İnsanlığın Beklediği Huzur İçin; ASR-I SAÂDET İLHÂMI

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

 

 

Dünya bir imtihan sahnesi olarak yaratılmış (bkz. el-Mülk, 2); insanın ahdine vefâsı nisbetindeki sâlih kulluk tezâhürlerine göre, bu imtihanı tamamlaması takdir buyurulmuştur. Dünya, âhiretin tarlası mesâbesinde olup; nasıl ekilip biçilmişse, mahsûlü de âhirette ona göre değerlendirilecektir. Fransız edip La Fontaine bir masalında; bütün yaz çalışan karınca ile, yaz mevsimini öterek geçiren ağustos böceğini konuşturur. Kışa girilirken; ağustos böceği, ambarları yiyecek dolu karıncaya gelerek yiyecek ister. Karınca; ona, bütün yaz ne yaptığını sorunca, o; «saz çaldığını» söyler. Bunun üzerine karınca şu ibretlik cevabı verir:

 

“–Madem, yazı saz çalarak geçirdin, şimdi oyna bakalım biraz.”

 

Dünya tarlasını usûlüne uygun olarak işlemeyen ve diken basan kişi ile alâkalı olarak Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

 

“Suçlular, Rablerinin huzûrunda boyunlarını büküp;

 

«–Rabbimiz! (Gerçeği) gördük ve işittik. Artık şimdi bizi (dünyaya) döndür ki, sâlih amel işleyelim. Biz, artık kesin olarak inanmaktayız.» dedikleri vakit, (onları) bir görsen!” (es-Secde, 12) Ancak, bahis mevzuu masaldaki ağustos böceğinin, tekrar yaz mevsimine dönse bile saz çalmaktan vazgeçmeyeceği misali; Kur’ân-ı Kerim’de bunların bu elem verici vaziyetleri hakkında;

 

“Hayır! Daha önce gizlemekte oldukları şeyler apaçık önlerine çıktı. Geri gönderilseler bile, yine kendilerine yasaklanan şeylere döneceklerdir. Zira, onlar gerçekten yalancıdırlar.” (elEn‘âm, 28) buyurulur.

 

Devamlı olarak nefsinin tahrikine mâruz kalan insan; her an aldanma ihtimali ile karşı karşıya olup, doğru yoldan sapma tehlikesi altındadır. Nitekim, ilk Peygamber Hazret-i Âdem –aleyhisselâm-’ın evlâtlarından Kābil, hasedi sebebiyle kardeşi Hâbil’i öldürerek bâtıl çığırının temsilcisi olmuştu.

 

“Biz; bir peygamber göndermedikçe, kimseye azâp edecek değiliz.” (elİsrâ, 15) buyuran Allah Teâlâ; sonsuz rahmetiyle sonsuz ihsanlarına ilâveten, dünya imtihanını kazanmaları için, onlara doğru yolu tâlim edecek ilâhî rehberler lutfetmiştir. Bu sayının, yüz yirmi dört bin küsur olduğu rivâyet edilmektedir.

 

Son ilâhî rehber olarak; koyu bir câhiliyye karanlığına gömülen insanlığı tekrar hakikat nûruna kavuşturmak vazifesi ile, Âlemlere Rahmet, Hâtemü’l-Enbiyâ Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz seçilmiştir.

 

İstiklâl şairimiz Mehmed Âkif ERSOY o zamanki içtimâî şartları şöyle tasvir eder:

 

Bir kerre de, mâmûre-i dünyâ, o zamanlar,

Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.

 

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;

Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi.

