu ölümü, yok olmayı doğuran şeylere zarûriyyat diyoruz. Ölümcül, hayâtî meseleler. Diğer maddelerle beraber ele aldığımızda daha iyi anlaşılacaktır. Lâkin şuna dikkat etmeliyiz: Burada «zarûrî / zorunlu» tabirinin, mecâzî mânâlarını düşünmüyoruz. Gerçekten hayatta kalıp kalmamakla alâkalı meseleleri zarûriyyat içinde ele almak gerekir.

 

Hâcî / ihtiyaç olan; yokluğu ölümü doğurmayan, ancak bir problem teşkil eden şeydir.

 

Tekmîlî / tamamlayıcı olan ise, varlığı yokluğundan evlâ olandır.”

 

Allah Teâlâ, Hazret-i Âdem’den Hazret-i Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kadar; birçok suhuf, kitap ve peygamber gönderdi. Bu semâvî kitap ve peygamberlerin getirdiği hak dîne İslâm diyoruz. Lâkin tarihî seyir içerisinde insanlar; o dinlere, peygamberleri veya ümmetleri üzerinden, farklı isimler verdiler. Meselâ bu dinler; Yahudilik / Mûsevîlik, Hıristiyanlık gibi isimler almıştır.

 

Tarih boyunca tazelenen bu dinlerin, akîde kısmı aynıdır. Amelî hükümlerinde ise kısmî farklar mevcut olabilir.

 

Hazret-i Muhammed Mustafâsallâllâhu aleyhi ve sellem-’in;
Kur’ân-ı Kerim ile gönderilmesinden sonra ise, zaten büyük ölçüde tahrif olmuş önceki dinler, tamamen nesh edildi.

 

İşte bu mânâda, Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği bütün şerîatların muhafaza etmeyi esas aldığı 5 temel kıymet tespit edilmiştir:

 

Dînin korunması.

 

•Canın korunması.

 

•Neslin korunması.

 

•Aklın korunması.

 

•Malın korunması.

 

Bunlara topluca, zarûrât-i hamse / beş zarûrî esas adı verilmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği veya yasakladığı her husus, bu korunması gereken zarûrî esaslardan birine taalluk eder.

 

•Farz ve vâcip ibâdetlerin îfâsı, İslâmî eğitimin devamı vb. hususlar, dînin muhafazası için zarûrîdir.

 

•Adam öldürmenin yasaklanması ve kasten adam öldürülene kısas ve diğer durumlarda diyet gibi cezaların gerekli olması, canın korunması meselesiyle alâkalıdır. Yine açlık, kıtlık, bir yerde mahsur kalma gibi bir durumda ölümle burun buruna gelen bir kişinin; orada bulunan –dînen haram olan- meyte, şarap vb. bir şeyi ölmeyecek kadar yemesine, içmesine izin verilmesi de bu prensibin neticesidir.

 

Zinânın yasaklanması, nikâhın, nesebin teşviki, tesettürün emredilmesi gibi esaslar; neslin korunması prensibinin neticeleridir.

 

•İçki, uyuşturucu gibi maddelerin yasaklanması, aklı muhafaza prensibinin tabiî sonucudur.

 

•Hırsızlık, gasp, fâiz gibi mâlî suçların yasaklanması ve işleyenlere cezâî müeyyidelerin getirilmesi, isrâfın men edilmesi; malın korunması prensibiyle alâkalıdır.

 

Böylece şer-‘i şerîfin her esası, bu beş zarûrî hususla alâkalandırılır. Bu tasnifin asıl lâzım olduğu yer; bunlar teâruz ettiğinde, karşı karşıya geldiğinde, nasıl bir yol izleneceğine yardımcı olmasıdır.

 

Meselâ; reddettiği takdirde canıyla tehdit edilen bir kişi, bir müslümanın malına zarar verebilir mi? Can, telâfîsi mümkün olan maldan önde tutulacaktır. Meselâ;

 

“–İçinde alkol veya hınzırdan elde edilen bir madde var, denilen bir ilâcı kullanmak câiz midir?” suâline, önce;

 

“–Bu ilâç zarûrî midir? Tedavi edilen husus, hayâtî midir? Bu tedavinin alternatifi yok mudur?” diye sorarak cevap ararız. Dînin muhafazası için; haramlardan uzak durmak gerekir, lâkin hâzık bir hekim; «Bu ilâcı kullanmak zarûrî.» derse, o zaman zarûreten kullanmaya izin verilir.

