ARAPLAŞMAK MI?

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

 

 

Şeyyad Hamza’dan bir beyitle başlayalım:

 

Bu on sekiz bin âlemin, dîv ü perînin âdemin,

Cümle Arab’ın Acem’in dîni îmânı Mustafâ!..

 

“Bu on sekiz bin âlemin, cinler ve insanların, Arapların ve geri kalan herkesin, hepsinin inancını risâletiyle getiren O Muhammed Mustafâsallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir.”

 

On dördüncü asır Anadolu’sunda bir müslüman Türk’ün, Peygamberimiz’e ve O’nun getirdiği Dîn-i Mübîn-i İslâm’a bakışı budur.

 

Asırlar geçtikçe bize çeşitli fitneler üflediler. İdeolojiler, dünya görüşleri, temelsiz birtakım teorilerle karıştıkça din hususunda yan çizmek için bahane arayanlara garip bir malzeme daha çıktı:

 

Neden biz Türkler; Müslümanlığı, Araplaşmak olarak yaşıyormuşuz!.. Niye Arapça ibâdet ediyormuşuz? Niye tesettür adı altında Arap kıyafetleri bize dayatılıyormuş vs.

 

Evvelâ bu kişilerin; Türklük, Türk kültürü derken neyi esas aldıklarıyla başlayalım.

 

Yahya Kemal gibi şahsiyetler, bizim memleketin tarihini Malazgirt’le başlatırlar. İslâm dâvâsının bayraktarı olan mücâhid Türkler; ilk İslâmî bilgilerini Farsça konuşan topluluklardan aldıkları için, bizim namaz, abdest, oruç gibi birçok kelimemiz Farsçadan gelmiştir. Arapça müslim kelimesini bile müslimân / müslüman şeklinde almamız örneğinde olduğu gibi, Arapça kelimeleri de Farsça bir telâffuz ve şekillendirmeden sonra kabullenmişizdir.

 

Yani aslında suçlama pekâlâ Farslaşma olarak da adlandırılabilirdi! Bunu diline dolayanlar da var. Hâlbuki bunlar son derecede tabiî bir şekilde gerçekleşmişti.

 

Bir kere Fransız İhtilâli öncesinde; millet mefhumuna, sonrasında olduğu gibi bakılmıyordu.

 

Bizim İslâm’a girerken millî kültürümüzden vazgeçtiğimizi iddia edenler ise, Türklük derken daha geriye gidiyorlar. Hayalî bir âleme… Ön Türkler gibi hayal mahsûlü anlayışlarla; Sümer, Hitit, Eti gibi arkeolojik milletlere…

 

Bir gün Behçet Kemal; bir gazelinden dolayı Yahya Kemal’e;

 

“–TBMM’de bir Osmanlı mebusu!” diye çattı. Yahya Kemal de şu cevabı verdi:

 

“–Bana Osmanlı mebusu demişsin. Hayatımda uğradığım iftiraların en insaflısı! Gel, sen Sümer ve Eti Behçet ol; ben Selçuk ve Osmanlı Yahya Kemal!..”

 

Dolayısıyla, her insanın damarlarında dolaşan en tabiî kavmiyet duygusunu kaşıyarak sizi kandırmalarına izin vermeyin. Türkler; tarih boyunca Budist oldu, yahudi oldu, hıristiyan oldu, ortodoksluk hatırına kendini Slâvlaştıran Türkler bile oldu. Demek ki girdiğimiz kaba dönüşmek tarzında, suya benzer bir tabiatımız var.

 

Öyleyse bizler Hak din İslâm’ı bulmuş ve orada kalmışsak ne mutlu bize!..

 

Cenâb-ı Hakk’ın âhirzaman Peygamberi’ni Arap milletinden seçmesinde, son kitâbını da Arap lisânıyla indirmeyi takdir buyurmuş olmasında; haset edeceğimiz, rahatsız olacağımız bir şey yoktur.

 

Çünkü;

 

İslâm Âlemşümuldür.

 

Universal kelimesine benzetilerek uydurulan evrensel kelimesine; «cihanşümul, âlemşümul» gibi alternatiflerimiz var. Mânâsı; bir hakikatin mahallî ve tarihî olmadığı, belirli bir bölgeye ve tarihe mahsus kalmadığı, cihanın her yerinde ve her zaman geçerli olduğudur.

 

İslâm, mîlâdî yedinci asrın Arabistan’ına mahsus bir şerîat değildir. O, kıyâmete kadar bütün dünyada yegâne hak dindir.

