DİVLEK TOHUMU -2-

Harun ÖĞMÜŞ

 

Bu arada seferberliğin sona erdiği söyleniyordu, ama halk ve özellikle çocuklar tarafından bilinen bütün mânâları, hükmünü olanca gücüyle yürütüyordu. Buna ek olarak başka kötü söylentiler de kulaktan kulağa yayılıyordu. Askerimizin çoğu cephede kırılmış, harpte yenilmiştik. Gâvur; hududu geçmiş, memleketin her tarafını tutmuştu. Şehre bile biraz İtalyan gâvurunun geldiği söyleniyordu. Nitekim bir gün köye de bunlardan bir grup asker geldi. Mehmet, Vasil ve mahalleden diğer bazı çocuklarla birlikte köy meydanına gidip, kahvenin önünde oturan bu askerleri gördüler. Mehmet gözleriyle tek tek saydı: 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7. Evet, bunlar işte tam yedi tane İtalyan gâvuruydu. Ancak bunlar o günden sonra bir daha görünmedi. Şehirde de çok durmadıkları söylendi. Fakat onların yerine Yunan’ın İzmir’e çıktığı ve oradan hareketle iç taraflara doğru bütün memleketi ele geçirmeye giriştiği haberi yayıldı. Büyüklere göre bu daha tehlikeli bir hâdise idi.

 

O zaman Yuhannes Emmi gibi yerli gayr-i müslimler de kimilerince kuşkulu görülür oldu. Hâlbuki Vasil; diğer çocuklarla birlikte kahvenin önündeki İtalyan gâvurlarını sayarken, Mehmet’le diğer arkadaşlarından biriydi. Ancak nedense Yunan’ın memlekete girdiği şâyiaları yayılırken durum farklılaşıvermiş, Vasil ve ailesi gibi Rum vatandaşlara farklı gözle bakılır olmuştu. Zaten seferberlik boyunca; çoğunun askerlik bedelini ödeyip cepheye gitmemesi, içten içe bir kızgınlığa sebep oluyordu. Şimdi buna bir de Yunan’la ilgili şâyiaların eklenmesi, işin tuzu-biberi olmuştu.

 

Bununla birlikte, halkın ekseriyetinin onlara bakışında bir farklılık yoktu. Seferberlikten beri ağırlaşan iktisâdî şartlar sebebiyle; insanların alım gücü azaldığından, işleri biraz geriye gitse de, Yuhannes Efendi dükkânını önceden olduğu gibi açıyor, toplum içinde bütün insanlarla muâmelesini yine normal bir şekilde devam ettiriyordu. Ona ve onun gibi gayr-i müslim vatandaşlara yönelik, açık bir düşmanlık mevzubahis değildi.

 

Bu arada Mehmet; yaşı geldiği için, evlerine çok yakın olan caminin önündeki mektebe gitti. Vasil ise diğer hıristiyan çocuklarıyla birlikte, kilisenin papazına devam ediyordu. Çıkışta yine mahallede buluşuyorlar, akşama kadar birlikte oynuyorlardı.

 

Bu arada İstanbul’da gâvur elinde esir kalan padişahı kurtarmak ve memlekete musallat olan Yunan’ı durdurmak için harp yeniden başlamıştı. Bunun için yetişkin müslüman erkekler yeniden toplandı. Özellikle seferberlikte yaşı müsait olmayıp yeni palazlanmakta olan delikanlılar, silâh altına alınmak üzere götürüldü. Yine adı konulmamış bir seferberlik olmuştu yani. Tabiî Mehmet’in büyük abisi de götürülenler arasındaydı.

 

Mehmet çok zeki değilse de vasat bir çocuktu. Uzun olmayan bir zaman içinde Kur’ân-ı Kerim okumayı ve namaz sûrelerini belleyip okuma-yazmayı sökerek dört işlemi ve daha başka birtakım faydalı bilgileri öğrendi. O; üç sınıftan oluşan ilk mektebin son sınıfındayken, Yunan denize dökülüp sulh olmuş, ağabeyi de terhis edilip askerden dönmüştü. Babalarından sonra ağabeylerinin de dönmeyeceğinden endişe eden aile, bu haberle çok bahtiyar olmuştu. Mehmet; sadece sevinçli değil, aynı zamanda çok da gururluydu. Artık harp gazisi bir ağabeyi vardı. Köy içinde göğsünü kabartarak yürüyordu. Aslında köyde yetişkin erkeği askere gidip geri dönen her ev benzer bir duygu yaşıyordu. Gönderdiği geri dönmeyenler de biraz buruk olsa da aynı iftihar duygusu ile doluydu. Aslında hemen her müslüman aile; ya büyük harpte veya sonrasında şehid veya gazi verdiği için, bu duyguyu az ya da çok paylaşıyordu. Hattâ bu, Yuhannes Efendi gibi gayr-ı müslim vatandaşlar için bile geçerliydi. Her ne kadar Rumlar Yunanlılarla özdeşleştirildiği için; Yunan patırtısı sırasında, bazı kimseler bunlara biraz kuşkuyla baksa da Yunan yenildikten sonra, böyle bir bakış yersiz hâle gelmişti. Nihayetinde bu insanların yurdu burasıydı. Yunan ordusunu da Anadolu’ya bunlar çağırmış değildi. O süre içinde de bazı yerlerde olduğu gibi, herhangi bir taşkınlık veya şımarıklık sergilemiş değillerdi.