 

Ama zarûrî değil de, tekmîlî bir ilâç… Meselâ kozmetik bir ürün. O zaman ona fetvâ verilemez. Dîni muhafaza ağır basar. Hâcî de, bu ikisinin arasındadır. Bu tedaviyi almazsa, kişi ölmez ama çok sıkıntı çeker. Buna da zarûrîye yaklaştırarak izin verilebilir.

 

Zarûrî, hâcî ve tekmîlî tasnifini misallerle anlatabiliriz:

 

Bir bina için;

 

Zarûriyyat; kolonlarıdır, tablasıdır. Onlar olmazsa bina olmaz.

 

Hâciyyat; duvarlardır, pencerelerdir. Kaba inşaat bir binada yaşayabilirsiniz. Ama çok sıkıntı yaşarsınız.

 

Tekmîliyyat; sıvasıdır, boyasıdır, perdesidir. Bunların varlığı, yokluğundan evlâdır. Olsa iyi olur. Tahsînî güzelleştiren, tamamlayan unsurlardır.

 

Bir binada boya olmasa, boya hayli eskimiş olsa; ölmezsin, hasta da olmazsın, ama estetik bir kayıp yaşarsın.

 

Burada, zarûretin mecâzen değil, hakikaten hayatta kalmak meselesi olduğunu, zikretmiştik. Meselâ; setr-i avret, bize zarûriyyat gibi gelebilir. Hâlbuki tekmîliyyattandır. Demek ki farz olan bir şey de tekmîlî olabilir.

 

Bazen de sünnet olan bir husus, zarûriyyattan olur. Meselâ ezan, dîni koruma hususunda zarûrî bir noktadadır.

 

Bu tasnif; hayâtîlik, ihtiyaç ve tamamlama bakımından yapılmış bir sınıflandırmadır.

 

Bunun semeresini; tedavi, sünnet gibi meselelerde buluruz: Müslüman olan kişinin sünnet edilmesi, setr-i avreti ihlâl ederek mümkün olur. «Sünnet için farz terk edilmez.» denilerek, sünnetten vazgeçilmez.

 

Hazret-i Ebûbekirradıyallâhu anh-’ın, zekât vermeyenlere harp açması; dîni muhafazayı, muhataplarının canını muhafazadan üstte tutmasıdır. Çünkü buna göz yumulsaydı; en baştan zekât vermek keyfe kalır, dînin bir rüknü terk edilirdi.

 

Bu hususta, devrimizde; zarûret ve ihtiyaç mefhumlarının çok esnetildiğini ve dînimizce mahzurlu olan birçok şeye kapı aralandığını görüyoruz:

 

“Ev zarûret olduğu için; başka yolla da alması mümkün olmadığı zaman kişi, banka kredisi kullanabilir mi?”

 

“Tahsil zarûreti için, kızlarımız kadın-erkek karışık ortamlara girebilir mi? Yasak varsa başını açabilir mi?”

 

Maalesef, müslümanların; dînin emrettiği hususları yaşamak yerine, onlara uygun çözümler geliştirmek yerine, sürekli ruhsat ve esnek fetvâ aradığına şâhit oluyoruz. Bu yaklaşım, zarûret mevzuunun istismârıdır.1

 

Şimdi müellifimizin bu üçlü tasnifi, tasavvufî bir nazarla nasıl ele aldığına bakalım:

 

Kesb edilen her şeyde bu üçlü sistem söz konusudur. Bu sıralamanın; her hususta, her birini bir sonrakinden öncelikli tutmak üzere gözetilmesi vâciptir.

 

Yani;

 

Zarûrî, hâcîye, hâcî tekmîlîye takdim edilmelidir. Önde tutulmalıdır.

 

“İlmin zarûrî olanı, bilinmemesi hâlinde ölümden emin olunmayan hususları öğrenmektir. Kişinin, öğrenmesi farz-ı ayn olan hususları öğrenmesidir.”

 

Meşhur bir hikâye vardır:

 

Mekkelilerden biri, Yemen’de Himyer kabîlesinin olduğu bölgeye gitmiş. Dağın tepesinde halka hâlinde oturuyorlar. Orada kabîlenin reisi gelmiş;

 

ث۪يبُوا

 

demiş, herkes oturmuş. Mekke lehçesinde, bu kelime; «Atlayın!» demek. Fakat Himyer lehçesinde; «Oturun!» demektir.