 

Araplaşma iddiasına getirebilecekleri en ciddî delil, ibâdetin dilinin Arapça olmasıdır. Hâlbuki bu da âlemşümullüğün bir gereğidir. Medine’de, Cakarta’da, Abidjan’da, İstanbul’da, Semerkant’ta, Newyork’ta, dünyanın her yerinde kılınan namaz aynı olmalıdır. Bu mânâda ibâdetin dilinin Arapça değil Rabca olduğunu söylemek daha doğru olur. Namazdan sonra her milletten insan ellerini açar, kendi lisânında istediği gibi duâ edebilir.

 

Cinân u arz u semâ Muhammed-i Arabî!

Senünçün oldu bina Muhammed-i Arabî!

 

Dîvan şairi Şeref Hanım meâlen şöyle diyor:

 

“Cennetler, yer ve gökler Sen’in için inşâ edilmiştir, ey Muhammed-i Arabî!”

 

Dînin âlemşümul olmasının ince hakikatleri vardır. Meselâ namaz vakitleri için; Arabistan’a mahsus bir coğrafî işaret belirlenmiş olsaydı, başka yerde tatbiki imkânsız olurdu. İbâdetler için seçilen takvim işaretleri, dünyanın her yerinden görülen ay ve güneştir.

 

Kuzey ve güney yarım kürenin, ekvatora uzaklaşan noktalarında; gündüz ve gecelerin yaz ve kış mevsimlerinde uzayıp kısaldığını biliyoruz. Ay takviminin esas alınmasıyla, oruç ve hac ibâdetinin 33 senede dört mevsimi gezmesi sağlanmıştır.

 

Tesettürü tefekkür edelim. Hacca, umreye gidince görürsünüz ki, ümmet-i Muhammed farklı farklı giyinir. Ama tesettür emrini yerine getirir. İklimlerine, vücut ve sıhhat yapılarına, bulabildikleri malzemeye göre farklı kumaşlar, kültürlerine göre farklı renkler… Dînin cihanşümul olması budur.

 

Böyle bir din nasıl Araplaştırmakla suçlanabilir?

 

Araplara, İslâm’dan önce uzunca bir süre peygamber gelmemişti. Onlara bazı emirler tebliğ edilirken; “Sizden öncekilere de emredildiği gibi” ifadesi geçer. Yani Araplar da İslâm ile Allâh’ın önceki tatbikatlarına muhatap oldular. Oruç, kurban, kıble gibi hakikatler önceki dinlerde de vardı.

 

Biraz da mantık!..

 

Suyun pek az ve kıymetli olduğu çöllerin ortasındaki bir beldeye indi İslâm… Lâkin gusül ve abdest gibi iki emir çıktı oradan. Bu Arap kültürü olabilir mi gerçekten?

 

Ya böyle sıcak bir iklimde; fecirden guruba kadar susuz kalmak şeklindeki bir ibâdet, Araplık olarak yaftalanabilir mi?

 

Yine böyle bir sıcakta tepeden tırnağa örtünmek, Arab’ın kültürü diye etiketlenebilir mi?

 

Zihnimize empoze edilmiş şeyler var. Meselâ; namazdaki secde ve rükû hareketleri, sanki Araplara mahsus bir davranış gibi zihinlerimize yerleştirilmiş. Hâlbuki; mevcut İncil’de bile, «Hazret-i İsa’nın secde ettiği» yer alıyor. Eğilmek ve yere kapanmak, dünyanın her yerinde tâzim mânâsına gelir. Aslında insanlar dinlerini bozdular, bu güzellikleri kaybettiler. Dolayısıyla sadece İslâm’da kaldı.

 

Biraz da tersinden düşünelim:

 

İslâm, asla Arap örfünün dünyaya yayılması gibi bir şey değildir.

 

Ama ne yazık ki; câhiliyye Arab’ının birçok yanlışının, bugün âhirzaman câhiliyyesinde, bütün dünyada hortladığını görüyoruz.

 

Meselâ müşrik Arap, kız çocuklarını diri diri gömerdi… Modern câhilî, kürtaj ile evlâtlarını öldürüyor.

 

Arabistan’ın bazı bölgelerinde, evlât büyütmek yerine köpek beslemeyi tercih eden Arap kabîlelerinin varlığı bildiriliyor. Zamanımız malûm…

 

Câhiliyye Arab’ı; evlât edinmeye, evlâdı soyuna ekleyip nesebi tağyîr etmeye bayılırdı. Batıda, bunun ne kadar meşhur olduğu ve cinsî sapkınlıkları da ayakta tutmaya hizmet ettirildiği biliniyor.

 

Müşrik Arap; gösteriş için cömertlik sergiler, nâmı yürüsün isterdi. Günümüzdeki, bazı sosyal medya fenomenlerini hatırlatmıyor mu?