 

Bu cemiyette, içlerinde bulunan Hazret-i İbrahim –aleyhisselâmın yolundaki pek az Hanif dîni mensupları dışında, insânî değerlerden mahrum, güçlünün haklı, zayıfların haksız olduğu kabul edilen, insanın en değerli vasıflarından insaf ve merhametin unutulduğu bir hayat yaşanıyordu. Bu vaziyeti, Habeşistan’a sığınan bir kısım müslümanların reisi Câfer-i Tayyar –radıyallâhu anh– Hazretleri şöyle tasvir ediyor:

 

“Ey Emir! Biz câhil bir kavim idik. Taştan, ağaçtan yapılmış putlara ilâh diye ta­pardık. Ölü hayvanların etlerini yer, kız çocuklarını diri diri gömerdik. Kumar oynar, fâ­izcilik (tefecilik) yapardık. Zinâyı ve bir kadının birkaç erkekle münasebetteki iffetsizliğini hoş görürdük. Akrabamıza karşı vazifelerimizi bilmezdik. Komşularımızın haklarını tanı­mazdık. Güçlüler zayıfları ezer; zenginler fakirlerin sırtından kazanırdı. Aramızda; hak nedir, bilinmezdi. Allah Teâlâ bizlere merhamet etti ve bizim ıslahımızı diledi de, içimizden bir Peygamber gön­derdi. Kendisini; «el-Emîn» diye isimlendirmiştik. O, bizi Allâh’ın birliğine çağırdı. O’na ibâdet etmeyi öğretti. Dedelerimizin putla­rından kurtardı. Bütün ahlâksızlıklardan uzaklaştırdı…”

 

Dünyamız; şanlı medeniyetimizin hükümfermâ olduğu devirlerden sonra, günümüzde tekrar koyu bir câhiliyye karanlığına gömülmüştür. Üstelik ilim ve teknoloji fevkalâde geliştiği, insanlığın daha rahat ve huzurlu bir hayat yaşaması mümkün hâle gelmesine rağmen; gidişâta hâkim sömürgeci devletlerin bencil ihtirasları neticesinde insanı yücelten bütün fazîletler unutulup, onun yerine kin, nefret, kibir, haset, eşkıyâlık gibi azgınlıkların ikāmesiyle, dünya zâlimlerin eline kalmıştır.

 

Bunun en yakın misali de yanı başımızda Filistin’de cereyan ediyor. Hiçbir milletlerarası hukuk kaidesini tanımayan; kendilerini insanlığın efendisi olarak gören bir avuç sapık ruhlu cânîler çetesi, iki senedir kuşatma altında tuttuğu Filistin halkının topraklarını gasbetmeye çalışıyor. Onları; taş taş üstünde bırakmadığı kendi öz vatanlarında, bir lokma ekmeğe, bir yudum suya muhtaç ederek, bombalayarak, kurşunlayarak topyekûn katlediyor. Meselenin en vahim tarafı da; bütün sömürgeci devletler ve peşindekiler de, bu paranoyak çeteyi kayıtsız-şartsız destekleyip, tarihte, belki de fecaatte benzeri görülmemiş bu zulme ortak oluyorlar. Her ne kadar vicdanlı insanlar, bu zulme; «Dur!» diyebilmek için bir cephe kurmaya çalışsalar da; güya, demokratik görünüşlü idarelerin umurlarında bile olmuyor. İnsanlığın gidişâtı ile alâkalı olarak Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

 

“Asra yemin ederim ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak îmân edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnâdır.” (elAsr, 1-3)

 

Merhum Mehmed Âkif ERSOY; âlemlere rahmet, Fahr-i Kâinat –sallâllâhu aleyhi ve sellemEfendimiz’le, insanlığın kavuştuğu rahmet iklimini şöyle ifade ediyor:

 

Dünyâ neye sâhipse, O’nun vergisidir hep;

Medyûn ona cem‘iyyeti, medyûn O’na ferdi.

Medyundur O Mâsûm’a bütün bir beşeriyyet;

Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret!

 

«Modern câhiliyye» karanlığına gömülmüş dünyamız; insânî değerler adına ne kadar fazîlet varsa hepsini kaybeden zâlimlerin elinde, can havliyle kıvranıyor. Bu bataklıktan kurtuluş ve beklenen huzur için tek çare; insanlığın asrsaâdet ilhâmıyla, nebevî ahlâkla ihyâsıdır.

 

Niyâzımız; idrâk etmekte olduğumuz Mevlid Kandili, uyutulmuş ruhları sarssın da, bu mukaddes dâvâyı sahiplenmeye vesile olsun.