 

Reis tekrar tekrar; «Sib!» deyince, Mekkeli atmış kendini aşağıya, ayağı kırılmış.

 

Bunun üzerine reis demiş ki:

 

“–Bizim memleketimize girenin, Himyerce öğrenmesi lâzım!”2

 

Yabancı bir ülkeye gittiğinizde, ölmeyecek kadar oranın dilini bilmek lâzımdır. Felsefî konuşma yapmaya yetecek kadar konuşmaya gerek yok belki ama;

 

“–Karnım aç, ölüyorum, su verin.” vesâire, bu kadar kelimeyi bilmek lâzım.

 

İlmin zarûrî, herkesin bilmesi gereken kısmı ilm-i hâldir. Bir insan; «Ben namaz kılmam gerektiğini bilmiyordum.» dese, mazeret teşkil eder mi? Etmez. Onu öğrenmesi zarûrîdir. Buradaki helâki, uhrevî helâk veya ölüm cezalarındaki helâk olarak anlayabiliriz.

 

“İlmin; hâcî / ihtiyaç seviyesi, yokluğu sahibinde bir nakîsa / noksanlık doğurandır. Bunları bilmek de farz-ı kifâyedir.”

 

Herkes ilm-i hâlini bilecek, ama belirli ilim dallarında ihtisas yapanların mevcudiyeti de İslâm toplumuna farz-ı kifâyedir. Toplumda matematik, tıp, eczacılık vs. ne kadar lâzımsa, o kadarını yetiştirmek bir ihtiyaçtır. Ama herkesin bilmesini şart koşmayız. Çünkü zarûrî değildir.

 

“İlmin tekmîlî seviyesi, mevcudiyeti fazîlette artış sayılan hususların bilinmesidir. Mantık, fesâhat, şiir ve benzeri ilimler böyledir.”

 

Varlığı kişinin fazîletine ilâve olan ilimler, tekmîlîdir. Hükmü ne farz-ı ayndır, ne de farz-ı kifâyedir.

 

İbâdetlere bu tasnifi uygularsak;

 

“Farz / vâcip ibâdetler, zarûrîdir.

 

Sünnet ibâdetler, hâcîdir.

 

Mendup (müstehap) ibâdetler tekmîlîdir.

 

Her birinin kendi içinde dereceleri vardır. Anlayasın!”

 

Burada sünneti, kendi içinde tasnif etmek lâzımdır. Cemaate devam, sabah namazının sünneti gibi müekked sünnetler, hâcîdir. Pazartesi, Perşembe oruç tutmak ise, tekmîlîdir. Revâtib sünnetleri yani farz namazların öncesinde ve sonrasında kıldığımız sünnetleri, Hanefîler, hâcî seviyesinde görürler. Terkini doğru bulmazlar.

 

Bazı sünnetleri îfâ etmemek sadece tekmîlî bir vazifeyi yapmamak olarak değerlendirilebilir. Bir itab, bir azarlanma doğurmaz. Ama sakalı, meşrû bir mazeret olmadan kazıtmak; «Asla evlenmeyeceğim!» diye karar almak gibi bazı davranışlar, mutlak sünneti terk gibi görünür ve de itâba sebebiyet verir.

 

Müteâkip kaide de; bilinmesi zarûrî olanı, yani ilm-i hâli şerh eden bir maddedir:

 

ÖNCE İLİM

 

Yetmiş Dokuzuncu Kaide:

 

“Bir kimsenin; herhangi bir işe başlamadan önce, Allâh’ın o işteki hükmünü bilmesi gerekir.”

 

Allâh’ın hükmünü bilmeden, bir işe başlaması câiz olmaz.

 

İmâmŞâfiî, bu hususta icmâ olduğunu söyler.”

 

Yani bir adım atacaksın, o adım atmayla ilgili Allâh’ın hükmünü bilmen gerekiyor. Bir sanat icrâ edeceksin, bir iş yapacaksın, ef‘âl-i mükellefîni bileceksin. Orada fiilin, Allâh’ın iradesine nasıl konu olduğunu bilmemiz gerekiyor.