 

Müşrik Arap; sol eliyle yer, elbisesini kibirle yerlerde sürür, su gibi şarap içerdi. Meyte yani kendi kendine ölmüş hayvanı helâl sayardı. Günümüzde sun‘î et çalışmalarının en çok meyte yasağıyla çeliştiği söyleniyor. İçkinin modern dünyanın nasıl bir putu olduğu herkesçe bilinen bir husus.

 

Tefecilik câhiliyye Arab’ının mühim bir geliriydi. Günümüz rantiyecileri gibi.

 

Câhiliyye Arab’ının müt‘a ve benzeri, türlü türlü uydurma nikâhları vardı. Günümüzün flört, nikâhsız beraberlik vb. hastalıkları gibi…

 

Câhiliyye Arab’ı, zulümde ittifak eder, haklı-haksız demeden yandaşını desteklerdi. Günümüzde İsrail zulmüne yurt içinde ve dışında destek olanların ortak özellikleri İslâm düşmanı olmaları.

 

Demek ki mesele Araplık filân değil.

 

İslâm’a Araplaşmak diye sataşanların, Dubai ile bir derdi var mı? Mevzu başka… Düşmanlık Medine’yle…

 

Dede Ömer Rûşenî:

 

Türk ü Kürd ü Acem ü Hind’i bilir bunu ki Sen,

Hâşimî’sin, Arabî’sin, Medenî’sin, Kureşî!..

 

Medenî, Medineli demektir. Bizim medeniyetimiz, Medîne-i Münevvere’den neş’et etmiştir.

 

Bugün Arap kültürü diye aşağılanmaya kalkılan hususlar, Peygamber Efendimiz’in sünnet-i seniyyesidir. Peygamberimiz; Arap olduğu için değil, huluk-iazîm sahibi olduğu için, vahiyle müeyyed olduğu için, insanlığa üsve-i hasene olduğu için, en güzel tercihlerde bulundu, bize en faydalı tavsiyeleri verdi.

 

Müslümanın sünnete uygun sakalına «çember sakal» diye sataşanlar; ne dün patriğin, ortodoksun sakalına, ne bugün moda olunca hipster sakalına hiçbir şey demediler. Tıpkı ittihatçıların Wilhelm bıyığına, Stalincilerin pos bıyığına bir şey demedikleri gibi. O zaman; “Niye Alman taklitçisi oluyoruz, niye Rus hayranı oluyoruz?” demediler. Yine modaların; evlâtlarımızı maymun gibi İngiliz, Amerikan kılıklarına sokup çıkarmasına da hiç itiraz etmediler. İspanyol paçası, Amerikan façası, Hırvat kravatı, Hint yogası hiç rahatsız etmedi onları… Sadece bütün bunlara karşı direnip, en sade bir şekilde sünnet-i seniyyede ısrar edenlerden rahatsız oldular.

 

Bugün Hicaz ziyaretlerimizde görüyoruz ki, artık Araplar sarık sarmıyor. Sarık saranlar, her beldeden sünneti yaşatmak isteyenler. Yine Arapların pek çoğunda sünnete tam muvâfık bir sakal yok. Yani yine mesele Araplık değil.

 

Hele bizler, iki asırdır, kültürüne sürekli, hem de tepeden inme yabancılaştırma müdahaleleri yapılmış bir milletiz. Pantolon diye ıslahat, şapka diye inkılâba maruz kalmış bir millette, yerli ve millî kıyafet nedir bilen var mı?

 

Birkaç ay önce, İstanbul’da bir Suriyeli düğününe davetliydim. Halepli düğün sahipleri, kılıç-kalkan ekibi tarzı bir grup da tutmuşlar. Bazı misafirler de çocuklarına özel kıyafetler giydirmişlerdi. Onlara baktığımda, TRT’de çocukken seyrettiğimiz folklor / halk oyunlarındaki kıyafetleri veya Kırkpınar’daki cazgırların gelenekli kisvelerini görmüş gibi oldum. Halep zaten ne kadar uzak ve farklı olabilirdi ki bizden?..

 

Son yıllarda, lise hattâ ortaokul mezuniyet programlarında; evlâtların kıyafetlerinin tamamen batı güdümündeki çirkinliğinden ve müstehcenliğinden şikâyet etmiyor muyduk?

 

Neyse şiirle başladık şiirle ve salât ü selâm ile bitirelim:

 

Mihr-i sipihr-i kerem, sırrArab hem Acem,

Hâfız-ı Levh ü Kalem, salli ve sellim aleyh!..

 

Rûhî-i Bağdâdî şöyle diyor:

 

“Cömertlik semâsının güneşi, hem Arab’ın hem dünyanın geri kalanının sırrı, kaderi temsil eden Levh-i Mahfuz ve Kalem’in koruyucusu O –sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir.

 

O’na salât ve selâm olsun!”