 

Kaldı ki, Konya ve Karaman yöresinin Rumlarının aslen Türk olup, sadece dînen hıristiyan olduklarını söyleyenler de vardı.

 

Dolayısıyla iyi ilişkilerin bozulması ve onların dışlanması için hiçbir sebep yoktu. Öyle de oldu. Hayat yine tabiî akışında devam etti. Yine Yuhannes Efendi dükkânını işletti. Artık 10 yaşını doldurmuş olan oğlu Vasil, onun yanında yamaklık etmeye başladı. Yine Osman Ağa’nın cepheden dönen oğlu Ahmet, kardeşleriyle birlikte çiftinin çubuğunun başına döndü.

 

Ne var ki; tam her şey biraz düzene girdi denilirken, harbin üzerinden daha bir yıl bile geçmeden, garip bir haber yayıldı. Yunan’la yapılan sulhün îcâbı olarak, gayr-ı müslimlerin memleketi terk edecekleri, onların yerine, oradaki müslüman ahâlînin buraya geleceği söyleniyordu.

 

Baştan, bu olmayacak bir iş gibi göründü. Öyle ya nasıl olacaktı ki? Buradaki insanların da oradakilerin de evi-yurdu, tarlası-tapanı, işi-gücü, alıştığı bir hayatı vardı. Burada yaşayan, evini-barkını, tarlasını-tapanını, dükkânını-mülkünü bırakıp oraya; oradaki bırakıp buraya nasıl gelecekti?

 

Taşınabilir mallar götürülebilirdi, ancak; ev, arsa, tarla gibi gayr-i menkuller arasında denklik nasıl sağlanacaktı?

 

Diyelim ki, hadi bu da sağlandı? İşin bir de mânevî yönü vardı. Bu insanların her birinin yaşamakta olduğu yer, atadan-dededen kalma yurduydu. Her biri atasının-dedesinin gömülü olduğu yerin havasını soluyor, orada alıştığı bir hayat yaşıyordu.

 

Bütün bunlar her iki taraf için de mevzubahisti. Hâl böyle iken; söylendiği gibi bir değişim, olacak iş değildi. Herhalde bu asılsız bir haber olacaktı.

 

Ne var ki, çok geçmeden köye bir kısım hükûmet memuru gelerek; gayr-ı müslim vatandaşların ekseriyetle ne işle meşgul olduklarını, nasıl bir hayat yaşadıklarını, gelirlerinin ne olduğunu soruşturup kaydetmeye başladı. Böylelikle hem bunların alıştıkları iklim ve hayat şartlarını tespit edip Yunanistan’da yerleştirilmeleri uygun olacak yerleri kaydediyorlar, hem de oradan gelecek insanlar içinden buraya yerleştirilmeleri uygun olacak insanlara yer bulmuş oluyorlardı. Ayrıca buradaki insanların iş ve meslek hayatlarıyla gelir seviyelerini belirlemek sûretiyle, oradan gelecek aynı meslekleri icrâ eden benzer gelir seviyesindeki insanları buraya yerleştirmeyi hedefliyorlardı.

 

Güya buradaki bir çiftçi; orada benzer ziraî faaliyette bulunan bir çiftçinin yerine, oradaki de buraya yerleştirilecekti.

 

Esnaf ve sanaatkârlar hakkında da benzer bir yol takip edilecekti.

 

Memurların bu çalışmalarıyla işin ciddiyeti hemen anlaşılıverdi. Gâvur elinden kurtarmak üzere savaştığı padişahı, düşman işbirlikçisi bir hâin olarak sunup, cumhuriyet ilân eden yeni hükûmet; haçlı savaşlarından beri memleketin dâhiline uzanan her harpte gayr-i müslimlerin ihânet edivereceği ihtimalinin meydana getirdiği şüpheyi kökünden söküp atmakta kararlı görünüyordu. Esasen iki yüz yıldır Rumeli’de yaşanan harpler ve elden çıkan ülkeler, hep teksif yoluyla mütecânis bir nüfus oluşturma düşüncesini akla getiriyordu. Getirmekle de kalmayıp, bunun dillendirilmesine de yol açıyordu. Aslında büyük harpteki Ermeni tehciri de bu düşünceden ayrı değerlendirilemezdi. İşte bu hayal şimdi gerçekleştiriliyor, daha doğrusu -Ermeni tehciri de dikkate alınırsa- tamama erdiriliyordu. Bunun için sulh esnasında Yunan buna iknâ edilmiş veya onlar da artık iki toplumun bir arada yaşayamayacağı noktasına gelerek, buna kendileri teşne olmuştu. (Devam edecek.)