 

“Zira Peygamber Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem– buyurmuştur:

 

«İlim, amelin imamıdır. Amel ona tâbî olur.»3

 

Yani önce ilim gelmeli, amel arkasından gitmelidir. «Önce yapayım sonra öğreneyim» değil. Herkesin ilm-i hâlini bilmesinin farz olduğuna dair şu hadîs-i şerîfi de zikretmeliyiz:

 

“İlmi talep etmek, her müslümana farzdır.”4

 

İlmin farziyeti, emrin muktezâsından delâleten anlaşılır. Devletler; bir vergi, yasak vs. çıkardıklarında Resmî Gazete’de neşreder ve onu herkesin bir şekilde öğrenmesi gerektiğini kabul ederler. Bilmemek mazeret teşkil etmez. Araba kullananların, trafikle alâkalı kanunları biliyor olduğu kabul edilir. Bilmeseler de meselâ, bir kanunu çiğnediklerinde cezalandırılırlar.

 

“Herkesin ilm-i hâlini bilmesi lâzımdır. Kudreti kadarıyla, icmâlî / özet bir sûrette, kişiyi hükmün aslına câhil kalmaktan kurtaracak kadar bilmesi gerekir.”

 

Yani namaz kılmanın farz olduğunu bilmesi lâzım. Farzın ne olduğunu çok detaylı bilmese de olur.

 

“Henüz vâkî olmamış, karşı karşıya kalınmamış ilmî meseleleri teker teker araştırması ve onlara taalluk edecek hususları öğrenmesi, bilmesi lâzım değildir.”

 

Yani kişi, karşılaşınca, başına gelince onları da öğrenmekle mükellef olur. Meselâ hayvancılıkla meşgul olmayan bir kişi; koyunun, sığırın zekâtını teferruatıyla bilmemekte mazurdur. Ama ne zamanki o işe girişir, o zaman onu öğrenmesi farz olur.

 

“Bunların dışındakileri bilmek farz-ı kifâye cümlesindendir. Bunları, yerine getirecek kişiler üstlenir. Yeryüzünde, bu vazifeyi, Allah için hüccetiyle yerine getirecek kişiler eksik olmaz. Bundan dolayı (öğrenmek isteyene) talep edememe mazereti yoktur. Böylece anlayasın!”

 

Yani; «Ben öğrenmek istiyorum, ama sorabileceğim, öğrenebileceğim kimse yok!» diye bir mazerete yer yoktur. Çünkü âlimler hep olacaktır. Böylece kişiler; başlarına gelen ve karşı karşıya kaldıkları hususları, istikametli hocalara, müftîlere soracaklardır.

 

Hanefîler; farazî fıkıh ile de meşgul olmuş, henüz vâkî olup da hocalara sorulmamış meseleleri de; «Şayet gerçekleşse cevabı ne olurdu?» diyerek cevaplama yoluna gitmişlerdir. Diğer mezhepler ise, vâkî olmadıkça bunları cevaplandırmayı tercih etmemişlerdir. Kişi; böyle bir meseleyle karşılaşınca, ehlini bulmalı sorup öğrenmelidir.5

 

Bugün; yıllar süren ilk, orta ve yüksek eğitimde, bu zarûrî ve hâcî ilimler ne kadar tahsil edilebiliyor? Ne acı ki, bu ilimler; sadece yaz kurslarında, toplumun ancak az bir kesiminin gidebildiği Kur’ân kursu ve medreselerde okutuluyor. Bu da meselenin güncel ve sosyal boyutu…

 

Rabbimiz gerçek ilme tâlip eylesin. Bildiklerimizle amel etmeyi, böylece bilmediklerimizi de öğrenmeye nâil olmayı lütuf buyursun. Âmîn

 

____________________________

 

1 Bu hususta fıkhî açıdan kaleme aldığımız bir makalemiz: www.yuzaki.com/2020/11/zaruret-nedir-ne-degildir/

 

2 İbnü’s-Sikkît, Islāhu’l-Mantık, 123; Asmaî’ye nisbetle anlatır.

 

3 Ebû Nuaym, Hilye, I, 238.

 

4 İbn-i Mâce, Mukaddime, 17.

 

5 Metinde geçen nevâzil; «Mezhep imamlarından sonra ortaya çıkmış fıkhî meseleler için kullanılan bir terim»dir. Bkz. Eyyüp Said KAYA, «Nevâzil», TDVİA, XXXIII, 34-35.